20 Kasım 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bazı adam var, kestireceksin sakalını onun, sakal yakışmıyorsa ona. "Efendim, nasıl olur, sakal bırakmak sünnet-i seniyye değil mi?". Olmaz! Kestireceksin, çünkü o sakalına güvenir, ucub getirir, cehenneme yuvarlanır o.
Adamın biri kâmil bir mürşide gelmiş, "Efendi ben ne yapayım cennete gireyim? demiş. "Câmiye gitme, cemâate gitme, evinde otur. Biraz rakı götür evine orada iç onu, yat uyu. Öyle geçir ömrünü" demiş. "Yalnız Allah'ı unutma" demiş. Demiş, "Efendi, sen ne yapıyorsun! Mülhid herif! Zındık! Kime sordumsa ben, cennete girmek için câmiye git, cemâate git, namaz kıl dedi, sen beni câmiden, Allah'ın yolundan men ediyorsun" demiş. "Değil evlâdım" demiş, "öyle değil. Biz câmiye gidecek adamları göndeririz câmiye" demiş, "sen câmilik adam değilsin, sen zâlimsin. Sen câmiye gitdin mi, ibâdullahı kırarsın, yapdığın ibâdet boşa gider. Ama evde kalırsan sen, böyle içersen, kafayı çekersen, bu sefer düşünürsen, 'Eyvâh! Ben ne bok yiyorum!' diye, 'eyvâhlar olsun, yandım ben!', kalbinde kırıklık hâsıl olur senin, Cenâb-ı Hakk seni affeder" demiş. "Ama câmiye gidersen, sana ucub gelir, 'Benden daha iyisi yok, herkes cehenneme gidecek, ben cennete gireceğim' dersin, onu kırarsın, bunu üzersin, imamla uğraşırsın, müezzinle uğraşırsın, çünkü zâlimsin sen, onun için câmiye gitme sen" demiş.
Adamına göre. Öteki geliyor, namazına namaz katıyor, kıl diyor. "Ne kadar namaz kılıyorsun sen?". "Beş vakit". "Olmaz" diyor, "Salât-ı kubur kılacaksın, salât-ı duhâ kılacaksın, salât-ı evvâbîn kılacaksın, teheccüd namazı kılacaksın, ebeveyn namazı kılacaksın" diyor. Bir alay namaz, yetmiş rekat nâfile, beş vakitin üzerine. Ötekine "kılma sen" diyor, "senin daha vaktin var". Îmân etmeyen adam namaz kılar mı be! Namaz îmândan sonradır. Çok adam vardır îmân onun ağzındadır, kalbinde îmân yokdur ki onun. Namaz farz olmaz çok adama. Herkes bilmiyor, diyorlar, "Efendi ne yapıyor?" filan. Çok adama namaz farz olmaz, namaz farz değildir ona.
Bir Bektâşî kırk sene dolaşmış, kırk sene dolaşmış Bektâşî, hiç bir küşâd yok. Tâ Medîne'ye gitmiş, yanıyor içerisi adamın. Gitmiş Huzûr-ı Saâdet'de, hac zamânı, yerlere kapanmış, ağlamış sızlamış, "Yâ Resûlallah" demiş, "kırk senedir rızâyı Bârî'yi arıyorum, bir küşâdım yok, maneviyyatdan hiç bir zevk alamadım" demiş. Manâda görmüş Cenâb-ı Peygamber'i. "Git İstanbul'a" demiş, "hacca gitme" demiş, "inme aşağıya, Kabe'ye. İstanbul'a git, İstanbul'da Kuşadalı İbrâhim Efendi var, onu git gör, benden selâm götür, ona teslîm ol. O seni vuslata erdirecek" demiş. Haydi Bektâşi dönmüş. Hac zamânı, hac kâfilesi hacca gidiyor, o Medîne'den geri dönmüş, emri almış, gelmiş Sineklibakkal'a. Bir Cuma günü, kimse yok câmide. Bir ihtiyar dervîş, kurban murban gelirse diye bekletiyorlar onu. "Efendi Hazretleri nerede?". "Çubuklu'da" demiş. "Cuma namazını Seyyid