KILÇIK İSTİHBÂRÂTI
Gerek kalabalık bir cemaate sâhip bir hoca olmasından gerek ehl-i tarîk oluşundan dolayı Efendi Hazretlerini ikide bir şubeye çağırır, birçok sorular sorarlarmış. O da bu duruma artık alışmış. Yine bu davetlerden birinde uzun zaman önce tutulan bir rapora dayanarak bir soru sorarlar. Sorulan soru çok acâip bir sorudur. Şöyle ki :
"Filan tarihde önce şu lokantaya gittiniz sonra oradan çıktınız bir çay bahçesinde oturdunuz. Gecenin çok geç saatinde oradan kalkıp filan hastahâneye gittiniz. Söyleyin bakalım siz neler karıştırdınız o gece?"
Efendi Hazretleri buyurdular ki,
"Ancak hâfızamı zorlayınca hatırlayabildim. O akşam bir lokantada balık yemişdik. Boğazıma balığın kılçığı saplanmışdı. Yanımdaki arkadaşlara söyledimse de onlar 'sana öyle geliyordur, kılçık iz bırakır, olmadığı halde varmış gibi hissedersin' dediler. Fakat uzun müddet geçmesine rağmen orada takılı durduğunu hissediyordum. Nihâyet gece geç saatte hastahâneye gitmek mecbûriyeti hâsıl oldu. Hikâyeyi memurlara bu şekilde anlatınca, 'haa, öyle mi?' diyerek hayret ettiler."
CENÂZEDEKİ MENDİL
Efendi Hazretleri'nin pek sevdiği bir zât vefât eder. Mevsim yaz olmasına ve Efendi Hazretlerinin tenbihâtına rağmen vefât eden zâtın yakınları hiçbir tedbir almadan cenâzeyi uzun müddet bekletirler. Maalesef cenâzeden nâhoş kokular gelmeye başlar. Efendi Hazretleri herşeye rağmen son vazîfesini yapmak üzere kabristana gider ve kabrin başında bulunarak defin işlemlerini bizzat murâkebe eder. Yapılması gereken dînî vazîfeleri de bir bir icrâ eder. Ancak koku artık dayanılmaz hâle geldiği için yüzüne bir mendil bağlamak zorunda kalır. Cenâzeden sonra bir sivil polis gelir ve sorular sormaya başlar. Sorduğu sorular ibretlikdir. Görevlinin sorduğu sorulardan biri Efendi Hazretlerinin giydiği cübbenin rengi hakkındadır. Acaba neden yeşil renkli bir cübbe giymişdir? Bunun özel bir anlamı mı vardır? Yüzünü mendille neden kapatmışdır? Yüzüne bağladığı mendil neyin sembolüdür? Bununla ne anlatmak istemişdir?...
Gülünç değil mi?...
Efendi Hazretleri memura her zamanki hazır cevaplığı ve nüktedanlığı ile cevaplar verir. Cübbe hakkında verdiği cevap "Yâhu ben ne giydiğimin farkında mıyım!" şeklindedir. Mendil hakkındaki cevâbı da şöyledir "Ayol! Sen orada değil miydin? Kokuyu duymadın mı? Burnumuza koku gelmesin, mikrop kapmayalım diye kapadık, başka neden kapayacağız."
إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللّهِ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَأَقَامَ الصَّلاَةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلاَّ اللّهَ
ONLAR ANCAK ALLAH'DAN KORKARLAR, BAŞKASINDAN KORKMAZLAR!
