29 Ocak 2025 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Tamâmül-Feyz nâmındaki eserlerinde buyuruyorlar ki :
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuşdur : "يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ". Bil ki âyetde geçen "vav" cem' yani öncesiyle sonrasını birleşdirmek içindir. Dolayısıyla Allahu Teâlâ, mü'minlere takvâ ile sâdıklarla beraber olmayı cem' etmelerini emretmişdir. Şerî'at takvâsı, "فَاتَّقُوا اللّٰهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ" âyet-i celîlesinde işâret edildiği üzere zâhir ulemâsından alınır. Hakîkat takvâsı ise, "يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِه۪" âyetinde işaret edildiği üzere bâtın ulemâsından öğrenilir. Her işin bir adamı ve her tâvûsun da bir alanı vardır. Nitekim deve nasıl tavuk değilse, tüccar da hüccâc değildir.
Takvâ ve sıdk ehliyle beraber olma hâli, iki manâya gelir. Birincisine yani Allah'a karşı gelmekden sakınmaya gelince bu, kulun, ya nefsini rabbi için ya da rabbini nefsi için vikâye kılmasıdır. Eğer ilki kabûl edilirse manâsı, kötü fiilleri nefsine isnâd etmek; ikincisi kabûl edilirse manâsı, övgüye lâyık işleri rabbine isnâd etmek demek olur. Bu iki isnâd, ârifler arasında gözetilen edeb yoludur. İkincisine yani sıdk ehliyle beraber olma hâline gelince, bu da ya sûret ya da manâ ile birlikte olur. Eğer ilk manâ dikkate alınırsa sıdk ehlinin meclis ve huzûrunda bulunmayı, ikinci manâ kabul edilirse manevî münasebeti ve onların zevkiyle zevklenip ahlâkıyla ahlâklanmayı ifade eder.
Sıdk, nefsânî sıfatların ve gayriyyetin ayıp ve kusurlarından kurtulmak demekdir. Beraber olmada sıdkın bu manâları gerçekleşirse, bu kişi kâmil bir ferd olur. Bazen sıdk, bazı hâllerde olurken bazı hâllerde olmayabilir. Bu durumda kişi sıdkın bütün manâlarını taşımadığından, nâkıs bir ferd olur. Sohbet isteyen bir kimse kâmil bir ferdi tercih etmeli ki birlikte olmakdan, ona eşlik etmekden beklenen faydayı sağlamış olsun. Mürîd, böyle bir kimseyi bulursa yapması gereken şey kalbini ona bağlamakdır. Zîrâ o zât, Allahu Teâlâ'nın şu âyet-i kerîmede zikretdiği vesîledir : "يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُٓوا اِلَيْهِ الْوَس۪يلَةَ".
Nasıl fecr-i sâdık ki ondan sonra karanlık gelmez, güneşin çıkmasına delîl ve alâmet ise, mürşid-i sâdık da hakîkatin doğmasına hüccet ve burhândır. Zîrâ iş tamâmiyle ve kemâliyle inkişâf etdikden sonra onun başına cehâlet ve noksanlık gelmez. Yine nasıl ki fecr-i kâzib bir müddet sonra yüzünü tekrar karartır ve ona aldananı karanlıkda ve hayretde bırakırsa, yalancı mürşid de onun gibidir. Bir süre sonra işin hakîkati ortaya çıkar. Böyle bir mürşidin peşinden gidip ona tâbi olana, vuslat yolunu kapatan mâniler belâsı ve taayyünât zulmeti ulaşır. Ne güzel söylenmişdir :
Bu konuya vâkıf oldun ise, sohbetin bir nisbet oluşu itibâriyle sohbet edeni yani sâhibi ve sohbet edileni yani mashûbu, gerekdirdiğini de anlamışsın demekdir. Sâhib sensin, mashûb ise üçüncü faslın sonunda zikretdiğimiz dört alâmet sahibi olan şeyhdir.
Râhatü’l-Kulûb'da Ebû Yezîd el-Bistâmî'ye isnâd edildiğine göre, o şöyle demişdir : "Şeyhi olmayanın şeyhi Şeytan'dır". Bunun sebebi şudur. Enbiya ve evliyânın yolu tâbi' olmakdır. Nitekim Mûsâ, Hızır'a şöyle demişdir : "قَالَ لَهُ مُوسٰى هَلْ اَتَّبِعُكَ عَلٰٓى اَنْ تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا". Allahu Teâlâ Habîbine hitâb ederek de şöyle buyurmuşdur : "فَبِهُدٰيهُمُ اقْتَدِهْۜ". Bunun için millet tabîri kullanılır. Millet, nebevî usûlle bir araya gelip onu koruyan ve onunla amel eden toplulukdur. Zîrâ bu hıfz ve amel, ancak her asırda bazısının bazısını izlemesi ile gerçekleşir. Tâbi olmayı terk etmek, Şeytan ve düşmanların yoludur. Nitekim ümmetlerin peygamberlerine hitâbları ve benzeri husûslar, bunu göstermekdedir. Bunun için de nihle tabîri kullanılmışdır ki görüşünde bağımsız ve düşüncesinde müstakil bir tutum izlemek demekdir. Bu da kâfir filozof ve diğerlerinin yoludur. Çünkü onlar her ne kadar bazısı bazısına akıl ve âdet yolunda tâbi olsa da, şerîat yoluna uymayı terk etmişlerdir. Sahîh ittibâ, şeyh edinme ile olur. Zîrâ şeyh, zâhir ve bâtın konusunda irfân sahibidir. Yani şerî'at ve tarîkat terbiyesi ile ilgili husûsları bilir ve tenezzül ve terakkî mertebelerine vâkıfdır.
Hazret-i Şeyh, kâmil bir mürşidde bulunması gereken dört sıfatı şöyle beyân etmişlerdir :
Şeyhin dört alâmeti vardır. Birincisi, mürîdinin dînî ve dünyevî işlerindeki şübhelerini bilip gidermeye kâdir olmasıdır. İkincisi, dünyâ sevgisinden kesilmiş ve nefsini hevâdan nehyetmiş olmasıdır. Ne güzel denilmişdir :
Üçüncüsü, insanların ve mürîdlerin elindekilere tamah etmekle zan ve töhmet altında kalmamasıdır. Bu gibi hâller, cüzzam hastalığı gibi nefrete sebeb olan şeylerdendir. Feyz ise ancak takvâ ile elde edilir. Dördüncüsü, bütün söz, fiil ve hâllerinin şer'-i şerîfe uygun olmasıdır.
Şeyhin bütün bunlarda Peygamber'in izinden gitmesi ve ondan sâdır olmayan bir şeyi de ancak şerî'ate uygunsa, şerîat te'yîd ve te'kîd ediyorsa yapması gerekir. Bu şartları taşımadığı hâlde şeyh geçinen birine mürîd olan kimse, mürîd değildir, merîddir. Bundan Allahu Teâlâ'ya sığınırız. Dünyâ şimdi iyi bir şey yapdığını zanneden bu nevi müteşeyyih ve merîdlerle doludur.