Allahu Zü'l-Celâl ve Tekaddes Hazretlerini dilleriyle tevhîd eden, O'nun vahdâniyyetine inanan ve sebeb-i hilkat-i âlem olan Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâmı, evlâdını, ashâbını, ensârını, velîlerini her şeyinden ziyâde severek îmânını kemâle erdiren, Hakk'ın cennetine tâlib, rızâsına râgıb, cemâline âşık olan mü'minler, âşık-ı sâdıklar!
Allah indinde en yüce makâm, kulun Allah'dan korkmasıdır. Müttakîlerdir, Allah'dan korkanlardır ki onlar, en yüce makâmı ihrâz etmişlerdir. Müttakîlerin, Allah'dan korkanların başı, imâmı, önderi, Hazret-i Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâmdır.
Bir defa düşün. Bu âlemi Cenâb-ı Hakk, Habîb-i Edîb'i hürmetine halk etmişdir. Yani Hazret-i Muhammed hürmetine. Bir hadîs-i kudsîde buyurmuş ki "levlâke levlâk lemâ halaktü'l-eflâk, seni halk etmeseydim habîbim Muhammed, bu kâinâtı halk etmezdim. Ve Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem sebeb-i hilkat-i kâinât bulunmakdadır ve bu sözle makâmı bizlere bildirilmişdir. Böyle olmasına rağmen, Allah'ın pek sevgilisi olmasına rağmen, Hakk'dan en ziyâde korkan Habîb-i Hudâ, Şefî-i Rûz-i Cezâ, Hazret-i Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâmdır.
Hattâ geçen hafta söylemişdim ama gene söyleyeyim. "Mirâcda ben Cibrîl-i Emîn'i gördüm, devenin üzerindeki bulunan çul, rüzgar esdiği vakitde nasıl titriyorsa, Hakk korkusundan öyle titiriyordu" diyor. Hattâ sormuş Cebrâil aleyhisselâma, demiş ki, "Yâ Cebrâil, seni Allah vahiy meleği yapmış, Hakk'dan bu kadar korkmanın sebebi nedir?". "Yâ Resûlallah" diyor, "İblîs'i görmedin mi, Şeytân'ı, Azâzil'i, semâda ve ardda Rabbine secde etmedik yer bırakmadı. Yüz binlerce sene Allah'a ibâdet etdi. Fakat ufak bir itirazdan dolayı, Hazret-i Âdem aleyhisselâma secde etmemesinden dolayı rahmet-i ilâhîden tard olundu".
Bu haber bizim için çok mühim bir hâdise. Gönüller açık bir ovaya benzer, her tarafdan rüzgar esebilir içerisine. Hakk korkusunu bırakmamalı insan, Hakk korkusu olan gönüller, Hakk Teâlâ'nın sarayı olan gönüllerdir, kalblerdir yani. Allah o gönüllere tecellî eder ki işte evvelleri Hazret-i Habîb-i Hudâ ve Şefî-i Rûz-i Cezâ, İmâm-ı Etkıyâ Efendimiz Hazretleridir, sallallahu aleyhi vesellem.
O'nun ashâbı da bu tarzda Hakk'dan korkarlardı. İleri gelen ashâbından ve cennet ile tebşîr olunan Hazret-i Ömer ibn Hattâb radıyallahu anh Hazretleri, bir gün at üstünde, "إِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَاقِعٌ inne azâbe rabbekeke le vâki" âyet-i kerîmesini işitdiği vakitde atdan aşağı düşdü. Yani manâsı, "Allah'ın azâbı muhakkakdır". Bu âyeti işitdi, titreyerek atdan aşağı düşdü, bir ay kendisine gelemedi.
Gene sahabeden siyâhî yüzlü bir sahabe, yani yüzü siyah gönlü nûrdan daha ak olan bir sahabe, Huzûr-ı Risâlet'e vardır, Fahr-i Risâlet sallallahu aleyhi vesellemin huzûruna, "Yâ Resûlallah, ben büyük bir günah işledim" dedi. "Bu işlediğim günahı Allahu Teâlâ Hazretleri gördü mü?". "Elbette gördü" dedi Peygamberimiz. Tekrar etdi, "Gördü mü Yâ Resûlallah". "Evet, elbette gördü". "Titredi ve derhal rûhunu Allah'a teslîm eyledi".
