19 Ekim 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Bu risâle, Tarîk-i Cerrâhiyye'nin pîri, Pîr Nûreddin Cerrâhî Kaddesallahu Sırrahu'l-Âlî Hazretlerinin dervîşlere rehber olmak üzere tertîb etdiği bir tarîkatnâmedir. On iki kısım üzere tertîb edilen bu risâlede, şeyhe bî'at, dervîşlerin riâyet etmesi gereken edebler, şeyhi vefât eden dervîşin yapması gereken şey, halîfelerin riâyet etmesi gereken edebler, mukâbele, dervîşlerin şeyhle münâsebetleri, seyr u sülûk, rüyâ ve tevekkül gibi
Bismillâhirrahmânirrahîm ve bihî neste'în.
Hamd ü sipâs ve senâ-yı bî-kıyâs Rabbi’n-nâs, Meliki’n-nâs, İlâhi’n-nâs, 'allet kelimetühû ve cellet 'azametühû hazretlerine, ki mübdî ve mübdi‘-i her 'âlemdir, şeref-efzâ-yı benî Âdem’dir. Âdem ve nesline kıldı ikrâm, 'akl ü tedbîr verip kıldı benâm, kevkebin cümleye zîfer kıldı, zâtını 'âlem-i ekber kıldı. Kâbil-i 'ilm edüp ikrâm etdi, cehd ile ecrini i’zâm etdi. Enbiyâ ba’s edüp onlara Hakk, onları da'vet ile yâr-ı Hakk kıldı ve hıyn-i evvelde dâ'î-i tâmm, ki kala hükmü tâ-be-kıyâm, dahî envâ‘-i salât ü teslîm, dahî esnâf-ı dürûd u ta'zîm, vâkıf-ı hikmet ve esrâr-ı ezel, ya'nî ol neş’e-i sırr-ı nûr-i evvel, hâdi-i hayr-ı sübül, hatm-i rusül, fer-i dâreyn ve yemm-i rahmet-i küll, Mustafâ-yı Hakk ve Mahbûb-i Hudâ, ya'nî Mahmûd ü Muhammed Tâhâ, rûh-i pâkine ve ashâbına hep, dahî ezvâcına ve evlâdına hep, cümlesi dâ'î-i râh-ı Hakk idi, kamusu râ'î-i râh-ı Hakk idi. Radiyallâhu Te'âlâ 'anhüm ve 'ani’l-kavmi ve meni’t-teba'ahüm.
Kelâm-ı kadîm-i rabbânî ve peyâm-ı kerîm-i sübhânî, "وَ اَمَّا مَا يَنْفَعُ النَّاسَ فَيَمْكُثُ فِى الْأَرْضِ" mûcibiyle mâ emkene kıyâmen ve hadîs-i şerîf-i Resûl-i Ekrem ve haber-i münîf-i Habîb-i A‘zâm sallallâhu te'âlâ 'aleyhi ve sellem, "كُلُّكُمْ رَاعٍ وَ كُلُّكُمْ مَسْؤُلٍ عَنْ رَاعِيَّتِهِ" mazmûnuyla hasbe't-tâka 'amelen, ber-mûcib-i, "فاَعْلَمْ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا الله", ve ber muktezâ-yı haber-i ilâhî, bi Hazret-i Dâvûd salavatullâhi 'alâ nebiyyinâ ve 'aleyhi ki, "يَا دَاوُدُ تَعَلَّمَ الْعِلْمَ النَّافِعَ قَالَ إِلَهِى وَ مَا الْعِلْمُ النَّافِعُ قَالَ أَنْ تَعْرِفَ جَلَالِى وَ عَظَمَتِى وَ كِبْرِيَائِى وَ كَمَالِ قُدْرَتِى عَلَى كُلِّ شَيْئٍ فَإِنَّ هَذَا الَّذِى يُقَرِّبُكَ إِلَىّ" fehvâsınca ilm-i nâfi‘ tullâbına teshîlen ve fukarâ ve ehibbânın sülûküne tekmîlen, âdâb-ı tarîkat-ı' aliyye ve tevhîd-i ilâhîden mâ lâbüd minhu mikdârı işbu varak-pârede tahrîr olunup mebnâ-i tabî'at-ı beşeriyyet olup dâire-i felek-vücûd-i insânî olan seb‘a-i seyyâre ve kevâkib-i isnâ 'aşere tertîbince, haysümâ iktizati’l-hikmetü’l-ilâhiyye tarîkat-ı mütevârise üzere, terbiye-i vücûd-i mürîdîn ve tezkiye-i nüfûs-i fukarâ-i sâlikîn usûl ve fürû‘ on iki esmâ-yı şerîfe ile ihkâm olunmağın, işbu sütûr dahî on iki bâb üzere tertîb kılındı. Ola ki, henüz temkîne varmayan fukarâ, mekr-i hevâ vâridâtından masûn ve mahfûz olup, bu hakîri hayr ile yâd ve zikr-i nâfi‘ ile dilşâd edeler. "حَسْبُنَا اللهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ".
Bâb-ı Evvel : Der Beyân-ı Bî'at
Bir kimse, bir şeyhden bî'at niyâz edüp şeyh dahî murâd edüp bî'at etse febihâ, ve eğer şeyh murâd etmeyüp yâhud vakti değildir derse, şeyhe teba'iyyet edüp şeyh murâd etdiği vakitde bî'at ede. Zîrâ şeyh, istiğrâk ve cezbe ve vecd ve melekiyyet ve beşeriyyet ve mücâhede-i mâsivâ ve tahsîl-i rızâ-yı Hudâ 'âlemlerinin birinden hâlî değildir. Bunu ise şeyhden gayrı kimse bilmez. İmdi rızâsına teslîm olup emrine mütâba'at lâzımdır. Şeyhler hâkîmdir, bî'at niyâz eden kimsenin hâlini, ilhâm-ı ilâhî ile bilir ve anlar ve onun bî'atine münâsib olan vakti bilir. Hattâ meşâyih ilhâm-ı rabbânî ile bunu dahî fehm ederler ki, ol kimse tarîkatı tekmîl eder mi, etmez mi, nâkıs mı kalır, ilhâda mı düşer, şeyhini inkâr mı eder, neûzü billâhi min zâlik, hemen evlâsı teslîm ve rızâdır.