Nizam'da kılacaklar, Çubuklu'da mukâbeleler var, orada mukâbele okuyacaklar, Çubuklu Çayırında" demiş. Haydi Bektâşî oraya. Bakmış, orada mukâbelede bulmuş Hazret-i Şeyh'i. O da oturmuş bir tarafa. Mukâbele bitmiş, kalkmış, Hazret'in ayaklarına kapanınca, "Oooo hoşgeldin Sırrı Baba" demiş. "Sana emir veren bana da emir verdi, gel bakayım buraya" demiş, "nedir derdin senin bakayım?" demiş. "Kırk senedir mâlen bedenen hizmet etdim Efendim" demiş, mâlen, bedenen. "Hem bedenen hem mâlla hizmet etdim" demiş, "hiç küşâd yok. Tekkeye girdiğim gibi çıkdım" demiş. Başında fâhir var, sırtında haydariyye. Derken, oradan bir sofu, başında hacı sarığı, tepesinde misvak, o da Hazret-i Şeyh'in ayağına kapanmış. Demiş, "Efendim, o kırk senedir Bektâşîlikde dolaşmış, ben yirmi seneden beri sizin peşinizde dolaşıyorum, sizin bendenizim ben" demiş, "ben de küşâd yok" demiş. "Yaaa, sen de mi, peki gel buraya" demiş Hazret. Hammâmî İhsân Efendi'ye dönmüş, "İhsân, al bunları terbiye et". İhsân Efendi almış onları konağına getirmiş. Çinili Hamamın olduğu yerde, Zeyrek'de. Bektâşî'ye demiş, "Soyun elbiselerini", sofuya demiş, "Sen de elbiselerini soyun". Soyundurmuş. Bektâşiye sofunun elbisesini giydirmiş, sofuya Bektâşinin elbisesini giydirmiş. Sofunun misvağını Bektâşinin kafasına koymuş. "Ne kadar içiyorsun?" demiş Bektâşiye. "İşte yarım binlik filan oluyor" demiş. Sofuya dönmüş, "Sen namaz filan kılmayacaksın, rakı içeceksin. Namaz filan yok sana, rakı içeceksin sen". "Aman Efendim nasıl olur" filan. "Höt!" demiş, "Küşâd istiyorsun mâdem dediğimi yapacaksın. Yoksa açarım kapıyı gidersin" demiş. Bektâşiye dönmüş, "Sana rakı içmek yok, katresini ağzına koymayacaksın. Bütün kazâya kalan namazlarını kılacaksın, oruçlarını tutacaksın. Haydi bakalım yürü". Bektâşi namaza, sofu rakıya. İkisi ters tarafdan. Ahd-i karîbde her ikisi de vuslata ermişler. Her ikisi de. Sonra çağırmış, ikisini de soymuş. Demiş ki, "Senin Bektâşiliğin şeytânî idi, senin de zâhidliğin şeytânî idi, şimdi hakîkati buldunuz" demiş. Haydi bakalım, ikisini de mürşid yapmış, göndermiş. Ters tarafdan tedâvî. Buna ehl-i şerîatın aklı ermediği için bazı ehlullaha dil uzatırlar, bilmezler.
Meselâ büyük bir velî, Ramazan gününde bir şehre giren dervîşine "oruç yiyerek gireceksin" diyor, halkın içerisinde. Kendi de öyle yapmış. Oruç yiyerek girmiş, halk taşa tutmuşlar, yuh çekmişler, dövmüşler, habsetmişler. Sonra gelmiş Efendi, "Mütetâbiayn altmış gün keffâret bir gün kazâ" demiş, "haydi bakalım orucu tutun". Orucu yedirdi ama sonra cezâsını verdiriyor. Kendi de öyl eyapmış. Bayezid-i Bistâmî gitdiği vakitde Bistam şehrine, halk bütün ayaklanmışlar, Hazret-i Şeyh'i karşılamaya, nefs başını kaldırmış, hemen oruç yemiş. Oruçluymuş, orucu bozmuş Ramazan günü. "Üüüü" demişler, "biz bunu evliyâ diye karşılamaya çıkdık, bu herif oruç yiyor, mülhid herif" filan, taşa turmuşlar.