Bu kadar Hakk'dan korkarlardı.
Hilâfet Hazret-i Ömer'e teveccüh etdiği vakitde, Cenâb-ı Hazret-i Ömer, geceleri sabaha kadar uyumaz, mahalle mahalle kapı kapı dolaşır, ibâdullahı beklerdi. Ve derdi ki ekseri zamanda, "Keşke Ömer'in annesi Ömer'i doğurmuş olmasaydı. Bu makâm bize teveccüh etdi, bunun hesâbı çok ağırdır" derdi. Hattâ vefâtı esnâsında kendisine dediler ki, "Ebûbekir Sıddîk seni yerine namzed göstermişdi, sen de namzed göstermez misin? Meselâ oğlun Abdullah'ı". Abdullah ibn Ömer için söylüyorlar. "Onu halîfe göster". Dedi ki, "Hayır, bir evden bir kurban kâfîdir" dedi. Yani "Ben kurban oldum, kâfî o kadar" dedi.
Bu kadar Hakk'dan korkarlar idi.
Diyor ki İbn Abbâs Hazretleri, "Bir gece bakdım ki Ömer ibn Hattâb gece dolaşıyordu, rast geldim, dedim ki, 'Yâ Emîr, arkadaş olabilir miyiz'. 'E konuşalım' dedi" diyor. "Beraber dolaşıyoruz" diyor. Bir evin önüne geldik bakdık ki bir ihtiyar kadın içeride çocuklarına, 'Şimdi yemek pişecek, biraz sabredin' diyor, hem ağlıyor, hem bir takım kasîdeler söylüyor. Çocuklarını uyutmaya çalışıyor yani ninni vaziyetinde. Epey bekledik orada, bir türlü o tenceredeki yemek pişmedi. Sonra Hazret-i Ömer ibn Hattâb kapıyı çaldı, dedi ki, 'Hanım, tencerede ne var' dedi" diyor. Bizim evlerimiz gibi değil onların evleri o devirde. İçerisinde su var ve içerisinde birkaç tâne taş var. 'Niçin böyle yapıyorsun?'. 'Çocukları uyutmak için. Günlerden beri açlar. Onlar yemek pişecek diye uykuları gelecek uyuyacaklar, sabahı bulacağız' dedi" diyor. 'E peki çocukların babası nerede?'. 'Çocukların babası gazâya gitdi, harbe gitdi. Allah Ömer'i bildiği gibi yapsın. Babalarını harbe götürdü fakat çocuklarına el uzatmadı, bir şey vermedi' dedi" diyor. O vakit bizâtihî dedi ki, 'Niçin Hazret-i Ömer ibn Hattâb'a müracaat etmediniz?'. Dedi ki, 'O emir ki milletini bilmez, ondan ne hayır gelir! Mâdem ki hilâfeti üzerine yüklendi, bu emâneti, onun bizi bulması lâzım gelirdi. Ben mi gideceğim onun ayağına' dedi diyor. Ağlayarak oradan çıkdık dışarıya, beytü'l-mâl-i müslimîne geldik, bir çuval un aldı, bir testi yağ aldı, unu sırtına, çuvalı ve eline de testiyi aldı, yağ testisini". İbn Abbas diyor ki, "Yâ Emîre'l-mü'minîn, bir tânesini de bana ver" dedim diyor, "yük ağır oldu çok ağır. 'Sırtımdan yükü kaldırmakla hesâbı üzerimden kaldıramazsın. Bu vazîfe benim, ben taşıyacağım' dedi' diyor. Ve gitdik o hanımın hânesine. Bizâtihî kendisi ateşi üfledi, üflerken ateş sıçradı, sakalının bir ucu yandı, bir mikdarı yandı" diyor. "Sonra ağlayarak dedi ki, 'Hanım, Ömer ibn Hattâb benim, bilseydim senin bu hâlini, bugüne kadar seni bu hâlde bırakmazdım. Yarın lütfen beytü'l-mâl-i müslimîne gel, senin ismini kaydedelim' dedi".
Yani bu şekilde Allah'dan korkarlar idi.
