19 Mart 2015 tarihinde yayınlanmıştır.
Askerlik hizmetimi yapıyordum. Ekmek sıkıntısı vardı. Boğazımdan keserek artırdığım iki tayını evime gelirken yanımda getiriyordum. Azak sinemasının aşağısında, yolda bir Ermeni kadın çıktı önüme. Yaşlı ve bitkin bu ihtiyar kadın bana dedi ki, "Asker efendi! İki kızım var, biri 18 diğeri 20 yaşında. Üç gündür açız. Elindeki tayınlardan birisini bana verirsen, iki kızımdan beğendiğin ile yatmana razıyım". Bîçâre kadıncağızın utanarak ve hicâbından renkden renge girerek yapdığı bu teklifi, tevfîk-i sübhânî ile reddetdim ve iki tayından birini açlıkdan bu derekeye düşen o kadına Allah rızâsı için verdimEfendi Hazretleri bu ibretlik hâtırasını anlatdıkdan sonra "Ermeni Allah'ın kulu değil mi" buyurdular.
Askerden geldim, dükkanı açdım. İki hafta sonra bir rüyâ gördüm. Rüyâmda bir şehre vardım, o şehir yıkılmış, şehrin içerisinde yalnız bir türbe duruyor, bir kubbesi var. O yatırı ziyârete gidiyorum, içeri girerken korkuyorum. Kabrin içindeki zât bana "Ne korkuyorsun, yakında bana geleceksin" diyor. Sabah kalkdım, "Bu rüyâya göre bize ya âhiret yolculuğu ya da dünyâ yolculuğu var" dedim ve rüyâmını hanıma anlatıp "Benim şuraya şu kadar buraya bu kadar borcum var, şuradan da bu kadar alacağım var, sakın beni borçlu yatırma" dedim. Hanım "Aman canım, alt tarafı bir rüya, aldırma" diyerek beni tesellî etti. O sabah dükkanı açdım. İzmirli bir Mustafa Dayı vardı, Hisar Camisinin önünde kitap satardı, zaman zaman gelir benden kitap alırdı, o geldi. Mustafa Dayı, kitaplara bakar, beğendiklerini alırdı. O kitaplara bakarken iki kişi daha geldi. Onlara "Efendiler! Bu müşterinin işi uzun, siz ne istiyorsanız söyleyin, sizin işinizi halledeyim" dedim. Onlar, "Ziyanı yok, o işini bitirsini biz bekleriz" dediler. Bir saat, bir buçuk saat geçdi, beklemekden sıkıldılar ve bana "Sen kaçlısın?" diye sordular. "Ben otuzikiliyim" deyince "Sen askersin, ihtiyata gideceksin" dediler.
Buradan Çerkeş'e gittim. Hakîkaten rüyâda gördüğüm şehre vardım. Zelzeleden Çerkeş yıkılmış, enkazdan ölüleri çıkarıyorlardı. Aynen rüyâda gördüğüm gibi ortada bir kubbe duruyordu. O türbeyi ziyârete gittim ve kubbeden içeri girerken "Hazret, korkmadım, geldim" dedim ve bir Sûre-i Mülk okuyup o veliyyulahın rûhuna bağışladım.
Sonra beni karargâha götürdüler. Mesleğimi sordular. "Hocayım" dedim. "Mekteb hocası mısın?" diye sordular, "Hayır, sarıklıyım" dedim. Kurmaylar "Bu adamı ne yapalım?" diye düşündüler. Sonra "308 numaralı hastahânenin imamı yok, imam arıyoruz bulamıyoruz, oraya imam ta'yîn edelim" dediler ve beni o hastahâneye imâm ta'yîn edip Çankırı'ya gönderdiler. Askerliğimi orada bitirdim.