Hakk'a makbûl olmak ister halka menfûr olmadan.
Olmaz öyle şey. Meşâyihe âid şeylerdir bunlar. Ama benim gibi yarım şeyhlere değil. Ârif-i billah olursa o yapar o işi.
Teslîm olan kişiye verilen dersden gayrı ders yapamaz. Kur`ân okuyamaz, Efendi müsâade etmediyse. Kur`ân yâhu! Okuyamaz, olmaz. Böyle teslîmiyyet olacak. Onun Kur`ân okuma devri değildir o. Bir zaman gelir, Kur`ân'ı yüzünden okuyamadığı hâlde, manâ-yı Kurâniyyeye âşinâ olur. Müftüyü susdurur. Sırr ile. Çünkü sôfiyye, kalb temizliğidir. Kalb aynasını temzilemekdir. Diğeri ilimdir. Ondan akseder oraya. Şimdi bir yazının karşısına bir ayna koyarsak, aynayı silersek, o yazı o aynaya aksetdiği gibi, ulemânın kalbindeki bulunan kisbî ilim, kalbi tezkiye eden kişinin kalbine vurur. Onun için susdururlar. Mevlânâ da bunun hikâyesini anlatıyor Mesnevî de. Ama kendi kendine değil. Bir adam bunu kendi kendine yapmaya kalkarsa o vakit, şeytan olur o. Şeytan'dır onun mürşidi.
Efendisine tam teslîm olacak, Efendisi onu ıslâh-ı nefs etdirecek. Söz dinleyecek evvelâ. Birinci şart söz dinlemek. Nefs-i emmâresine dokunduğu vakitde kuyruğu yukarı kaldırırsa ondan hayır gelmez, olmaz. Olmaz, bir şey olmaz. Ama dervîşe sayarlar, işte sürüde bulunduğu için. Uyuzu, giciklisi, topalı filan sürüden sayılır, o kadar. Yani, "men teşebbehe bi kavmin fehüve minhüm", kendisini sôfiyyeye teşbîh etdiği için oradan sayılır o ama adam olmaz. Yaaa! Mutlakâ efendisini görmesi lâzım. Huzûrda edeble oturması lâzım. Fazla konuşmaması lâzım. Ne derse öyle yapacak. Mâlen, bedenen hizmet edecek. Öyle söylüyor büyükler. Ben söylemiyorum, büyükler öyle koymuşlar kâideyi. Fîhi Mâ Fîh'de Hazret-i Mevlânâ söylüyor zâten, oku da bak. "Ben dervîşlerime demiyorum ki bütün servetinizi bana getirin diye. Karınızı boşayın da bana verin de demiyorum" diyor. "Hâlâ yan çiziyorlar bana" diyor Cenâb-ı Mevlânâ.
"Bacıyı bırak" der, bırakacaksın. Bizim beğenmediğimiz sofu bunu yapdırabiliyor. Ama biz öyle şeylere dokunmuyoruz. Islâha gidiyoruz biz, imhâya değil.
Bir şeyh pîrdaşına demiş ki, "Hacca gideceğim, bana bir dervîşini gönder, bana hizmet etsin" demiş, "genç dervîşlerinden birini ver, benim hizmete lâyık genç dervîşim yok" demiş. Genç dervîşlerinden birini vermiş pîrdaşının yanına. Giderken yolda sormuş, "Oğlum ismin ne senin?" demiş. "Mehmed oğlu Ahmed Efendim" demiş. Bu kadar. Bir daha hiç konuşmamışlar. Dönüşde gelmiş, efendisine mektûb yazmış, "Senin bu dervîşinde âfât-ı lisân var, çok konuşuyor bu. İsmin ne diye sordum. Ahmed diyeceği yerde Mehmed oğlu Ahmed dedi. Söyle dilini kessin bu. Fazla konuşmasın". Ama efendi ister ki karşısındaki adam konuşsun, o ayrı. O da bir irşâddır ayrıyeten.