Vefâtından altı ay sonra rüyâda görmüşler Ömer ibn Hattâb'ı, "Allah sana ne muâmele etdi?" demişler. İyi dinle! "Şimdi hesâbdan kurtuldum" demiş. Yüzü sapsarıymış. "Niçin muâheze oldun yâ emîre'l-mü'minîn?" demişler. Demiş ki, "Bir yular vardı, deve yuları, askeriyyenin. Onu bir kaç defa kopdu dikdirdik, kopdu dikdirdik. Sonra gene dediler ki, yular kopdu. Artık bırakın onu, yenisini takın diye söyledim demiş. Halbuki o yular bir defa daha kullanılabilinirmiş. Milletin malını niye dışarıya atdın diye beni muâheze etdiler' demiş.
Bu Ömer ki adâleti, düşmanları tarafından bile tasdîk olunmuşdur. Ömer ibn Hattâb'ın adâleti, düşmanlar tarafında da tasdik olunmuşdur yani. Hattâ bir zamanlar Kenedy demişdi ki, "Burası Beyazsaray değil, Ömer'in kulubesi" demişdi. Yani adâlet yeri, adâlet tevzi' olunan yer demek istiyordu yani. Düşmanı dostu, Ömer ibn Hattâb'ın adâletine hayrandır yani.
Böyle olduğu hâlde Hakk'dan bu şekilde korkarlardı. Peygamberimiz ona demişdi ki, on kişi bunlar, "Siz ne yaparsanız yapınız, ehl-i cennetsiniz" buyurmuşdu. Yani cennetle müjdelenen on kişi bunlar. Böyle olduğu hâlde.
Gene Şâh-ı Merdân, Ali ibn Tâlib Hazretleri, şehîd etdiler kendisini, teneşire yatırdılar yıkayacaklardı, omuzları çürümüşdü. Etlerin üzerinde iplerin yerleri vardı böyle buralarında. Sordular sonra, İmâm-ı Hasan buyurdu ki, "Herkes Kûfe şehrinde uykuya vardığı vakitde, Şâh-ı Merdân, sırtına öte beri alıp kendisi bizâtihî fukarâ-i müslimîne taşırdı, gece. Göstermezdi kimseye". Omuzu çürümüşdü. Bu şekildeydi. Onun için Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, öyle söylemiş Hazret-i Ali'ye, "Seni sevenler mü'mindir, sana buğz edenler münâfıkdır yâ Ali" demiş.
Bir gönül ittikâ sâhibi olmazsa, o gönülden hayır gelmez. Yani kalb denilen nesne, orası, ya Şeytan'ın evidir, ya Rahmân'ın evidir. İttikâlı gönüller, müttakî olan gönüller, rahmetle, mürüvvetle, sabırla, hilmiyyetle dolup taşar. Küfür evleri yani Şeytân'ın sâkin olduğu evler ki, kâfirlerin kalbleridir, münâfıkların kalbleridir, orada ise hased, buğz, kîn, buğz ile doludur.
Gene Hazret-i Şâh-ı Velâyet'den, cömertliğine âid bir menâkıb söyleyeyim size, sehâvetine nişâne olmak üzere, Selmân-ı Fârisî Hazretleri diyor ki, "Bir gün Hazret-i İmâm'la beraber gidiyorduk, bir sâil çıkdı önüne, Şâh-ı Merdân Hazretlerine, İmâm-ı Ali'ye, 'Yâ Ali, şey'en lillah' dedi. Bana döndü dedi ki, 'Selman, o ekmek torbasını bu fukarâya ver'. Yâ İmâm, ekmek torbası devenin üstünde, biraz deveyi ıhtıralım sonra vereyim' dedim. 'Lüzûm yok, devesiyle ver' dedi" diyor. "Devesiyle ver dedi" diyor.
Bunların, bu zevât-ı âlî-kadrin, bunların kerâmâtından, hâllerinden, denizden bir katre, şemsden bir zerre olarak size haber veriyoruz. Bunlar, Hakk'dan korkuyorlar bunlar işte. Tir tir titriyorlar, bu zevât-ı âlî-kadr, Allah korkusuyla.
"Deveyi verdim fukarâya. Sonra Hazret-i İmâm'a sordum. Yâ İmâm devenin yuları elimde deseydim ne yapardın? 'Seni de beraber verirdim' diyor". "Sana köle olmak cihâna sultan olmakdan benim için efdaldir" diyor Selmân-ı Fârisî Hazretleri, radıyallahu anh.