Sûre-i Tevbe, Âyet 18
Efendi Hazretlerinin cesâret ve kararlılığını göstermesi bakımından şunu da yazmadan geçemeyeceğim. Yukarıdaki âyet-i kerîmede ta'rîf edildiği gibi Efendi Hazretleri Allah'dan başka kimseden korkmayanlardandı. Bu da lâf ile olmaz ancak zor şartlardaki hâl ve hareketlerden belli olur. Nitekim zaman zaman Efendi Hazretlerinin postnîşin olduğu dergâha polis baskını yapılacağı ihbâr edildiğinde O, bendegânına şöyle söylerdi :
"Filan gece buraya baskın yapılacağı söyleniyor. Hanımlarınızı ve çocuklarınızı getirmeyin, onlar yapılacak zulme tahammül edemezler. Sizler de muhayyersiniz, isteyen gelsin istemeyen gelmesin. Beni sorarsanız ben burada olacağım"
Dediği gibi de yapar, en zor zamanlarda dahî postunda kâim olur, meydânı terk etmezdi. Böyle yapmakla berâber siyâsîler ve devlet görevlileri hakkında katiyyen ileri-geri konuşmaz, hiçbir siyâsî görüşü veyâ partiyi de desteklemezdi. Başa geleni Hakk'dan bilirdi.
Bugün olduğu gibi o günlerde de, kendi adamları arasında şeyhlik taslayan ancak herkesin önündeyken tarîkat ehli olduğunu inkâr eden "devekuşu" tabiatlı birçok kişi vardı. Hani "uç" denilince "deveyim", "yük vuralım" deyince "kuşum" diyen takımından kimseler var ya. Efendi Hazretleri bu gibilerden hiç hazzetmezlerdi. Hiçbir şart altında dahî ehl-i tarîk olduğunu, postnişîn olduğunu inkâr etmez, gizlemeye gerek duymazdı.
Sırada Fakîr'in bazı tecrübeleri var...
BİR FOTOĞRAFDAN ALINAN MESAJ
Birgün gazetede tam sayfa yayınlanan bir yazıda fotoğrafınızı görürseniz ne hissedersiniz?...
O devrin istihbârât teşkîlâtına ve derin devletine yakınlığı ile bilinen bir gazetede bir yazı dizisi yayınlanmışdı. Konu o günlerde sık sık rastladığımız, artık pek de yadırgamadığımız bir konu idi : İRTİCÂ'. Kullanılan fotoğraf Efendi Hazretlerinin cenâzesini teşyi' eden gençlerin cebheden çekilmiş bir fotoğrafıydı. Peki ama bu fotoğrafın konu ile ne ilgisi vardı?. Yazıyı defalarca okudum hiçbir yerinde bizimle ilgili en küçük bir bilgi bulamadım. Aslında uzun uzun düşünmeye pek gerek de yokdu. Bu gibi belgeler malum kuruluşlar tarafından dosyalanıyor, gerektiğinde istenildiği gibi kullanılmak üzere malum yayın organlarına servis ediliyordu. Hepimiz tek tek mimlenmişdik. Mesele bundan ibâretdi.
ARAPÇA ÖĞRENMEK HA!
Fakîr'in başına gelen bir husûsu da yazmadan geçemeyeceğim. Arapça öğrenme aşkıyla tutuştuğumuz 80'li yıllarda bir Arap ülkesinin İstanbul Konsolosluğunda Arapça kursu açıldığını öğrenir öğrenmez hemen gidip kaydımızı yaptırmışdık. Büyük bir iştiyakla devâm ettiğimiz o kursdan kısa süre sonra üzülerek ayrılmak zorunda kaldık. Neden mi?. Bir büyüğümüz vâsıtası ile bize ulaşan bir haber yüzünden. Meğer o kursa devâm eden herkesi günü geldiğinde îcâbına bakmak üzere fişliyorlarmış.
FIKRA GİBİ
Bu yazıyı şu ibretli ve güldürücü hikâye ile bitirelim. Siyâsî baskıların çok şiddetli olduğu dönemde yaşanmış bu hâdiseyi Efendi Hazretleri bir sohbetlerinde lutfetmişlerdi :
Vaktiyle bir sivil polis Bayezid Câmi-i Şerîfine ta'yîn edilmiş. O da, farkedilmemek için dilenci kılığında gelip-gitmeye başlamış. Bu şekilde gide-gele topladığı paraların ciddî bir yekûn tuttuğunu görünce, para tatlı gelmiş, adam memûriyetden vazgeçip dilenci olmaya kara vermiş!...