Çıkmışlar dışarıya, bakmış, herif kusmuş, ağzı burnu berbat böyle yatıyor orada. "Hemen su getirin" demiş Hazret-i Şeyh, ağzını yıkamış sarhoşun, kusmuklu ağzını yıkamış, temizlemiş. Yanındaki dervîşler şaşırmışlar, Şeyh niye yıkadı sarhoşun ağzını diye. "Âlet-i Lafza-i Celâl" demiş. "Allah der bu ağız, onun için yıkıyorum" demiş. On parayı da ararmış dervîşinden. Pazara gönderirmiş, Beşiktaş Pazarına. Beşiktaş Pazarında pırasa ucuz olur diye. Dönüşde hesâbı kuruşu kuruşuna yaparmış. Sonra o sarhoşu oradan almış, kendi yatağına yatırmış Şeyh Baba. Kendi odasında, kendi yatağına. Başına da bir binlik koymuş. Adam ayılmış, kalkmış, bakmış, âyetler var duvarda, neredeyim ben diye düşünüyor. Başında da binlik duruyor. Hemen kalkmış oradan, dışarı çıkarken, dervîşe tenbîh etmiş, "şu torbayı kendisine ver" demiş. Torbanın içinde mangır var. Dervîş parayı görünce sinirlenmiş, "Bana gelince on parayı arar, tâ Beşiktaş Pazarına gönderiyor beni, pırasa aldırmaya, on para ucuz diye. Sarhoşu kendi yatağına yatırdı, ağzını burnunu yıkadı pezevengin, ondan sonra bir torba da altın veriyor". Sonra gelmiş Hazret-i Şeyh. "Gel bakayım, otur buraya" demiş. "Böyle böyle düşündün değil mi?" demiş, "kalbin böyle böyle söyledi. Ulan senin kibrini kırdım, riyân çıkdı, riyânı kırdım, ucubun çıkdı, ucubunu gitdi, gadabın çıkdı. Onun bir çıkıntısı vardı. Şimdi bu son nafakasıydı onun" demiş. Hakîkaten de o adam tövbekâr olmuş, kâmil bir insân olmuş.
Bir şeyh dervîşlerine demiş ki, "Şu karşıki konağın içine girip, bahçe tarafındaki pencerenin yanındaki konsolun içerisinde mücevherler var, para var, kim çalacak?" demiş. "Hırsız arıyorum, hırsız arıyorum, var mı hırsız içinizde?". Baş halîfeye söylemiş, "Efendi, hiç öyle şey olur mu!" demiş, "Allah'a isyânda kula itâat olmaz" demiş. İlmi var onun çünkü. Horozlanmış. Oradan birisi, "Eyvallah Efendim, ben varım" demiş. "Haydi git, al da gel" demiş şeyh. Gitmiş, almış, getirmiş. Hakîkaten de dediği yerde efendinin. O gece konak yanmış. Adam gelmiş, evde yokmuş adam, konağın yandığını görünce, "Mahvoldum! Eyvâh! Çoluğum çocuğum meydanda kaldı!" diye feryâda başlamış. Hazret-i Şeyh adamı çağırmış, "Gel buraya, al paralarını, buyurun, bu kadarını kurtardık" demiş. Çaldırdı parayı, sâhibine verdi. Çaldırmamış, yanmasın diye kurtarmış. Zâhirde sirkat görünüyor, hakîkatde yardım.