Onun için gönüllerimizde Allah korkusu olması şerâitdendir. Mü'min olan, îmânı olan kalbde. Müttakî olan kimse Allah korkusundan kimseye fenâlık yapamaz, adâletden ayrılmaz, mürüvvet sâhibi olur, afüv sâhibi olur. Malûm ya münâfıkların üç alâmeti vardır. Mü'minlerin de üç alâmeti vardır. Münâfıkların alâmeti, yalan söylerler.
Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin sırdaşı vardı, Huzeyfetü'l-Yemânî Hazretleri. Allah bana onun kabrini ziyâret etmek nasîb kıldı ve ondan size ben selâm getirmişdim buraya. Huzeyfetü'l-Yemânî, Abdullah el-Ensârî, Selmân-ı Fârisî, üçü bir arada yatıyorlar. Allah size de nasîb etsin, Bağdad'a on beş kilometre bir yer, Basra yolunda yani.
Bu Huzeyfetü'l-Yemânî Hazretleri, çok acâib, bu Bağdad ihtilâli olmuşdu, Kâsım geçmişdi, Abdülilâh'ı katletdiydi filan, ben kitâbların birinde gördüm bu hâdise yazıyor. Daha bundan bin sene evvel, olacak hâdisâtı. Sûre-i Şûrâ'da Cenâb-ı Hakk bunu haber veriyor. Sûre-i Şûrâ'nın altında haber veriyor, diyor ki "Huzeyfetü'l-Yemânî ile İbn Abbas oturuyorlardı beraber, bir adam geldi, Tâ-Sîn-Mîm"...
Bunlar müteşâbihât âyetlerdir, herkesin belki zevkine gitmeyecek konuşacağım söz ama ehli için çok mühimdir. Ve öğrenelim yavaş yavaş. "Tâ-Sîn-Mîm", bunlar müteşâbihât Kur`ân'dan. "Elif-Lâm-Mîm", "Elif-Lâm-Râ". Bunların manâsını Allah ile Resûlü bilir, halk bilemezler. Belki ilimde rüsûh bulan. İlimden murâd da, kitâb okumak değil ilim.
Geldi o zât, dedi ki İbn Abbâs'a. İbn Abbas Peygamberimizin amcası oğlu, reîsi'l-müfessirîn, yani Kur`ân'ı tefsîr edenlerin reîsi, başı. "Yâ İbn Abbâs, bu Tâ-Sîn-Mîm ne demekdir?". Dedi ki, "Ümmet bunu bilmekle mükellef değildir. Git başka şey ara, sorma bunu" dedi. Huzeyfe oradaydı. Bu Huzeyfetü'l-Yemânî Hazretleri, Peygamberimizin sırdaşı. Peygamberimiz ashâbına bildirmediği bazı husûsları, bu Huzeyfe radıyallahu anh Hazretlerine bildirmiş. Çok mühim bir adam, Yemen'li bir zât bu. O çağırdı o zâtı, "Gel buraya Ben sana Tâ-Sîn-Mîm'i haber vereyim. Kıyâmete yakın içinden bir nehir geçen, bir şehri ikiye ayıran, ortasından nehir geçerek ikiye ayrılan bir şehir olacak". O vakit daha Bağdad mamûr değil, yapılmamış. "Orada Âl-i Muhammed'den birisini sabaha kadar katledecekler. Sonra onu katledenleri de gene sabaha karşı ateşle katledecekler. Bunu demek istiyor. Bir mikdarı bu" demiş.
Sonra bu hâdise olunca, makâm sâhibi bir zât bana geldi, "Bu hâdise var bizim tefsîrlerde" dedim. Ve tefsîrleri açdım, Taberî tefsîrinde de var, İbn Kesîr tefsîrinde de var aynı şey, açdım önüne gösterdim. İsmiyle beraber. Abdülilâh diye kayıt var. Tâ Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem haber vermiş, tefsîr üç yüz târihinde filan yazılmışdır. Taberî Tefsîri yani. Oraya kaydetmişler.