İkinci askerliğimde, Çankırı'da imamdım. Orada bir cenâze gömdük. Aradan kırk sene geçdi, ismini bile hatırlıyorum. Mahmud Nedim Bey adında Kadıköylü bir kaymakam. Biz cenâzeyi gömdükden üç gün sonra babası çıkageldi. Emekli bir kumandanmış. Bana gelip "Hoca, kabri aç, oğlumu göreceğim" demesin mi! "Beyefendi, üç gün sonra kabir açılmaz" dedimse de dinlemedi "Ben askerim, korkmam" filan dedi. "Askersin ama babasın, kalbin yok mu senin. Gel seni kabrine götüreyim, orada bir Fâtihâ oku, bir Yâsîn oku, bir Tebâreke oku. Bunları bilmiyorum dersen, kabrin başında otur, tefekkür et, kendi ölümünü düşün, ben de bu karanlık yere gireceğim diye düşün" diyerek ne kadar nasîhat ettimse de "Hayır, ben askerim, ben korkmam" diyerek ısrar etti. Bakdım vazgeçmiyor, "Öyleyse askeriyeden resmî bir kağıt getir" dedim. Maksadım onu atlatmakdı. Gitti kağıt getirdi. Resmî kağıt getirince mecbûren kabri açtık. Açtık ama manzara felâket! Eşhedü billah, bu gözlerimle gördüm. Ne yaptılarsa yapmışlar. Gözleri yerlerinde fırlamış, korkunç bir manzara. Adam, oğlunu o halde görünce deliye döndü "Ölmeden gömmüşsünüz, kabrin içinde havasız kalmış, boğulmuş" diyerek bana çıkışmasın mı! Adama dönüp, "Bana bak! Yirmi altı doktor bunun için öldü diye rapor verdi. Ben imamım, cenâze, en sonunda bana gelir, doktorlar ölüm raporu vermeden biz el bile sürmeyiz" dedim. Adam beni şikâyet etmiş, mahkemeye çıkdık. Taa tezkere alıncaya kadar mahkemeyle uğraşdım.
Hastayım, rahatsızım, Çankırı'da. Doktora çıkdım, dedi, "Oruç tutmayacaksın" dedi. Yürüyemiyorum ama. Buradan dört yol ağzına kadar dört yerde oturuyorum. (Efendi Hazretlerinin tarif etdiği mesâfe 100 metre kadardır). Sabri Paşa gördü beni, tanıyor beni, doktor kendisi paşa, general, "Hoca ne yapıyorsun?" dedi. "Oturuyorum, rahatsızım" dedim. "Sen hakîkaten hastasın, git hastahâneye yat" dedi. Yatmadık. Sonra doktor ilaç verdi bana. Ben ilaç içeceğim diye oruç tutmuyorum. Ama yalnız ilaç alıyorum, günde iki üç hap, su içiyorum, onunla duruyorum. Üç gün sonra, "Gebersem tutacağım orucu" dedim. Gücüme gitdi yani. Bir şey yemiyorum hiç. İlaç almak için yani, ilaç alıyorum yalnız. Sonra tutdum orucu. Tutdum, bayram ertesi, bir de gözümü açdım, hastahânedeyim ben. Ne oldu bilmiyorum, bayılmışım yani. Götürmüşler hastahâneye. Gözümü açdım hastahânedeyim. Yetmiş gün yatdık orada. Günden güne azdı hastalık. Bir türlü İyi olmuyorum. Ne yapdılarsa imkânı yok iyi olmama. Daha fenâlaşıyorum. Yetmiş gün kadar yatdık orada. Doktor, "Sen aklı başında bir adamsın, niye perhiz tutmuyorsun?" diyor bana. Deli olacağım. "Doktor Bey" dedim, "bana üzerine para versen yiyecek durumda değilim" dedim. "Bak yatağın altında meyvalar duruyor" dedi. "Ben yemiyorum, onları köylüler getiriyor. Bütün Çankırı'nın köylüleri ziyârete geliyorlar, elma getiriyorlar, kayısı getiriyorlar, hediye getiriyorlar bana filan. Ben yediğimden değil.