Bâb-ı Sânî : Der Beyân-ı Ahvâl-i Dervîşân-ı Hizmet
Hizmet dervîşlerinin yolları karîb ve sülûkleri sâirden ziyâde âsândır. Lâkin hizmet dahî gâyet de güçdür. Ziyâde âkılâne harekete muhtâcdır ve cümleden evvel şeyhin zâhir meşrebini bilip ona göre hizmet etmelidir. Sâniyen imtihânâtını anlamak lâzımdır. Meselâ, muhâlif söz gibi ve zâhire münâsib olmayân bazı harekât gibi, bunlar ile dervîşi imtihân edip ne idüğünü yine kendine bildirmekdir murâd. Meşâyih hâşâ ki rızâullaha muhâlif iş eyleyeler, belki ne işlerlerse mahzâ izn-i Hakk'la işlerler. Dervîş şeyhinin harekâtının sırrını bilmez ve bilip anlamak dahî murâd etse anlamağa kâdir değildir. Dervîşe hemen lâzım olan budur ki, şeyhine sıdk ile hizmet edip hıyânet ve garazdan berî ola ve hizmeti hasbeten li-vechillâh ola. Hizmetini bir şeye ta'lîk etmeye ve mukâbelesinde nesne talebinde olmaya. Zîrâ öyle olsa, garazla hizmet etmiş olur. Hasbî olmak lâzım gelir. Ve hizmet hasbî olmayıp, garaza mebnî olsa, yüzyıl dahî hizmet etse, fâidesin göremez.
Hidâyete mazhâr olan dervîş, dâimâ şeyhin himmetine mazhar olur. Ve gadaba mazhar olan dâimâ şeyhden celâl üzre muamele görerek, sonra neûzübillâh-i te'âlâ inkisârına mazhar olur. İmdi dervîşe lâzım geldi ki, dâimâ kendi kendiyle muhâsebe görüp, noksânını bilip a'mâlini ve hizmetini ıslâh etmekle mukayyed ola, yoksa kör gibi kendinden gâfil olup kabâhatin anlamayıp garaz ve hıyânet üzre olup garaz ve hıyânetini fehm etmeyip, "Şeyhim bana himmet etmez" diye şeyhine iftirâ etmeye. Kendi kendinden gâfil olup hıyânet ve garazla hizmet zu'munda olan dervîşi pîrân-ı tarîkat reddedip bir gün kendiliğinden şeyh kapısından olup gider. Öyle olduğu sûretde tâ ıslâh-ı nefs edip kendine salâhiyyet ve şeyhine itâ'at ve inkıyâd melekesi gelmedikçe, bir dahî şeyhine varmaya, hidâyet-i ilâhiyye erişip zikrolunan melekenin sâhibi oldukda gele.
Bâb-ı Sâlis : Der Beyân-ı Dervişân-ı Muhibbân
Muhib olan dervîş hizmette olan dervîşâna, مَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ (Kim bir kavme çokca benzerse, onlardan sayılır) muktezâsınca teşebbüh edip hizmet dervişleri, şeyhe vücûdlarıyla hizmet etdiği gibi, muhib dervişler dahî, mâlıyla hizmet edip, şeyhine kemâl-i muhabbet ve i'tikâd ve inkıyâd ve rabt-ı kalb ile onlara mülhak olur. Lâkin her hâlini şeyhine söyleyip ve neye mübâşeret ederse, şeyh izni ile mübâşeret eyleye. Ve halk arasında şeyhini medh veyâ zemmetseler, karışmaya ve dinlemeye ve i'tikâdını bozmaya. Zîrâ şeyhler kendilerini halka zemmettirirler. Halk arasında mezmûm olup âlem-i ma'nâda mahmûd olurlar. Belki nice hark-ı 'âdete ve tayy-i mekâna ve zamâna mazhârdırlar. Sâlike lâzım olan ve mukayyed olan budur ki, şeyhi hakkında hüsn-i zan eyleye. Zîrâ meşâyih bi-inâyetillâh-i te'âlâ ve tevfîkihî hevâdan mahfûzlardır. Pes, imdi hevâdan mahfûz olan kimse, halka mürâcaata muhtâc değildir. Ve onlardan aslâ havf u recâsı yoktur. Bu ma'nâ kendinde kemâl bulsun diye, kendini halka mezmûm edip bil-külliyye kat'-ı alâka ve habl-i metîn-i kudrete kendini müstahkem rabt eder ki, kazâ ve kader her ne ise, onda hükmünü icrâ eyleye, yoksa mümkün mü ki, meşâyih hîlâf-ı şer' ve tarîk bir iş edeler ve hevâ ile müteharrik yâhûd sâkin olalar. Belki her ne işlerler ise emrullâh ile işlerler ve mâsivâya itâ'at etmez, ve nâgâh hevâ ile bir ednâ iş etmek sebebine der-akab Allah onları hıfz eder. İtâ'at ve inkıyâdları dâimâ vâridât-ı ilâhiyyeye ve Resûl'e ve vârîd-i kalbedir. Kâlallâhu Teâlâ, "اَطِيعُ اللهَ وَ اَطِيعُ الرَّسُولَ وَ اُولِى الْأَمْرِ مِنْكُمْ"
Belki sâlike dahî itâ'at bu resme olup itâ'ati bil-külliyye şeyhine olmadıkça, ona tarîkat feth olup hakîkat ve ma'rifete vâsıl olamaz. Mâsivâ ne hasîs şeydir ki ona rabt-ı kalb olunup ondan korkula ve recâ oluna. Havf ve recâ dâimâ Allahu Azîmü'ş-Şân'adır. Zîrâ hayr ve şer her ne olacak ise emrullâh ile olur. Kâlallahu Te'âlâ, "قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ".