Huzeyfe böyle esrâr-ı ilâhîyi bilen. Peygamberimiz ona haber vermiş. Hattâ diyor ki Ömer ibn Hattâb, "Peygamberimiz âlem-i cemâle göçdükden sonra, Huzeyfe bir kimsenin namazını kıldı mı, ben kılardım" diyor, "Huzeyfe namaza gelmedi mi, ben de gelmezdim. Çünkü münâfıkları o biliyordu. Peygamber bize haber vermemişdi münâfıkları, Huzeyfe biliyordu yalnız. Huzeyfe münâfıkların namazını kılmıyordu, bakardık diyor Huzeyfe'ye, Huzeyfe namaz kılarsa, ben de o adamın namazını kılardım. Huzeyfe kılmazsa ben de kılmazdım" diyor. Aşere-i Mübeşşere'den Ömer ibn Hattâb söylüyor bunu, radıyallahu anh.
Malûm-i ihsânınız, müttakîlerin üç alâmeti vardır. Bir. Kendine yapılan buğzu affeder. Yapılan levme kulak vermez. Ona küfür de etseler, kötü söz de söyleseler, cevâb bile vermez. Ve affeder.
Malûm ya, Hazret-i Hasan radıyallahu anh Efendimiz Hazretleri, sofrada oturuyormuş, yemek yiyecekler, câriye çorba tasını aldı, Hazret-i İmâm'ın üzerine getirdi, Hazret-i İmam başını kaldırıverdi, kaynar çorba tası İmâm'ın başına geçdi. Kaynar çorba! Hemen Hazret-i İmâm fırladı. Ne yapacağı malûm değil fakat köle korkdu, câriye korkdu. Şu âyeti okudu : "اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ ellezîne yünfikûne fi's-serrâi ve'd-darrâi ve'l-kâzımîne'l-gayza". Manâsı, "Şu kimseler ki geniş zamanda ve dar zamanda yani kıtlık ve bolluk zamanlarında Allah yoluna infâk ederler, gayzlarını yutarlar. Asabîleşdikleri vakitde, asabiyetlerini dışarı vermezler, yutarlar. Sabrederler yani". Bunu okuyunca, dedi ki, "Gayzımı yutdum dedi Hazret-i Hasan. Anladı câriye. Halbuki İmâm vuracak değildi. Sıcak çorbayı başına yiyince, sıcak çorbayı, yerinden fırlayınca, korkdu câriye, vuracak diye, dövecek beni diye. Binâenalâzâlik, câriye bu âyeti okudu : "اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ ellezîne yünfikûne fi's-serrâi ve'd-darrâi". Yani bereket zamanlarında ve dar zamanlarda Allah yoluna infak ederler. Sonra?. "وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَve'l-kâzımîne'l-gayza", gayzlarını yutarlar. Deyince, İmâm tebessüm etdi, "Gayzımı yutdum" dedi. "وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۜ ve'lâffîne ani'n-nâs" Yâ İmâm dedi. Gayzını yutdun ama beni affetdin mi demek istiyor yani. "Nâsı affederler, suçluları". Dedi ki, "Affetdim". Onun üzerine câriye şu âyeti okudu : "وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ vallahu yuhibbü'l-muhsinîn, Allah ihsân edenleri sever" dedi. Sever deyince, Hazret-i İmâm buyurdu ki, "Seni ben âzâd etdim". "Yok Yâ İmâm" dedi, "Ben senin kapında sultânım" dedi, "buradan ayrılmak istemiyorum, beni âzâd etme, affet" dedi.
Hepsi böyledir. İmâm-ı Ali kerremallahu vecheh de böyle. Hepsi böyle müttakîlerin. Bunlar müttakîlerin sıfatları. İmâm-ı Ali'yi kerremallahu vecheh, vurdu İbn Mülcem denilen herif. Ki Hazret-i İmâm'ın hademesydi o, hâdimiydi. İmâm'ın hizmetine bakardı. Sonra Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Hazret-i Ali'ye söyledi ki, "Bu seni vuracak, sana hizmet eden zât, seni şehîd edecek" dedi. Bunu işitince o adam dedi ki, "Yâ İmâm, beni katlet ki bu suç benden zuhûr eylemeye". Hazret-i İmâm buyurdu ki, "Bir adam suçu işlerse ona hüküm olunur. Suçu işlemeden herkes aynı suça namzed olabilir. Suç meydana gelmeli ki o vakit ona hüküm verile. Sen bu işi gör ki sana hüküm verile". Zaman geldi, hâricîlerle beraber...
