27 Şubat 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Vesîletü'l-Merâmında, "يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُٓوا اِلَيْهِ الْوَس۪يلَةَ وَجَاهِدُوا ف۪ي سَب۪يلِه۪ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ" âyet-i celîlesini îzâh ederken buyuruyorlar ki :
Allahu Te'âlâ ibtigâ-i vesîle emreyledi. Yani kendinize tarîk-ı îmân ve takvâya 'ârif ve ahvâl-i sülûke vâkıf ve Hakk'ı zât ve sıfatına lâyık vech ile vâsıf bir vâsıta taleb ediniz ki, tezkiye ve tasfiyenize bâ'is ve bâdî ve sizi a'lel-metâlibe hâdî ola. Kemâ kâle Te'âlâ, "هُوَ الَّذ۪ي بَعَثَ فِي الْاُمِّيّ۪نَ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِه۪ وَيُزَكّ۪يهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَۗ". Yani Allahu Te'âlâ, Cenâb-ı Nübüvvet'i vâsıta-i tezkiye eyledi. Ve ta'lîm-i şerâi' ve hakâika hoca kıldı. Ve meb'ûsün-fîh olanları ümmiyyet ve dalâlle vasf etdi. Zîrâ ta'lîm ve irşâd ümmî ve dâlledir. Yoksa 'âlim-i billâh ve mühtedî ilallâha değildir ki, hâsılı tahsîldir.
Ve her asrın şeyhi, her nebînin kavmi gibidir. Anın içün şeyhi olmayanın şeyhi şeytândır. Nitekim Cüneyd-i Bağdâdî ve Ebû Yezîd Bistâmî buyurmuşlardır ki: "men lem yekün lehû şeyhun fe şeyhuhû şeytânun". Yani ahkâmda mu'allimi ve hikem ve hakâikde mürşidi olmayan kimse, câhil ve dâlldir. Zîrâ kemâlâtı insâniyyenin bi-hasebil-gâlib husûlü sohbete mu'allakdır. Ve ol sohbet Cenâb-ı Nübüvvet ile vâki' olmuşdur. Anın içün cülesâsı ashâb ile mulakkab oldu. Ve bundan ahz olundu ki, sohbetden eşref nesne yokdur. Bu cihetden denilmiştir ki, "Huzi'l-ilme min efvâhi'r-ricâl". Yani 'ilm-i hakîkîyi 'ulemâ-i billâh ağızlarından ahz ediniz ki, onlar bu 'ilmi hayyen 'an hayyin ahz etmişlerdir. Nitekim 'ulemâ-i rüsûm 'ilimlerin meyyiten 'an meyyitin istifâde eylemişlerdir. Hayy ile meyyitin farkı ise, Hakk ile halkın farkı gibidir. Çünkü sohbet-i hâss ola, lâ-cerem müsta'idd olan ahz-ı feyz ede. Ve derecât-ı tenezzülde zen hükmünde iken müfîzi olan insân-ı kâmil gibi merd ola.
İşte buradandır ki derler : "El-ilmü zikrun lâ yukbelü illâ zükür". Yani 'ilm-i ilâhî ehli müzekkerdir ki zen-i kâsıra gibilerle sohbet kabûl etmezler. Meğer ki merd-i kâbil ola. Ve ricâl hakîkaten ve hükmen olmağa şâmildir. Onun için ba'zı âsârda abdâl içinde zen dahi bulunur. Fe emmâ recül hükmünde 'addolunur. Zîrâ kemâl-i insânî i'lâ-i kadr ve i'tâ-i şeref eyler. Ve şol ki nâkısı şeyh ittihâz eyleye, onun hakkında gelir : "Len yuflihu'l-kavmu temellekehüm imraatün". Bu hadîs, gerçi mülûk hakkındadır ki, kurûn-i ûlâda Acem'de ve Mısır'da ve bazı bilâdda hâtunlar dahi melîke olurlardı, fe emmâ işâreti zikretdiğimiz ma'nâya dâirdir. Fefhemi'l-işârete cidden.