Bâb-ı Râbi' : Der Beyân-ı Ahvâl-i Dervîş-i Nâkıs Ba'de Ez-Mevt-i Şeyh
Evvelâ bazı dervîş kendi şeyhi vefât etdikten sonra açıkda bî-kes kalmakla, şeytân-ı la'în fırsat bulur ona musallat olup kendine kendinden bir sahte vücûd gösterip ol dervîş, "Ben şeyhim merhûmdan sonra bir şeyhe eyvallâh deyip teslîm olamam" demeye başlar. Eğer bunun üzerine bir zamân kalırsa şeytânın mel'aneti, onu 'âkıbet meşâyihe ve tarîkat-ı âliyyeye münkir edip ilhâda düşürüp öylece giderse, neûzü billâh-i te'âlâ sû-i hātimesine sebeb olur, zîrâ, "مَنْ لَيْسَ لَهُ شَيْخٌ فَشَيْخَهُ شَيْطَانٌ" (Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır) diye buyrulmuşdur. Neûzübillâh. Hadîs-i Kudsî'de, "أَوْلِيَائِي تَحْتَ قُبَابِى لَا يَعْرِفُهُمْ غَيْرِى (Evliyam kubbelerimin altındadır, onları benden başkası bilemez) diye buyurulmuşdur. Ol nâkıs fakîr, meşâyih-ı kirâmın hâlini anlamağa bî-kudret iken, bir de anlamak kaydına düşer. Bu defa meşâyih hâlinden bî-haber olmakla, kendi cehlini meşâyihe nisbet edip, "Dünyada teslîm olacak meşâyih yokdur" der. İmdi dervîşâna bilcümle bu misillü kimseden ihtirâz lâzımdır. Zîrâ bu kimseye şeytân karîn olmuşdur. Her kim bununla görüşüp ihtilât ederse, nâ-murâd kalır, derbeder olur. Lâzımdır ki, ondan ırak olalar ki, onlar dahî onun ateşine yanmayalar. Pes şeyhi merhûm olan dervîşe dahî lâzımdır ki, kendine bir şeyh ihtiyâr edip şerî'at ve tarîkat ve hakîkat ve ma'rifetden kâmyâb oluncaya değin meşâyih nazarından dûr olmaya. Bir kişi ne kadar âlim olsa yine ondan a'lem vardır. Kâlallâhu Te'âlâ, "وَ فَوْقَ كُلِّ ذِى عِلْمٍ عِلِيمُ"
Dervîşe lâyık olan cemî' meşâyihi hak ve kâmil bilip balarısı gibi olup her buluşduğu şeyhden ve kâmilden ve sâhib-i ma'rifetden birer fâide fâidelenip balarısı çiçekleri devredip yine gelip kendi kovanına girdiği gibi, dervîş dahî şeyhine i'tikād ve hulûs ve irtibâtı kovanına gele, taşrada kalmaya. Dervîşân meşâyıhı hulûs ile teshîr ederler. Hulûsdan taşra kalan şeyhinden müstefîd olamaz. Elhâsıl dervîş hakkında iddiâdan zîyâde yaramaz şey olmaz. Ve tecâhülden enfa' nesne yoktur. Zîrâ irfân iddiâsında olsa, kimseden nesne müstefîd olamaz. Ammâ tecâhülde olsa, bu nesne bilmez diye, her kâmil onu lutfa müstehak görür. Her kâmilden bir nesne müteneffî olur. Nice kâmiller vardır ki, zâhirde baksan aslâ nesne bilmez ve "benim hiç bildiğim yokdur"der, zirâ ol hakîkate vâsıl olmuşdur. Ve ona bir şey mahfî değildir. Herkesin elin öpüp hayır duâsın almakda görünür. Bu hâl dervîşe lâzım bir iyi hâldir. Allah gafletden hıfz eyleye. "اَلْعَارِفُ يَكْفِيهِ الْإِشَارَةُ" (Ârif olana bir işâret yeter) demişler.
Bâb-ı Hâmis : Der Beyân-ı Ahvâl-i Hulefâ
Bir derviş şeyhinden istihlâf olunsa, hilâfeti hâlinde şeyhine dervîşliği hâlinden ziyâde hulûs ve mürâcaat ve inkıyâd üzere olmalıdır. Zîrâ dervîşliği hâlinde nâkısdır diye şeyhinin nazar-ı afvı altında idi. Yani şeyhi onu afv ile terbiyede idi. Ammâ halîfe oldukda, kâmil menzilindedir. Nice umûrun hakâyıkına varmışdır, ma'fû olmaz, sakınsın, şeyhle muâmele-i ûlâsına halel getirmesin, belki otursun ve şeyh meclisinde küstâhlıkdan be-gâyet ihtirâz eylesin. Varıp geldikçe, edeple vara gele. Şeyhle buluşmak lâzım geldikde, bi'l-bedâhe huzûruna varmaya. Belki evvelâ kapıcı dededen istîzân edip, ba'de'l-izn şeyh meclisine vara ve şeyh tekkesinde olan fukarâya hakâretle nazar etmeye, elinden geldiği mertebe tevâzu' göstere ve ikrâm ede. Zîrâ halîfe şeyhle gâhîce görüşür ve onlar ise aslâ şeyh meclisinden dûr olmazlar. İhtimâldir ki, şeyhe beşeriyyet âleminde iken halîfe hakkında nâsezâ söz söylerler, hem halîfeye zarar erişir ve hem fukarâya. İmdi tehaffuz lâzımdır. Zîrâ henüz nâkısdır, hâllerine göre muâmele evlâdır. Belki şeyhinin sâir dostlarına dahî ikrâm eylemek âdâb-ı tarîkatdandır. Belkî a'dâsına dahi ikrâm ede ki, onun fâidesi şeyhine âid olduğundan gayrı şeyh meclisinde zikr-i bi'l-hayrına sebeb olur.