Hazret-i Hüdâyî Efendimizin bir yazma eserinde, kendi zamânında yazılmış, târihi öyle çünkü, onun içerisinde bir kıssa gördüm. Genç bir dervîş varmış, şeyhi gayr-ı meşrû bir hareketde bulunmuş. Ne yapdıysa, o genç dervîş şeyhin bu hareketine muttali olmuş, onun yapdığı işe yani. Fakat hiç yüzünü değiştirmemiş, ne yüzünü asmış, ne vazîfesinde ihmâl göstermiş. Evvelce efendisine muhabbeti, hizmeti nasılsa, aynı hizmeti, aynı muhabbeti devâm etdirmiş. Sonra şeyhi bir gün demiş ki, "Benden gayr-ı meşrû bir fiil, Allah'a karşı bir isyân hareketi vukû buldu, sen de buna muttali oldun. Kimse görmedi, Allah biliyor, bir de sen biliyorsun, bir de ben biliyorum bunu. Bana karşı hiç soğukluk göstermedin oğlum" demiş. "Efendi, ben senin noksanını görmeye gelmedim ki buraya, ben buraya terbiye olmaya geldim" demiş. "Senin yapdığın hareket beni hiç alâkadar etmez" demiş. "Benim vazîfem sana gönül rızâsıyla hizmet etmek ve adam olmak" demiş. "Haydi adam ol" demiş kendisine. Ve adam olmuş o zât. Hazret-i Hüdâyî yazıyor yani kendisi. Efendinin noksanına bakmaya gelme, sen adam olmaya çalış.
Dikkat edilirse, Hıristiyanlar kiliseye gidiyorlar, putun karşısında ağlıyor, yalvarıyor, sızlıyor filan, Allah onu oradan mahrûm etmiyor. Yâhud putperesti. Bir şey veriyor ona ki gidip ona tapıyor o, yalvarıyor. Gene Allah veriyor, put vermiyor onu. Bununla ne gösteriyor? Bir insanın şeyhinde hiç bir şey olmasa, onu kudsî, mukaddes bilirse, o mürîd yürür o. Azîz olur o, yürür o. Yani vuslata erer. Ona düşen vazîfeyi yapmakdır. Ne derse onu yapacak o. Şeyhin noksanını görmeye gelme oraya, kendi noksanını ikmâl etmeye gel.
Bir zât Dicle'nin kenarında dolaşıyormuş, sal bekliyor. Salla karşıya geçiriyorlar adamları, nehirden. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri oradaymış, dedi, "Ne bekliyorsun evlâdım burada?" dedi. "Şeyhim, karşıya geçeceğim, sal bekliyorum" dedi. "Gel ben seni geçireyim karşıya" dedi. "Gel bakayım benimle beraber. Sakın zinhâr, sen ne tesbîh et, ne tevhîd et, senin vazîfen yalnız şeyhin dediği gibi diyeceksin. Şeyhin dediği gibi, şeyhin dediği gibi". Tutdu elinden, suyun üzerinde yürümeye başladılar. Şeyh diyor ki, "Allah Allah Allah". O da, "Şeyhin dediği gibi, şeyhin dediği gibi, şeyhin dediği gibi". Gidiyorlar. Tam Dicle'nin ortasına geldiler, dervîşin aklına şey geldi, "Ulan ben niye şeyhin dediği gibi diyeyim, ben de Allah diyeyim" demiş. "Allah" demesiyle, lüp diye suyun içine gitdi. Hemen yakaladı ensesinden Hazret-i Şeyh, "Sende zikrullaha lâyık ağız mı var zannediyorsun! Sen şeyhin dediği gibi diyeceksin! Yoksa geberirsin Dicle'nin ortasında. Allah demeye ağız mı var sende" dedi. "Tathîr et ağzını evveliemirde. Sen şeyhin dediği gibi diyeceksin". Yani teslîm ol şeyhe. Teslîmiyyet, bütün davâ orada.
Bir zât-ı muhterem dervîşleriyle beraber oturuyormuş, İkindi Namazı okunmuş, dervîşler hemen ayağa kalkmışlar, "Efendim câmiye..." diyecek olmuşlar, "Oturun! İşittim ezanı ben" demiş. Halk câmiye girmişler, bir müddet sonra kubbe aşağı inmiş. "Nerede o İkindi Namazını kılacak olan zevât?. Şimdi kılalım ikindiyi, haydi kalkın". Orada kılmışlar ikindiyi.
Senin nene lâzım. Otur der oturacaksın. "İşim var efendi ben gideyim". "Otur" dedi mi oturacaksın. Gidersen bir belâyla karşılaşırsın. Belâyı önler o. Görür onu o. Sen görmezsin onu, bilmezsin. "فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙۖ fe elhemahâ fücûrahâ ve takvâhâ". O, ilhâmât-ı rabbânî ile olur. Allah öyle diyor. Diyor ki Hazret-i Pîr Efendimiz, büyükler de öyle söylüyor hepsi, meşâyih-i kirâm hazerâtına karışmayın diyorlar. Size düşen vazîfe neyse onu yapın siz. Onlar Hakk'la beraberdir, bırakın onları kendi hâline.