Elhâsıl bi'l-asâle müzekkî Allahu Teâlâ'dır. Nitekim Kur’ân'da gelir : "بَلِ اللّٰهُ يُزَكّ۪ي مَنْ يَشَٓاءُ". Yani tezkiyede te'sîr Allahu Te'âlâ'dandır ki, müsta'iddin kâbiliyetine râci'dir. Zîrâ hacer gevher olmaz. Ve mühre mürvârîd mertebesin bulmaz. Ve bi'l-vekâle enbiyâ ve onların vârisleri olan 'ulemâ-i billâhdır. Pes bir kimse onlara müzekkî ve mutahhir dese, ism-i fâil sîgası üzere şirk lâzım gelmez. Ve burada sebebe isnâd mecâzdır denilmez. Zîrâ evliyâ fânî-fillâh ve bâkî-billâhdır. Ve onların tezkiye ve tathîrleri Hakk'a râci'dir.
Nitekim Tenzîl'de gelir, "اِنَّ الَّذ۪ينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّٰهَۜ يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْۚ". Yani ıtlâk üzerine mübâya'a-i nebeviyye, mübâya'a-i ilâhiyye kılındı. Ve yedine yedullâh denildi. Zîrâ mazhar-ı tâmmdır ki, cilvegâh esrâr-ı zât ve sıfat ve âsâr ve ef'âl ve şuûnudur. Anın içün, "وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰىۚ" dahi vârid oldu.
İşte sana bir vesîle ve bir vâris-i kâmil bulmak lâzım geldi ki, ona mübâya'an, mübâya'a-i nebeviyye gibi ola. Ve belki mübâya'a-i ilâhiyye derecesin bula. Zîrâ taleb bilâ matlûb kifâyet etmez. Belki matlûb-i vicdân dahi lâzımdır. Gerek ol matlûb karîbde olsun ve gerek ba'îdde olsun. Nitekim hadîsde gelir. "Utlubu'l-'ilme velev bi's-sıyn". Yani 'ilm-i billah taleb ediniz, gerekse ona 'âlim olan Çin vilâyetinde olsun ki, bilâd-ı maşrıkın aksâsında bir şehr-i azîmdir. Ve bunda işâret vardır ki, âhir-i mevlûd Çin'de doğsa gerekdir ki, onun da'vetini kimse kabûl etmeyip, 'ilim onunla munkarız olsa gerekdir. Ve 'ilm min ba'd ma'nâ ciheti gibi sûreten dahi 'akîm olup, kıyâmet-i kübrâya dek noksan bulsa gerekdir. Ve 'ârif-i mezkûrun vücûdu kalîl olmakla vicdâna dek, seyyâh olmak lâzım geldi. Pes seyyâh olmak Hakk'ı taleb için değildir. Zîrâ Hakk dâimâ seninle biledir. Ve sefer ve ikâmet bu hususda birdir. Belki Hakk'ı bulanı bulmak içindir. Zîrâ vâcid-i Hakk bulunmadıkça mevcûd-i hakîkî bulunmaz. Onun için bir üstâd şâkirdine dedi ki, "Yâ gulâm, bir kerre Bâyezid'i görmek, bin kerre Hakk'ı görmekden evlâdır. Zîrâ Hakk'ı dâimâ görürsün velâkin bilmezsin".
Var imdi bir bilire mukârin ol, tâ ki gördüğün zâtı sana ta'rîf ede ve rü'yetin sahîh olduğu zuhûra gele. Pes padişâhı tebdîl-i câmede gören kimse padişâh idüğünü bilmeyicek, padişâhı görmüş olmaz. Ve buradandır ki bi'l-kuvve ile bi'l-fiil berâber değildir. Zîrâ kuvvede zuhûr yokdur. Nitekim bi'l-fiil ile bi'l-fiil dahi müsâvî olmaz. Zîrâ bi'l-fiil pâdişâhı mutâla'a eden kimse, o idüğün bilmeyicek, bi'l-fiil görmüş olmaz. Belki ol rü'yet ona bi'l-kuvve gibi olur. Nitekim a'mânın dâire-i basarı küşâde olsa dahi hatkesi görmeyicek, yine a'mâdır. Bu sebebden mahal kifâyet etmedi. Belki mahalde nûr olmak dahi lâzım geldi. Ve bundan fehm olundu ki, insân-ı kâmil ve şeyh-i vâsıl mürîdin basîretine kehle'l-cevâhir gibi sürme-i tevhîd çeker. Ve kesretde vahdeti ona mutâla'a etdirir.
Sôfîlerin ulularından Ebû Saîd Ebu'l-Hayr Hazretleri bu hakikati şöyle ifâde buyuruyorlar :
Bir kimse en yüksek derecelere ulaşsa, hattâ gaybı bilse, ama bir pîri ve üstâdı olmasa, ondan hiç bir şey hâsıl olmaz.