Ve şeyh halîfeye âyîn-i tarîkatden her ne ta'lîm ve emr etdiyse, mâdem ki şeyh hayâtdadır, ondan ziyâde ve noksân etmeye ki, şeyh kendine incinip gözünden düşürmeye, tâlib-i terakkî olan halîfe, kendini günden güne şeyhine zîyâde sevdire ve meclisine vardıkça, fakrdan şikâyet ve izhâr-ı acz etmeye ve acz-i fakrdan halâsa himmet dahi istemeye. Belki lutuf ve kahrı bir bilip, şükr üzere ola ve şeyhine izhâr-ı teşekkür eyleye ve şeyh her ne emrederse, "Ben bunu evvelden bilirdim" demeye, darılıp "Bu bizi yeniden mi müslümân ediyor" muâmelesin etmeye. Her ne emr ve hükm ederse ke'l-evvel, emrine mutî' ve hükmüne râm ola ki, irşâda mazhâr ola. Zîrâ şeyhler halîfeyi değme hâl ile irşâd etmezler, imtihân ederler, istedikleri yerde bulunmadığı sûretde futûhâtını kabzederler ve duâsında te'sîri kalmaz, hemân halde yine itâ'at ve inkıyâd, hulefâ hâllerine enfa'dır ve şeyh meclisine varıp geldikçe sürûr ve safâ ile vara gele.
Bâb-ı Sâdis : Der Beyân-ı Mukâbele-i Şeyh
Bî'atkerde olan fukarâ aslâ şeyhin mukâbelesin terk etmeyeler ve mukâbelede zâhiren ve bâtınen âhar dervîşin 'uyûbuna ıttılâdan ihtirâz ede ve setr ile mukayyed ola. Dervîşi şeyhe medh ü zemmetmeye. Şeyh onların hâlini ondan ziyâde bilir. Beyt :
Zîrâ bundan şeyhe techîl çıkar. Hemen mukâbelede kendi hâline meşgûl ola ve mukâbeleden kesilmeye. Fukarâya şeyhin mukâbelesi ekincinin harmanı gibidir. Harmandan duyûnunu edâ eder ve alacağını alır, vereceğini verir. Bâkîsini nafaka-i 'ıyâl içün, der-anbâr eder. "Bu kadar mukâbeleye varır geliriz ne lutfun gördük" demeye. İstikâmetle vara gele. Mukâbele meclisi, şeyhin değildir, fukarânındır. Onda şeyhin alâkası yokdur. Hattâ bir dervîş için şeyh, "mukābeleye gelmesin" diye tenbîh etse, imtihândır, teslîm etmeyip, yine mukâbeleye hâzır olup postunu boş koymaya. Mübtedî dervîşler tekmîl-i tarîkat eden dervîşlere ikrâm ile mukayyed olup meclisde yukarı yanına ala, gurûr ile muâmele edip alt yanına oturtmaya. Farazâ mâldâr veyâhud ihtiyâr ise, "ben mâldâr ve ihtiyâr âdemim" diye, küstahlık etmeyip kudemâ-yı tarîkata ikrâm eyleye. Beyt :
Tekmîl-i tarîkat eden dervîşâna, şeyh bile ikrâm eder. Bâhusûs dervîş olan, zîyâde etmelidir. Dervişlik bir vechile âsândır, bir vechile güçdür. Mâdem ki kendi bildiğine gidersin güçdür, pîr sözüne uyarsan âsândır. Ağyâr sözüne uyarsan, mücâhede ile hâsıl eylediğin hâlât mahvolup hasenâtın bilcümle seyyiâte tahvîl olunur. Hemen dâimâ bu nesâyıhla 'âmil olup, harmân-ı mukâbeleden mahrûm kalmayasın.
Bâb-ı Sâbi' : Der-Beyân-ı Muâmelât-ı Dervîş Bâ-Şeyh
O dervîşe lâzımdır ki, fuzûl olmaya, şeyhin me'mûr olmadığı işine karışmaya, şeyh dervîşden nesne sordukda, "bilirim" diye iddiâya düşmeye, üç defa söyle diye icâzet verip emrederse söyleye. Ammâ zinhâr o söylediği söz bir garaza mebnî olmaya, mahzâ hakîkat üzre söyleye ve söyledikden sonra itizâr tarîkıyle, "Sultānım bu söz benim haddim değildir. Belki nefes sizindir, sizin mübârek nefesinizin yümn ü berekâtıyla söyledim" deyip şeyhini hoşdil eyleye ki ona binâen Allahu Azîmü’ş-Şân fütûhunu ziyâde eyleye. Şeyhin, "söyle" diye emrinden murâdı dahi budur ve şeyh meclisinde çok söz söylemeye, zîrâ çok sözün yanlışı çok olur, çok berzah çekmeye sebep olur. "اَلسُّكُوتُ خَيْرٌ" (Sükût hayırlıdır). "اَلصُّمْتُ خَيْرٌ (Susmak hayırlıdır). Mesel, "لَوْ كَانَ الْكَلَامُ مِنْ فِضَّةٍ لَكَانَ السُّكُوتُ مِنْ ذَهَبٍ" (Söz gümüşise sükût altındır). Kâle Ali radiyallahu anh, "رَاحَتُ الْإِنْسَانِ فِى حِفْظِ اللِّسَانِ" (İnsânın râhatı, lisânını muhâfazadadır).
Zîrâ meşâyih her şeyin hakîkatinden söylerler. Sen fehmetmeyip, "Şeyh şundan âgâh olmadı, bunu fehmetmedi, benim hâlimi yâhud murâdımı anlamadı" diye nice efkâr-ı fâside ve endîşe-i bâtılaya düşersin. İmdi şeyhi istimâ' edip sözünü anlamağa sa'y olunup gâliben sükût oluna ve ne'ûzübillah şeyh meclisinde kizb ve hîle eşedd-i zarâr ile muzırdır. Ekal mertebe sermâyeyi havaya verir. Eğer "ben şeyhimi bildim anladım" dersen, kendine bu iftirâdır. Fukarâ, şeyhin zâhir hâlini anlamaz, bâtın hâlini nice anlamış olur. Zîrâ meşâyıh veled-i ma'nevî ve veled-i kalb ve veled-i rûh ve sâir ervâhla âşinâdır. Her tarafdan onu hakâyık-ı umûra vâkıf edeler. Lâkin "Settâr" ismine mazhârdırlar. Setr-i 'uyûb ile mukayyeddlerdir. El-hâsıl tarîkden behreyâb olup hakîkate ve ma'rifete varayım diyen dervîş cemî'-i evkâtda şeyhle âdâb üzere hareket eder. Ola ki, bir mübârek vakitde şeyhinin gönlünde bulunup, nefehât-ı ilâhiyyeden hissemend ola. Ev kemâ kâle aleyhisselâm, "إِنَّ لِرَبِّكُمْ فِى اَيَّامِ دَهْرِهِ نَفَحَاتٌ أَلَا فَتَعَرَّضُوا لَهَا (Rabbinizin her devirde hediyeleri vardır, onlara mazhar olmaya çalışın, ola ki isâbet eder).