Nakşîlerin kitâbında var be! Biz söylesek "Halvetîler yapdı" diyecekler. Reşahatü'l-Aynü'l-Hayat'da var. Sohbet ediyormuş Hazret-i Şeyh, sohbet ederken, namaz vakti gelmiş. "Efendim namaz vakti geldi" demiş birisi. "Otur!" demiş, "namaz kazâ olur, sohbet kazâ olmaz" demiş. Söyleyen ben değilim, Nakşî şeyhi, büyüklerden biri söylüyor. Ben söylesem, "Bunda Bektâşîlik var gâliba" filan diyecekler.
Ben orasını burasını bilmiyorum, Sâlih bana anlatdı, Celal Hoca'nın yeğeni. "Bir bayram sabahı câmiden çıkdım" dedi, "Âsım Bey'le karşılaşdım". Bizim sigortacı Âsım Bey var, tanırsınız. "Sâlih nereye?" filan. "Haydi gel, şeyhimin kabrine gidelim, ziyâret edelim" demiş. "Bir Fâtiha okursun, Cenâb-ı Hakk yümn ü bereket verir" demiş sigortacı Âsım Bey. "Gitdik beraber" diyor. "Ramazandan çıkmışız, benim randevum var" diyor affedersiniz, "bir Rum kadınınla" diyor. "Gitdik, Küçük Hüseyin Efendi'nin kabirni ziyâret etdik, duâ etdik orada, Âsım Bey'le beraber. Oradan döndük, Âsım Bey'i kafese koydum, kaçdım ben" diyor. "Gideceğim yere gitdim" diyor, "yatağa girdim, sakallı bir adam" diyor, "yatağın içinde" diyor. "Bir şeyh efendi yatıyor yatağın içinde. Ondan sonra ben tövbe etdim" dedi, "bir daha harama yan bakmadım" dedi. Sâlih Bey'in bizâtihî kendisinden işittim. Yemîn-i billahla ağlayarak söyledi. "O son oldu" dedi.
İşte Efendim de anlatırdı, Allah rahmet eylesin, mürşid-i azîzim, "Gencim diyor, bir yere gitdik diyor, ama bizim kötü bir niyetimiz yok, bakıyorduk yalnız" diyor. "Bir de bakdık" diyor, "reîsülmeşâyih çıkdı", 'Fahri! Buraya gel! Sen burada ne arıyorsun!' dedi. "Hemen arabaya bindirdi, aldı getirdi bizi" diyor. Hep anlatıdı kendisi.
Tevhîd yolunda gidenlere Allah böyle nice neşeler, nice zevkler, nice letâif verir. Ama görene! Görmez herif! İçinde duruyor da nimetin farkında değil. Nimeti yiyip içip oturuyor böyle, gene farkında değil. Kendinden biliyor. Halbuki tard olur.
İşte, malûm-i ihsânınız Resûl-i Ekrem'in vahiy kâtibleri vardı. Resûl-i Ekrem'e vahiy geldiği vakitde, Efendimiz kış günlerinde terlermiş. Vahiy geldiği vakitde. Deve üstünde vahiy gelirse deve çökermiş yere. Böyle. İşte yazarken, "ve kânallahu" dedi Cenâb-ı Peygamber, o kâtib hemen, "alîmen hakîmâ"yı basdırdı. Ve Efendimiz de öyle okudu onun arkasından. Hemen "Bana da vahiy geliyor" demesin mi herif! Derhal tard olundu. Bize büyük ders var. Kendinden bildiği için tard olundu. Halbuki Resûl-i Ekrem'e gelen nûrdan ona da sıçramışdı, ondan bilmesi lâzım gelirken, kendinden bildi, "Bana da vahiy geliyor" dedi, kovuldu, tard edildi vahiy kâtibliğinden.