Mürşid-i Hakîkî Resûlullah'ın Nâibidir

5 Kasım 2023 tarihinde yayınlanmıştır.

İrşad

Mürşid-i hakîkî Resûlullah'ın nâibidir. Nâib, vekîl demekdir. Hazret-i Peygamber'in vekâlet vermediği kişi, mürşid olamaz. Kim olursa olsun, kimden icâzet almış olursa olsun, hangi tekkede postnişîn olursa olsun, hiç farketmez. Öyle adamlar var ki, daha ömründe bir kerre Peygamber'i rüyâsında görmemiş, O'nun teveccühüne nâil olmamış, iltifâtına mazhar olmamış, Peygamber'in sîretinden haberi yok, ahlâkından nasîbi yok, kalkmış mürşidlik, şeyhlik davâsı güdüyor. Sorarlarsa filanca şeyden icâzetim var diyor. İcâzet almak kolay, asıl mesele o icâzet için Peygamber'den tasdîk almak. Bu tasdîk alınmadıkça, o kimsenin şeyhliği, "şeyhimin kerâmeti kendinden rivâyeti" kabîlinden olur, hiç bir işe yaramaz. Bu gibi kimseler halkı irşâd etmek şöyle dursun, onların dalâletine sebeb olur, felâketine yol açarlar.

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri kendisinin nasıl şeyh olduğunu anlatırlarken bir seferinde şöyle buyurmuşlardı :

Şeyh olmak kolay fakat adam olmak güç. İnsan doktor olur, reisicumhur olur, başkan olur, vezir olur, hacı olur, şeyh olur fakat adam olamaz çünkü adamlık güç. İnsan adam olduğu vakitde, Allah'ın âleti olur. Gören gözü Hakk'la olur, söyleyen sözü Hakk'la olur, yürüyen ayağı Hakk'la olur. Yoksa sakalla bıyıkla insan adam olmaz. Eğer kılda kerâmet olsaydı, keçinin kılı daha çokdur. Öyle "Ben şeyh oldum" demekle olmaz! Mutlakâ Peygamberimizin onun diplomasında imzâsı olması lâzımdır. Yaa! Öyle olması lâzım.

Efendi Hazretleri sonra söylediklerini teyîd için şu ibretlik hikâyeyi anlatmışlardı : 

Birisi bir mürşide bende oldu, riyâzat yapdı, çalışdı, halîfe oldu, şeyhi onun eline bir mektûb verdi onun, dedi ki, "Oğlum, sen halîfemsin benim, halîfem oldun ama, ben utanırım icâzetin üzerine imzâ koymaya, çünkü senin büyük mürşidin, yani benim mürşidim hayatdadır, filanca şehirde oturmakdadır, git oraya, bu mektûbu götür, icâzeni de al, altına bir imzâ koysun. Ayıp olmasın, çünkü hayâtda" dedi. Edeb bakımından. Tarîkat demek âdâb demek, edeb demekdir. Hava soğukdu, sulu kar yağıyor, üç fersahlık yoldu. Yani bir adam yol yürürse günde yirmi beş kilometre filan yürümesi lâzım, üç günde ancak oraya vâsıl olabilirdi. İstanbul'a yakın bir yer, Silivri. O yürüdü gitdi, üç gün yürüdü ve büyük şeyhini buldu. Bir odada, bir han odasında. Kapıyı açdı bakdı ki, sobanın üstünde ellerini, kollarını kurutuyor.

Selâm verdi, "Efendim ben" dedi meselâ "Muzaffer Efendi'nin yanından geliyorum, bu mektûbu size gönderdi". Mektûbun içerisinde diploma var, icâzet var. Şeyh aldı mektûbu, hiç okumadı, sobanın içine atdı. Tabii mektûb hemen yandı. "Eyvâh!" dedi, "Bizim icâzet gitdi, bu adam deli gâliba, okumadan mektûbu ateşe atdı" dedi. Şeyh ona, "Namaz kıldın mı?" dedi. "Kılmadım" deyince, "Haydi namaz kılalım beraber "dedi ve namaz kıldılar. Akşam oldu akşam namazını da kıldılar. Yemek yediler. Yatsıyı da kıldılar. "Haydi yatalım şimdi" dedi ve yatdılar. Biri bir tarafa, biri diğer tarafa yatdılar.

Şimdi o diploma sâhibi rüyâsında görüyor. Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ashâbıyla beraber duruyor, büyük şeyh çıkdı huzûr-i peygamberîye, dedi, "Yâ Resûlallah, benim yetişdirdiğim bir adam, halîfe yapdım kendime, şeyh ilan etdik onu, siz onun diplomasına imzâ koymuşdunuz. O da şimdi birini yetişdirmiş, o da buraya gelmiş diplomasıyla beraber, imzâ istiyor diplomanın altına. Ne diyorsunuz, yani emriniz var mı ki, buna icâzet verelim, yoksa vermeyeceğiz". Efendimiz dedi ki, "Mâdem ki siz lâyık gördünüz, biz de lâyık görürüz, verin imzâ". 