İmdi câiz ki vakit, vakt-i nefehât-ı ilâhiyye ola. Ondan mahrûm kalmak ne denli teseffüldür ve bâhusûs meclis-i meşâyıhda evkât gâlibdir. Fukarâ onu fark edemezler. Bu nasîhatin hilâfın işlersen, bu tabîat-ı seyyiedir, sâhibini âkıbet münâfık eder. Ne'ûzübillâh. Kâlallâhu Te'âlâ, "اِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللهَ وَ هُوَ خَادِعُهُمْ وَ اِذَا قَامُوا اِلَى الصَّلَواةِ قَامُوا كُسَالَى" (Muhakkak ki münâfıklar Allah'ı aldatmaya çalışırlar, Allah da onların hîlelerini bozar. Namaza kalkacak olsalar üşene üşene kalkarlar). Yani, ezkâr ve salavât ve ibâdâtda onlara kesel erişip, zevkden mahrûm olmak lâzım gelir. Nifâkda olana, meşâyihden ve sâir ehl-i kemâlden nusret ve ona yardım-ı hafî hâsıl olmaz.Kâlallâhu Te'âlâ, "اِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِى الدَّرْكِ الْأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَ لَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا" (Muhakkak ki münâfıklar cehennemin en dibindedirler. Onlara hiçbir yardımcı da yokdur). Âhiretde bile ona nusret olunmaz. "اَللَّهُمَّ احْفَظْنَا وَ اِخْوَانِنَا وَ الْمُسْلِمِينَ اَجْمَعِينَ يَا رَبَّ الْعَالَمِينَ Allâhümmahfaznâ ve ihvâninâ ve'l-müslimîne ecma'îne yâ Rabbe'l-'âlemin" (Ey âlemlerin Rabbı olan Allahım! Bizleri, ihvânımızı ve bütün müslümaları koru). Meclis-i meşâyihe gelip gitdikçe havf ile gelip gitmeğe başlar. Mısra :
Ey Hayretî gam yeme ki el-hâinü hâifün
Bâb-ı Sâmin : Der Beyân-ı Harekât ve Sekenât-ı Şeyh
Şeyhin harekât ve sekenâtına dervîş bakmaya. Memûr olduğu ne ise ona tekayyüd üzere olup, şeyhinin ahvâlini tecessüs kaydında olmaya ve her halde şeyhine boyun vere. Öyle olmasa, ne'ûzübillâh merdûd-ı tarîk olur. Şeyh o dervîşi ber-kemâl irşâd etmez. Şeyh dervîşini gördüğü gibi, ne olduğunu ve ne hâlde, ne fikirde olduğunu bir nazarda bilir. Zîrâ dervîş-i rızânın yüzünde bir 'alâmet-i nûr vardır. Erbâb-ı basîret onu görürler. O 'alâmetin dervîşin yüzünden gitmesi dervîşe bâis-i inkisârdır. Bu misilli dervîş, hangi şeyhe varırsa elbette rüsvâylıkla sürülür. Allahu Teâlâ hıfz eyleye. Hemân dervîşe lâzım ve hayırlı olan budur ki, şeyhin emrine mutî' olup, hevâya ve nefs-i emmâreye muhâlefet üzere ola. Zîrâ bu yaramazlara itâat etmeklik, dervîşi inkâra ve şeyhini tecessüse düşürüp âkıbet merdûd ederler. Ammâ dervîş bunlara muhâlefet üzere olup şeyhine kemâl mertebe tebaiyyet ve inkıyâd üzere olsa, iki cihân kederlerinden masûn ve mahfûz olur.
Bâb-ı Tâsi' : Der Beyân-ı Ahlâk-ı Hasene-i Dervîşân
Dervîş gözüne ve lisânına ve ağzına ve eline, ayağına ve beline şöyle doğru olmak gerekdir ki, açlıkdan helâk mertebesine varsa bile ve yanında bir âhir dervîşin ekmeği bulunsa, helâke varmağı kabûl edip ol ekmeği alıp yemeye. Âhir hıyânetleri buna kıyâs eyleye. Nerde kaldı ki, şeyhinin mâlına ve ehline ve 'ıyâline ve sâir umurûnda şeyhine hıyânet eyleye. Garîbdir ki, bazı bu sıfatlara mazhar ve hâin olan dervîş, sû-i zanna mübtelâ ve kalb gözü a'mâ ve kalb kulağı esamm, hayvân-ı bî-haber, "şeyh niçün beni gözetmez ve gönlünden düşürür, buna Allah râzı mıdır" diye şeyhe ta'rîz ve ta'n eder. Benim cânım dervîş, bu denlice söz anlayıp şeyhin emriyle mutemer olup, şeyhi kendi hâline koysaydı, hâline gâyet enfa' idi. Zîrâ meşâyıh, kendi reyleriyle aslâ kimseye nesne vermezler, verirlerse izn-i Hakk'la verirler. Mesel :
Vermeyince ma'bûd, neylesin Mahmûd.