Hâricîler Hazret-i Ali'yi tekfîr edenlerdir ki Hazret-i Ali'yi kim tekfîr etdi, kendisi kâfir oldu. Hâşâ ve kellâ. Sünnîler, bütün ashâba hürmet ederler başdan aşağı. Nâsırîler var, bir takım kollar vardır, hepsi Allah'a gider ama bu hâricîler hâindirler.
Hazret-i Ali'yi kerremallahu vecheh, sabah namazında, sabah namazında vurdu. Mescidde vurdu, namaz kılarken vurdu. Tam İmâm-ı Ali mirâcda idi, Hazret-i Ali'yi arkadan, sırtından vurdu. Zâten Cenâb-ı İmâm-ı Ali, katiyyen sırtına zırh koymazdı muhârebede, göğsüne koyardı yalnız. Düşmana hiç sırt çevirmemiş. "Lâ fetâ illâ Ali lâ seyfe illâ zülfikâr". Peygamber bu makâmı ona vermişdir. Hattâ ne kadar gazâ olduysa Hazret-i Âdem'denberi ve kıyâmet gününe kadar ne kadar gazâ olacaksa, hepsinin ecri, Hazret-i Ali'ye verilmişdir. Arkadan vurdu. Sonra götürdüler İmâm'ı. Yakaladılar o herifi, getirdiler huzûr-ı İmâm'a. Dedi, "Yavrum ben sana ne yapdım. Yani iffetine mi dokundum, ırzına mı, malına mı?" Bunu sorması, düşmanları tarafından muâheze olmasın İmâm-ı Ali diye. Çünkü belki iftirâ edebilirlerdi, şöyle yapdı da onun için vurdu filan diye. "Hâşâ hâşâ yâ İmâm" dedi, "sen benim ne ırzıma, ne malıma, ne canıma dokandın. "Peki niye bana lâyık gördün bu kılıç vurmayı?". "El-hükmü lillah" dedi, "Hüküm Allah'ındır" dedi. Deyince, Hazret Ali buyurdu ki, "Kelâmın hak, niyetin bâtıl" dedi. "Götürün bunu hapsedin". Götürdüler o zâtı hapsetdiler. İmâm-ı Ali'ye süt getirdiler. Hazret-i İmâm sütü içmedi. Müttakî çünkü, bak. Dediler ki "Yâ İmâm, sütü niye içmiyorsun?". Dedi ki, "Zindanda bir garîb var". "Yâ İmâm, hangi garîb?". "Beni vuran" dedi, "onun yüzüne hiç bakmazsınız siz şimdi. Götürün sütü ona verin, onun karnı açdır" dedi. İçmedi, sütü ona gönderdi. O hâin içmedi sütü, "İçine zehir koydunuz" dedi. İmâm-ı Ali buyurdu ki, "Ehl-i Beyt-i Mustafâ böyle zehir koymaya tenezzül eder mi böyle şeylere. Niçin bize itimad etmedi? Niçin bize muhabbet etmedi? Niçin bize sû-i zann etdi? Biz mürüvvet ehliyiz, öyle şey yapar mıyız biz". Eğer diyor bak İmâm-ı Ali kerremallahu vecheh, "Eğer" diyor "İbn Mülcem, verdiğim sütü içseydi, bana hüsn-i zann etseydi, yarın kıyâmet gününde ayağımı cennetin eşiğine koyardım, evvelâ İbn Mülcem'i cennete sokar, sonra kendim girerdim" diyor.
Bunlar ashâbın, müttakî olan zevât-ı âlî-kadrin, ashâbın ve Allah'a mukarreb olan ve Cenâb-ı Hakk tarafından tebşîr olunan zevâtın ahvâl u harekâtıdır ki biz de Muhammedîyiz, Resûlullah'a bağlıyız, bunların ahlâklarıyla mütehallık olmamız lâzım gelir.
