19 Temmuz 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri buyuruyorlar ki :
"Hakk, kendisine hicâb olmuşdur" denilmesinden maksûd budur ki Hakk Teâlâ’nın kemâl-i zuhûru kendine perde olmuşdur. Zîrâ, "وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيهِ" vefkınce kemâl-i kurbu vardır. Kemâl-i kurbda ise müşâhede müyesser olmaz. Onun için mertebe-i "ev-ednâ"da, yani 'abdin kemâl-i fenâsında müşâhede ve zevk-ı müşâhede yokdur. Zîrâ bu mertebede şâhid ve meşhûd bir olur. Bu sebebden "kâbe kavseyn"-i farka nüzûl ederler, tâ ki kurb-i mütevassıt hâlinde ehl-i müşâhede olalar ki ol kurb-i mütevassıtdan murâd mertebe-i 'abdiyyetin bekâsıdır ki ona bekâ-i resm derler. Ve bu mertebenin hâli 'ilimdir ki iki mef'ûle ta'diye eder ki biri Hakk'a ve biri kendi nefsinedir. Ve ona cem'u'l-cem' derler ki fark ile cem'i, yani istitâr ve tecellîyi bir yerde cem'dir ki zevk-ı müşâhede burada hâsıl olur. Nitekim hadîsde gelir, "Allahümme inni es'elüke lezzet'n-nazari ilâ vechike'l kerîm". Bunu böyle bilesin.
Ve işâret-i mezkûrede böyle demek dahi olur. 'Ayn-ı 'abd ki 'ayn-ı Hakk'ın tecelliyâtındandır, sûret-i 'abdiyye ol 'ayna perde olmuşdur. Şöyle ki ortada görünen sûretdir, 'ayn nâbûddur, rûh ile cesed gibi. Ve Hakk Te'âlâ 'abdi kendi sûret-i hakîkıyye-i kemâliyyesi üzerine halk edüp sûret-i 'abdiyyeyi ol hakîkat kenzine tılsım gibi eylemişdir. Pes, tılsım meşhûd ve kenz gayr-i meşhûddur, ma'ahâzâ biribirine ittisâl-i kavîsi vardır. Ve 'abde ridâü'l-kibriyâ denildi ki rütbe-i mazhariyyetdir ve bu rütbe ona âyîne olmuşdur. Nitekim tâife-i Arab, ekser-i evkâtde, husûsan eyyâm-ı şitâda, ridâsıyla mürtedî ve müstetir olur. Şöyle ki görünen ancak gözleri kalır. İşte bu ma'nâ rubûbiyyet mertebesine işaretdir ki Hakk Te'âlâ’yı cennetde bu mertebeden görürler, yoksa keşf-i zât mertebesinden görmezler ve illâ muhterık olurlar. Ve Hazret-i Mûsâ'nın Cebel-i Tûr'da sükûtu bu mertebedendir. Zîrâ vücûd-i hâricînin bu mertebeye tahammülü yokdur. Kalbe vâkı' olan ise berk gibi ânî ve lemhî nesnedir ki yetmiş bin hicâbı hark edip zâhir olur.
İşte ol yetmiş bin perde dedikleri ki kimi zulmânî ve kimi nûrânîdir, mukaddem bi-hasebi'l-'urûc ile'l-mebdei'l-a'lâ münharık olmak gerekdir, tâ ki netîcesi tecellî-i zâtî ola. Pes, kümmel bu makâma erdiklerinde hicâbdan halâs olurlar, velâkin tecellî-i zâtîye göre ekser-i evkâtde yine hicâb içinde kalırlar. Bu hicâb onlara hicâb-ı rahmet-i nûrânîdir, yoksa hicâb-ı zahmet-i zulmânî değildir. Yani güneş üzerinde gaym-ı ebyaz-ı rakîk gibidir ki fi'l-hakîka şemsin müşâhedesine âyîne düşmüşdür. Eğer bu âyîne olmasa nûr-i şems nâzırın çeşmini ihtitâf eylerdi. İmdi gerçi vücûd-i Hakk, şuhûd-i Hakk'a perdedir, fe-emmâ âyînedir ki ondan seyr olunur. Ve cemî'-i eşyâ, esmâya ve cümle-i esmâ dahi zâta âyîne vâkı' olmuşdur. Velâkin hicâb-ı beşerî terkîk ve âyîne-i 'abdiyyet taltîf ve taskîl olunmak gerekdir, tâ ki âyîne dahi yüz göstere ve illâ nûr-i şems mün'akisdir. Eğerçi a'mânın gözü ona vâsıl değildir. İşte vuslat içinde firâk ve 'ayn-ı cem'de fark dedikleri budur ki gören müştâk ve görmeyen müştâkdır. Zîrâ görenin dahi hâli hayretden hâlî değildir. Onun için bî-vücûd olanlar dahi yanmakdan hâlî değildir, ma'ahâzâ yanacak mâdde yokdur. Pes, iştiyâk mahbûbun türlü türlü vech ile televvününden gelir ve ol televvünün cümlesi hüsniyyâtdır. Ve bu televvünden hâsıl olan hayrete hayret-i memdûha ve 'âşıkın telvînine telvîn-i memdûh derler. Hattâ telvînden sonra temkînden sonra dahi bir telvîn gerekdir ki netîcesi telvînde temkîndir. Ve bu makâma vâsıl olanın hâline nifâk-ı ekber derler ki Hakk Te'âlâ esmâ ve sıfâtıyla her yüzden nice bir başka yüz ile göründü ise insân-ı kâmil dahi herkese ol kesin yüzünden görünür ve ol kes onu yalnız kendi isminde sanır, ma'ahâzâ cümle-i esmâyı câmi'dir. Ve hadîs-i tehavvülde ki Hakk Te'âlâ yevm-i kıyâmetde suver-i muhtelifede görünse gerekdir. İnsân-ı kâmil ol suver-i muhtelifenin mecmû'ası ve vech-i ehadiyyetidir ki herkese birer yüzden görünen yüz ona her yüzden görünür.
İşte ilim ve i'tikâd ve şuhûd ne vechile olmak gerekdir, bir hoş fehm edip sen dahi insân-ı kâmilin erdiği netîceye vusûle sa‘y eyle. Ve sana bu makûle nifâkın zararı yokdur. Zîrâ 'ilmin 'âmm ise 'amelin hâssdır ki şer' ile mukayyeddir. Yani gerçi bâtında 'âlem-i ıtlâkdasın, fe-emmâ zâhirde şer' seni takyîd etmişdir ki bu 'âlem dâr-ı teklîfdir. Ve sen hâmil-i emânet-i kübrâsın, velâkin ne vechile me'mûr oldunsa hareketin ona tâbi'dir. İmdi makâmına göre her ismin netîcesiyle 'amel eyle, tâ ki cem'iyyet ve ihâta ile ser-efrâz ve âhâd-ı nâsdan her vech ile mümtâz olasın.