Meşâyih hıyânetden müberrâ ve hevâdan mahfûzlardır, taksîr etmemek gerekdir. Hâşâ ki hıyânet edeler. Kemâl-i imânla onlar indallâh emînlerdir, hıyânet etmezler. Kâlallâhu Te'âlâ, "اِنَّكَ الْيَوْمَ لَدَيْنَا مَكِينٌ اَمِينٌ" (Bugün sen nezdimizde mevki sâhibisin, emniyet sâhibisin). Bu zu'mda olan dervîş, kendi aklıyla hareket eder, her ne görürse, kendini görür, ne işitirse, kendini işitir. Kendinde kusûrdan gayrı nesne yok, kusûr görür. Şeyhine iftirâ eder. Hani ol dervîş ki, her ne işlerse, Allah ile işleye ve ne işitirse, Allah ile işite ve ne görürse, Allah ile göre. Kâlallâhu Te'âlâ fî hadîsi'l-kudsî, "مَا يَزَالُ عَبْدِى الْمُؤمِنِ يُقَرِّبُوا إِلَىَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى اُحِبَّهُ فَإِذَا اَحْبَبْتُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِى يَسْمَعُ بِهِ وَ بَصَرَهُ الَّذِى يُبْصِرُ بِهِ وَ يَدَهُ الَّتِى يَبْطِشُ بِهَا وَ رِجْلَهُ الَّتِى يَمْشِى بِهَا" (Kulum bana nâfilelerle öyle yaklaşır ki, ben onun gören gözü, duyan kulağı, dokunan eli ve yürüyen ayağı olurum). Benim rûhum! İşte hakîkat dervîşi bu misilli olur. Allahu 'Azîmü'ş-Şân cümlemizi gafletden îkâz eyleye.
Bâb-ı 'Âşir : Der Beyân-ı Ahvâl-i Sülûk
Sülûk, tarîkat-ı 'aliyyede mutlakâ tâlib-i Hakk olanlara müyesserdir, ehl-i hevâya feth olmaz. Ehl-i hevâdan murâd budur ki, a'mâlini bilcümle a'raza ta'alluk eyleye. Yani, "ben hakîkate varıp şeyh oldukda, şunu şöyle edeyim, bunu böyle edeyim ve şeyhim gibi hareket etmem" diye a'mâlini ibtâl ile mukayyed olmuş ola. Zîrâ a'mâl, tâat ve ibâdât mutlakâ li-vechillâh olmalıdır. Dervîş işlediği ibâdât mukâbelesinde Hudâ-yı Müteâl'den nesne niyâz eylediği gibi tarîkatden düşer. Zîrâ şirk etmiş olur. Yani ibâdeti Allahu 'Azîmü'ş-Şân için etmeyip, belki o niyâz eylediği husûs için etmiş olur. Bu nice ibâdet olur! Halbuki ibâdetde hulûs lâzımdır. Yani ibâdât ü tâatı bir nesne için olmayıp mahzâ rızâenlillâh için ola. Kâlallahu Te'âlâ, "وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يّدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدَوةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ (Rablerine, sırf O'nun rızâsını bekleyerek ve cemâlini isteyerek sabah-akşam yalvaranlarla berâber olmakda sebât et)
İmdi ibâdetden murâd vechullahdır, gayrı değildir. Gayrı isteyene tarîk değil, kendi evinin kapısı bile açılmaz. Kendi ibâdet etdim sanır. O hod, Hudâ'ya şirk etmeye mukayyeddir. Ne'ûzübillâhi Te'âlâ der ki, "Bana meydân feth olsun". Meydân feth oldukda meydânda güreş mi tutacaksın! Tanrı Te'âlâ münezzehdi, meydânını müdennislere vermez. Ehl-i Kitâb'ı, Mescid-i Harâm'dan men' için Hakk Sübhânehû ve Te'âlâ buyurdu ki, "فَلاَ يَقْرَبُوا الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هَذَا" (Artık bu yıldan sonra müşrikler Mescid-i Harâm'a yaklaşmasınlar). Bu kişi, bu hükümde olup da, nice meydân ister ki. Meydân, hod mesciddir ve kârhâne-i 'ubûdiyetdir. Ol meydânda 'ubûdiyetden dûr olanları Allahu 'Azîmü'ş-Şân'ın 'ubûdiyyetine alıştırıp 'abd-i hâss-ı ilâhî kılınmak muâmelâtı olunmalıdır. Allahu 'Azîmü'ş-Şân ifâkat ihsân eyleyip tarîkat-ı 'aliyye-i ilâhiyyeden zerre denli anlamak müyesser eyleye. Âmîn.
Meydân hod dürüst anlamışlar yeridir. Hemân sâlike vâcib ve lâzımdır ki, gece gündüz, kendi nefsiyle muhâsebe edip derûnunu yoklaya da, böylece müslümân olup tarîkata sülûk eyleye. Kâle aleyhisselâm, "حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا وَزِنُوا قَبْلَ أَنْ تُوازَنُوا (Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz. Mîzâna çekilmeden evvel kendinizi mîzâna çekiniz)
Bâhusûs ki, zamâne dervîşlerinin büyük fikirleri budur ki, "esmâullahı işletebilsem de, onunla mahbûblar teshîr eylesem". A'mâl-i sâlihâtla, mübâhâti istemek câiz değilken, bu hod küfürdür. Bunu nice kabûl ederler, ibâdet etdim demeğe nice yüzleri olur. Allahümmahfaznâ ecma'în. Farazâ der ki, "Ben şeyh oldukda, şeyhim gibi ihtifâya çekmem, kerr ü ferr sāhibi olurum". Bu dahi mel'anet-i hevâdır. Kemâ vüride, "اَلشُّهْرَةُ آفّةٌ (Şöhret âfetdir).
Meşâyih-i kirâm kaddesallâhu esrârahum ekseriyâ gâh kabz, gâh bast üzere olmuşlardır. Hâlâ ki, onların çok şeye sözleri geçer ve kudret-i ilâhiyye ile çok şeye de kuvvet ve kudretleri var iken, Allahu 'Azîmü'ş-Şân'dan kendini isterler ve gayrı talebi hatırlarına gelmez, hayâ ederlerdi. Kazâ ve kaderden ne sudûr eder ise, rızâ gösterip gâh sabr ve gâh şükr üzere olurlardır. Yani mihnet gelse, sabrederler ve ni'met gelse şükrederlerdir.