Büyük Şeyh, dürtdü onu, dedi, "Kalk haydi, kalk". "Gördün ya işte, sâhib-i şerîatdan sana izin aldık yani senin diplomana imzâ koydu. Sen kağıtdan imzâ istiyordun biz sana sâhibinden imzâ aldık. Sonra elini sobanın içine sokdu ve çıkardı oradan icâzeti, yanmamış, imzâyı koydu, haydi üzülme bunu da al yanına" dedi. 

Efendi Hazretleri kendi icâzetinin Hazret-i Peygamber tarafından nasıl tasdîk edildiğini de şöyle anlatmışlardı : 

Sonra Resûlullah'ı gördüm. Bana dediler ki, "Seni Peygamber çağırıyor". Ben koşarak gitdim yanına. Ve bana dedi ki, "Mescid'in etrâfı çok kirlendi, oraları temizle" dedi bana. 

Bundan evvel de, daha gençliğimde, Arapça okurken, Tefsîr okuyordum, Tefsîr dersi, o bize Tefsîr okutan hocaefendi, tasavvufu sevmiyordu, dervîşleri sevmezdi, bir rüyâ gördüm. Hazret-i Peygamber, devenin üstüne binmiş, Hazret-i Ali de deveyi çekiyor, elinde kılıç var. Karşılaşdık yolda. İmâm-ı Ali bana sordu, "Sen müslüman mısın?", "Elhamdülillah" dedim ben. "İslâm için boynunu verir misin?", "Veririm" dedim. Bir kılıç vurdu boynuma, başımla vücûdumu ayırdı, ben de yatağın içinde fırladım yukarı doğru. 

Sonra tekrar gördüm Hazret-i Fahr-i Risâlet'i, Ravza'sına gitdim, Medîne'ye gitdim. Türbesinin orda duâ ederken bakdım, mumlar erimiş. Mumlar var, onlardan alayım da, hediye, hâtıra olsun diye almak istiyordum, bi zâtihî kendisi zuhûr etdi ve Kur`ân-ı Kerîm'i açmış, bana Kur`ân'ı verdi, Fahr-i Risâlet. 

İşte bu tarzda Cenâb-ı Peygamber benim şeyhliğimi, mürşidliğimi, tasdîk etdi, yani diplomaya imza koydu. On yedi sefer gördüm Resûlullah'ı. On sefer hacca gitdim. Kerbelâ'ya gitdim. Mısır'a gitdim. Kudüs'e gitdim. Mescid-i Aksâ'ya gitdim. En sonunda da, bir gece Medîne-i Münevvere'deyim, işte şâhidlerimiz burada, bunlar da biliyorlar, o akşam bütün vezir vüzerâyı alacaklar Peygamber'in huzûruna, duâya. Biz de o arada girdik. Fakat Türbe'nin şeyhi yok, gelmedi. Bana dediler ki, "Buyrun", Hazret-i Peygamber'in Türbesinde duâyı sen yapacaksın, şeyhliği sen yapacaksın" dediler. Orada o akşam, Cenâb-ı Peygamber'in, Hazret-i Muhammed'in Türbesinin önünde şeyhlik yapdım orada da. Yani Şeyhü'l-Harem oldum, Şeyhü'l-Harem oldum. 

Enbiyâdan Hazret-i İsâ aleyhisselâmı gördüm, müşerref olduk. Hızır aleyhisselâmı gördüm. Yahyâ aleyhisselâmı gördüm. Mûsâ aleyhisselâmı, İbrâhim aleyhisselâmı gördüm, müşerref oldum onlarla. Peygamberimizin halîfelerini de gördüm. Hazret-i Ebâbekir'i, Ömer'i, Osmân'ı, Ali'yi, İmâm-ı Hasen'i, İmâm-ı Hüseyn'i, Fâtımatü'z-Zehrâ'yı, Hazret-i Âişe'yi gördüm. Onları da gördük. Kendi pîrimi iki defa gördüm, Nûreddin Cerrâhî'yi, iki defa göründü bana. Hazret-i Abdülkâdir'i, Ahmed er-Rıfâî'yi göremedim onları, büyük kutbü'l-aktâbı. fakat diğer evliyâullahı gördüm, bir çoklarını. Ve müsaade etdiler bana, yani müsaade verdiler. Yani bizim icâzete onlar da imzâ koydular. 

www.muzafferozak.com

Listeye geri dön