Evet. Mü'minlerin sıfatlarını sayıyoruz. Buğz edene buğz etmez. Mahrûm edeni mahrûm etmez. Kendisine zulmedeni affeder. Kendisini terk edeni terk etmez. Resûl bunu böyle talîm buyurmuş. "Bizim üç ahvâlimiz vardır. Bize tâbi olan, Livâ-i Hamd altında cem olacak olan zevâtın da bu üç şeye riâyet etmesi lâzımdır. Bizi mahrûm edeni biz mahrûm etmeyiz. Bize buğz edeni biz affederiz. Bizi terk edeni biz terk etmeyiz" diyor. Acaba anlatabildim mi?
Münâfıkların da alâmeti üçdür. Hattâ Ebû Hureyre'ye göre dörtdür. Söz söyler yalan söyler. Söz söyler yalan söyler. Yalancı adam münâfıkdır. İsterse hacı, ister şeyh, ister hoca, ister bilmem ne, ne olursa olsun. Çünkü ölçüyü veren Resûlullah Efendimizdir. Mefhar-ı âlemdir, Allah'ın habîbidir, ulûmun evveline ve âhirine câmi olan Fahr-i Risâlet'dir ölçüyü veren. Bizim ölçümüz odur, Kur`ân ölçüsüdür, Kur`ân gözüdür. Münâfık yalan söyler. Ulemâ sonradan ikiye ayırmışlar, amelî münâfık, itikâdî münâfık diye filan. Münâfıkdır, bitdi, bu kadar. Yalan söyleyen, münâfıkdır. Bir. Emânete ihânet eden emânete ihânet eden kişi, münâfıkdır. Sözünde durmayan, münâfıkdır. "وَاَوْفُوا بِعَهْدِ اللّٰهِ اِذَا عَاهَدْتُمْ ve evfû bi ahdillahi izâ âhedtüm", Cenâb-ı Hakk Kur`ân-ı Kerîm'de söylüyor ki, "Ahdinize vefâ ediniz,, sözünüzde durunuz". Dördüncüsü, kızdığı vakitde sebbeder, küfür eder insana, sin-kef ile şununla bununla kötü sözler söyler. Münâfık alâmetlerinden. Dördüncüsü bu.
Onun için mü'mine lâyık olan, dillerini küfürden, sebbden temizlemekdir. Bir mü'min kardeşinden bir buğz görürsen, onun hakkında katiyyen kahrı için duâ etme, ıslâhına duâ edeceksin. Vazîfen budur. Kıldığın namazdan sonra yapmış olduğun münâcatda, duâda, Ümmet-i Muhammed'in rahmeti için, onların ıslâh olması için, onların hayrı için duâ etmekle mükellefsin. Kâfirden gayrına bedduâ edilmez. Hattâ kâfirin hayırlısı olursa ona da duâ etmek lâzım, "Yâ Rabbi îmân ile müşerref kıl" diye. Acaba anlatabiliyor muyum? Kâfirin dahi hayırlısını gördüğün vakitde, "Yâ Rabbi, şuna îmân nasîb et" de. Çünkü bir zaman olur, saat olur, duân müstecâb oılur. Şakîler saîd olur, kâfirler mü'min olur. Bazen de döner. Akşam velî olur, sabahleyin kâfir olur. Akşam azîz olur, sabahleyin zelîl olur. Yâhud sabah zelîl olur, akşam azîz olur. Mülk, Allah'ın yed-i kudretindedir. Allah istediği gibi çevirir gönülleri ve gözleri ve kalbleri.
Onun için dâimâ Hakk korkusunu kalbinden çıkarma. Akşam mü'minsin, sabahleyin bakarsın defter-i îmândan adamın ismini siliverirler. Onun için bak namazda görüyorsunuz ya müslümanlar, kılıyoruz namazı, içerisinde esrârı var. Bilirsiniz ama tekrar edelim. Bir günde kırk rekat namaz var, sünnetiyle, vâcibiyle, farzıyla. Her rekatda bir Elham okuyoruz. Bu elham'da bir kelime var. "اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ * صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ ihdine's-sırâta'l-müstakîm. Sırâtallezîne en'amte aleyhim gayri'l-mağdûbi aleyhim vele'd-dâllîn". Manâsı bu. Yâ Rabbi, sana varan, rızâna eren, cennetine giren, senin cemâlini gören yol üstünde bizim ayaklarımızı sâbit-kadem eyle, ayaklarımızı kaydırma". Kalbin titremesi lâzımdır bu husûsda, bu âyet-i kerîmeyi okuduğun vakitde. Çünkü ne olacağımız, âkıbetimizin ne olacağı malûm değil. Onun için "beyne'l-havfi ve'r-recâ", Cenâb-ı Allah Celle ve Tekaddes Hazretlerinden hem korkacaksın hem Hakk'ın rahmetinden ümîdini kesmeyeceksin. Rabbi'l-âlemîn'e hüsn-i zann edeceksin ama korkuyu da kalbinden çıkarmayacaksın.