Ey dervîş! Evvelâ inâbetden murâd, günâhlardan kurtulup ve bir dahi etmemek üzere tevbedir ve emr-i ilâhiyyeye cân ü dilden râzı olup ol âb ile zâhir ve bâtının yunup mekr-i dünya ve âfât-ı nefs-i hevâ necâsetlerinden pâk olmakdır. Bu senin anladığın yanlışdır. Zîrâ o dünyâ yoludur. Sen hod ondan tevbe etmiştin.
İmdî, ey tâlib-i Hakk! Bî'at etdiğin günden her şeyden fâriğ olup takvâ ve tâat yolun tutup a'mâl-i hayriyyeni artırırsın. Cemî'-i murâdât, iznillâh ile vakitleri geldikde, hâsıl olur ve izzet-i dâreyne mazhâr olmakda şekk yokdur. Ammâ bî'at etdiğin günden, fısk u mel'aneti terk etmeyip hevâ ve hevesden geçmedikçe ve şeyhinin sözleri gücüne gelip, "her sözünü tutmak üzerime lâzım değil" dersen, bu iyi 'alâmet değildir. Zîrâ böyle olanı, şeytân-ı la'în bir yardan atacakdır ki, kendi gibi dünyâda ve âhiretde merdûd eyleye. Ol zillet ve rüsvâylığa düşdükde tedârik dahi güç olur. "اَللَّهُمَّ يَا دَافِعَ الْبَلِيَّاتِ اِدْفَعْ عَنَّا وَ عَنْ اِخْوَانِنَا كُلَّ البَلِيَّةٍ Allahümme yâ dâfia'l-belîyyât idfa' 'annâ ve 'an ihvâninâ külle'l-beliyye". (Ey belâları def' eyleyen Allahım! Bizden ve ihvânımızdan bütün belâları def' eyle)
Dervîşe bundan a'lâ hâl olmaz ki, hemân şeyhi ne derse, imtisâl eyleye. Hattâ ne denli tevhîd sür derse, buna dahi imtisâl eylemek lâzımdır. Ziyâde sürmeye ve noksân getirmeye ve terk edersen, hod dalâlete düşersin, firak-ı dâlleden olursun. Zîrâ, şeyhle ahdetmiş idin. Ahdine vefâ etmeyen, kâzib ve münâfık olur. Zîrâ her kilidin bir miftâhı vardır, gayrı miftâhla açılmaz ve açmak lâzım gelse, kilit kesr olunmalıdır. Şeyhler, dervîşin mizâcını bilir ve anlar, kilid-i derûnunu fethedecek kadar ona ders ta'yîn eder. İmdî ona mütâbaat lâzımdır ve illâ derûn kilidini sattırır. "اَللَّهُمَّ افْتَحْ قُلُوبَنَا اِلَيْكَ Allahümme'ftah kulûbenâ ileyke" (Allahım, kalblerimizi sana doğru fetheyle)
Bâb-ı İhdâ 'Aşer : Der Beyân-ı Ta'bîr ve Terkîbât
Makâm-ı ta'bîr, bir büyük makâmdır. Şeyhe ta'bîr ettirmek için terkîb söyledikde, müfîd ve muhtasar söyleye. Kesret-i kelâm ile şeyhi ta'cîz etmeye ve şeyh her ne yüzden ta‘bîr ederse etsin, râzı ola. "Şurası şöyle, burası böyle olsa" diye söylemeye, derûnundan dahi geçirmeye. Zararı budur ki, envâr-ı tevhîdi müşâhede edemezsin. Ve eğer ta'bîr etmezse, "Sultânım niçin ta'bîr etmedin" demeye! Zîrâ onda dahi bir hikmet vardır, mürîdin aklı, onu idrâk etmez. Ve gördüğü terkîbi dervîş ve halîfe kimseye söylemeye. Eğer şeyh yakında ise, varıp ta'bîr ettire ve eğer ba'îd ise, rûhâniyyetinden istimdâd edip ta'birini ricâ eyleye. Tarîki budur ki, iki rekat namaz kılıp, kıble tarafına müteveccihen yata, yâhud otura, elbette şeyh onu duyar ve sırrı gelir, onu ta'bîr eder veyâ rûhâniyyeti zâhir olur. Yâhud şeyh, kalbini cezb eder, ma'nâyı ve envârı kalbine doldurur, ilhâm tarîkı ile ta'bîri müyesser olur. Her şeye sebebiyle teşebbüs olunsa iyidir. Zîrâ, "اِذَا اَرَادَ اللهُ اَمْرًا هَيَّأْ اَسْبَابَهُ (Allâh bir işi murâd ederse, sebeblerini hazırlar).
Bu tarîkde husûl-i umûra sebeb mutlakâ şeyhdir. Sôfîler, kendi mertebelerini bilseler idi, hep 'ucb edip nâkıs kalırlar idi. Ol ecilden, meşâyih, kabz ederler, mahalli geldikde, irşâd miftâhını eline verirler. Ol zamân, hayr ve şerri fark ederler ve vâsıl-ı Hakk olurlar. Dervîşe hayır bundadır ki, şeyhle mücâdele ve muhâsama etmeyip emrine râm ola ki, sonra pişmân olmakdan, Hakk'a vâsıl olmak hayırlıdır.
Allahu 'Azîmü'ş-Şân, bu nasîhatlerin te'sîrini halk edip, mûcebince 'amel müyesser eyleye. Âmîn.
Bâb-ı İsnâ 'Aşer : Der Beyân-ı Tevekkül ve Tevekkül Ba'de Temami’s-Sülûk
Sülûk-i ekber tevekküldür. Bunun sülûkuna bir pazar vardır ki, ona sûkü'l-'ârifin derler. Mütevekkillere ve 'âriflere mahsûs bir sûkdur. Her ne dilerler ve ne murâd ederlerse, ol sûkda mevcûd olup hiç munkati' olmaz. Ol pazar dahi nısfü'l-leylden sonra kurulur. Eğer sâlik mücâhedesini terk ederse, ol sûk halkı tuğyân ederler ve ona bir nesne vermezler. Ve eğer mücâhede sâhibi olursa, her gün fütûh-i celîle ile gelip hâtırını sorarlar. İmdi her ne zamân kabza mazhar olursa, mücerred kendi kusûrundan nâşîdir. Ammâ kendi tarafını yoklaya ve şeyhi tarafını yoklaya, kendi kendini muhâsebeden hâlî komaya ve akıl ve temyîz mîzânını elinden komaya. Teheccüdü terk eden, menzil-i hakîkate varamaz. Yolda elbette berzâha giriftâr olur veya bir sû-i karîne mübtelâ olur. Günden güne hevâsı zîyâde olup, bir yerde karâr etmeye. Ve dürüst sôfî tekkeden taşra çıkmaz ve çıkan böylece kusûru sebebiyle çıkar. Zîrâ bu ona berzâhdır. Ammâ sôfî ki, âyîn-i tarîkata halel getirmez, memûr olduğunu cümle yerine getirir, ol sôfî berzâhdan kurtulup, tekkeden taşra gitmez ve nâs ile dahi çokluk ülfet etmez. Günden güne kendine bir meleke hâsıl olur ve şeyhinin himmetine mazhar olur. Ervâhla âşinâlık tahsîl eder ve zikrullâh kalesinden taşra çıkmaz ve dünyâda kendi şeyhinden kâmil, kendine bir şeyh görünmez, şeyhine âşık-ı şeydâ olur. Her sözünden bir ma'nâ alır. Ve müşkilât-ı ma'neviyye cümle kendine feth olur. Az zamânda kuvvet-i kudsiyye sâhibi olup bir şey için dahi zahmet çekmez. Ve tevekkül-i tâmma erişip, rızk için dahi zahmet çekmez. Kâle aleyhissalâtüvesselâm, "لَوْ أَنَّكُمْ تَوَكَّلْتُمْ عَلَى اللهِ حَقًّ تَوَكَّلُهُ لَرَزَقَكُمْ كَمَا يَرْزُقُ الطَّيْرُ تَغَدُوا خُمَاصًا وَ تَرُوحُ بُطَانًا" (Allâh, kendisini tevekkül eden kimseyi, aç gidip tok dönen kuşlar gibi rızıklandırır). Yani, Allahu 'Azîmü'ş-Şân onu kuşlar gibi merzûk eder. Sabah kuşlar aç giderler, akşam tok dönerler. Ne açlığı duyarlar, ne rızık fikriyle olurlar. Sâlikin fikri dahi bir gerekdir. Rızâullahdan gayrı derûnunda nesne olmak câiz değildir. Ve eğer olmak lâzım gelse, işte kusûrunu ve berzâhını ve kurtulmasının semtini bilcümle deyiverdik. Allah muvaffak eyleye, yoksa sakınsın. "Ben tekmîl-i esmâ eyledim, şimden geri şeyh emrinden kurtuldum" demeye! Ve şeyhe bir bed-kasd-i teveccüh etmeye. Sonra ecel-i kazâsına mazhar olur. Ve her mahalde ve her meclisde şeyhini zikr-i bi'l-hayr eyleye ve duâ ve senâda ola. Ma'lûm olsun ki, sâlik üzerinde şeyhin hakkı çokdur. Ol hukûka riâyet gerekdir ki mahall-i duâda Hazret-i Azîzimiz selâmeti içün, fukarâ ve ehibbâsı selâmeti içün diye Hudâ'dan niyâz-mend ola. Bunu elbette unutmaya ki, bu şeyh himmetine mûsıldır. İmdi himmet ve azîmetle şeyhine duâ ede ki, az zamânda kendî dahi himmet-i 'aliyyeye nâil olup kâmilînden ola ve vâsılîn zümresine dâhil ola.
Tekmîl-i Âdâb
Şeyh yanında bağdaş kurmaya, meğer şeyh izin vere. Ve şeyh önünce yürümeye ve berâber gitmeye ve huzûrunda ve gaybetinde muâmelesi müsâvî ola ki, sebeb-i felâh ve necât budur. Allah tevfîk eyleye.
Tezyîl-i Hulefâ
Hulefâ menzilinde olanlar, şeyhe huzûr ve gaybetinde ne yüzden ve ne denli ikrâm ve ta'zîm ederlerse, onların dahi fukarâsı öyle ederler. Zâhiren ve bâtınen kendileri de böyle muâmele eyleyeler. Tegâfül ve tekâsülden sakınalar. Kâmiller yolunu elden bırakmayalar. Ve şeyhin verdiği emânete riâyet oluna. Eğer tâc ve eğer hırka ve her ne ihsân ederse azîz tutalar ki, izzete nâil olalar.
Biz nasîhatde kusûr etmedik, tarîkat-ı 'aliyyenin muktezâsı ne ise bildirdik. Hîdâyet-i ilâhiyyeye mazhar olan, 'âmil olur. Kâlallâhu Tebâreke ve Te'âlâ, "مَنْ يَهْدِ اللهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِ" (Allâh kime hîdâyet verirse, işte o hidâyeti bulur).
Allahümme takabbel minnâ inneke ente's-semîu'l-'alîm. Ve tüb 'aleynâ inneke ente't-tevvâbu'r-rahîm. Vec'al mâ kasadnâ hâlisan li vechike'l-kerîm. Vec'alnâ ve fukarâenâ ve ahbâbenâ mine'l-vâsılîn. Vahşurnâ ecma'îne ma'an-nebiyyîne ve's-sıdikîne ve'ş-şühedâi ve's-sâlihîn, bi tevfîkike ve minke ve rahmetike yâ erhame'r-râhimîn. Sübhâne rabbike rabbi'l-izzeti 'ammâ yasifûn. Ve selâmün 'ale'l-mürselîn. Ve'l-hamdülillâhi rabbi'l-'âlemîn. Temmet.