Hakk korkusu olan adam, gözyaşı akıtmaz, kan dökmez, muhâtabını kendinden aşağı görmez. Muhâtabın karşında bir kâfir ise, şöyle düşün. "Buna son nefesde îmân nasîb olursa, benim îmânım selb olursa ne olacak benim hâlim?" diyeceksin. Âsî bir müslüman ise, bak onun yapdığı efâlden sen yapmışsındır, ona benzer bir şey yapmışsındır mutlakâ. "Yapmadım" dersen, yarın yapmayacağın ne malûmdur. "Yâ Rabbi, onu affet, beni de bu yollara düşürme Yâ Rabbi" diye Allahu Teâlâ Hazretlerine niyâz edeceksin. Senden küçük bir zâtla konuşduğun vakitde şöyle düşüneceksin, "Bu çocuğun yaşı yirmi, benim yaşım elli, bu çocuk benim kadar günah işlememişdir Allah'a karşı, benden temizdir o" diyeceksin. Yirmi yaşında daha o, ben elli sene yaşadım. Senden büyüğünle konuşduğun vakitde, şöyle düşüneceksin. "Bu adam elli yaşında, ben yirmi yaşındayım, ben onun kadar Allah'a ibâdet etmedim" diyeceksin, "onun ibâdeti benden çokdur" diyeceksin. Çünkü mü'minle, müttakîler, kalbleri îmân nuruyla münevver olan, kalblerine Hakk korkusu giren, Hakk muhabbeti giren gözler ve kafalar, böyle düşünür, böyle görürler, böyle işitirler, böyle söylerler.
Gene resûller resûlü olan, peygamberler peygamberi olan Peygamberimiz, cümle enbiyânın başı olan Peygamberimiz, efendimiz olan Peygamberimiz buyurmuş ki, "Re'sü'l-hikmeti mehâfetullah, hikmetin başı Hakk korkusudur". Hakk korkusu olmayan kimseler, onlar sûretâ insan olup hakîkatde hayvân olurlar.
İstiyorsan nefsinin emmârelik sıfatını terk etmek, kalbine hased, kîn koyma. Hele hased hiç koyma. Bırak orasını, dünyâda rahat etmek istiyorsan hased etme kimseye. Hased, gam ve gussayı getirir. "Niye o aldı, o yapdı, parayı o kazandı, o zengin oldu" filan diye düşünürsen böyle, sabaha kadar uykun kaçar, cehenneme girmeden bir cehenneme girersin. Hased cehennemine yani. Onun için kalbinden hasedi, kîni, hubb-ı mâlı, hubb-i câhı, gadabı, şehveti çıkar at. Bunu da kendi başına çıkaramazsın, Hakk'ın tevfîkini ara, Allah'dan iste bunları. Çünkü sen kasap elindeki koyun gibisin, ben kasap elinde bir koyun gibiyim. Nefsden daha büyük bir düşmanımız yokdur. Düşmanımızı cenbimizde, yanımızda taşıyoruz.
Yâ Rabbi, sevgili habîbin Muhammed hürmetine, gönüllerimizi sevmediğin sıfatlardan pîr ü pâk eyle, tertemiz eyle. Oraya sevdiğin sıfatları hakket. Ve kalblerimizi nazargâh-ı ilâhiyyen kıl. Ve bizi habîbin Muhammed'den ayrıma. Kulluğundan İblîs gibi tard eyleme. Âhir kelâmımızı Kur`ân-ı Mecîd, Kelime-i Tevhîd eyle.
Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.
Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 9 Mart 1979 (9 Rebîulâhir 1399) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.