Sonra, orada bir ocak varmış, bir zât, o oacakdan bana kül getirdi. Atış okulunda da subaylar var, onlara Kur`ân okutdum ben, onlar dediler ki, "Efendi, gelebilirsen eğer, bu Pazar günü öğlen yemeğine atış okuluna gel". Teğmen onlar, genç çocuklar, "Gel öğlen balık gelecek İstanbul'dan, balık yersin" dediler. Nerede balık yiyeceğim ben. Kalkdım gitdim. Gitdik oraya ama yemedik yani onların sofrasın oturdum kalkdım filan. İstemiyor canım. Hastahâneye geldim oturdum. Bakdım bir köylü geldi. "Efendi, seni bekleyöz" dedi. "Nereye bekliyorsunuz?" dedim. "Köyümüze" dedi. "Sen gelmezsen vallaha olmaz" dedi. Eyvah! Bizi aldılar bir ata bindirdiler. "Neresi?". "Şuncuk" dedi. Aman Yâ Rabbi, yürü Allah yürü. Kar tutdu mu seni. Bir kar, bir fırtına, bir âfât. Bir dağa çıkdık atla, oradan aşağı indik, bir çamlıkdan aşağı, bir köye. Beş altı saat gitdik atla. Eyvah! Neyse orada biraz vaaz etdik, okuduk mokuduk filan. Dönüşde eşekle, giderken atla gitdik, dönüşde eşekle geliyoruz. Yanımıza bir delikanlı verdiler, çocuğun ayağı yalın, yemeni, içerisinde kar. Eşek duruyor, kulaklarını dikiyor, ıhı ıhı yapıyor eşek ikide birde. Dedim ki ben delikanlıya, acıdım çocuğa, dedim "Sen bu eşeği al köye dön" dedim, "ben nereden gideceğim Çankırı'ya?" dedim. "Hocaefendi, Allah râzı olsun senden" dedi bana, zorla geliyor çocuk, beni götürüyor, "Hocaefendi, buradan yürü, dere boyuna ineceksin" dedi, "dereyi bırakma, derenin kenarından yürü, şehre senin götürür" dedi. "Peki" dedim ben. Tek başıma. Bilmediğim yer. Kır. Üstelik bir de hastayım. "Dinlene dinlene giderim ben" dedim. Eşeği verdim çocuğa, döndürdüm onu ben. Ay da çıkdı gökyüzüne. Yolu görüyorum, açıldı ortalık, kar durdu, ay çıkdı. Dere kenarına indim, dere kenarından yürüyoruz. Kar var yerde. Yür Allah yürü, yürü Allah yürü, yürü Allah yürü. Sabah oldu. Fakat vücûdumda bir dinçlik hissetdim. Allah tarafından bir dinçlik. O hastalığım gitdi. Yerden kımıldayamayan bir adamım. Sonra affedersiniz orada su dökdüm. Sarılıkda, affedersiniz idrar kıpkırmızı çıkar, gâit beyaz çıkar. Yani büyük abdest bembeyaz çıkar. İdrar ise kan gibi çıkar. Bir de bakdım benim idrarım iyi renkde çıkdı. Gece yarısı bakıyorum, görüyorum ben ama. Biraz daha yürüdük biz. Elime de bir odun aldım, kurd çıkarsa diye. Köpek var, kurd var filan. Allah'ın kırındayım. Bir başçavuş selâmünaleyküm dedi selâm verdi, "Hocam sen ne arıyorsun burada geceyarısı" dedi. Dedim, "Böyle böyle, bir yere götürdüler beni, orada mevlûd okuduk vaaz etdik filan, oradan dönüyorum" dedim. "Daha ne kadar var Çankırı'ya?" dedim. "Daha epey gideceksin" dedi. "Burada bölüğüm var benim, oraya geliyorum" dedi. Hastahâneden tanıyorum onu da, hastahâneye geldi, yattıydı. Ben hastahânenin imamıyım.
Neyse, sabah vizitesine yetişdim ben hastahâneye. Soyundum yatdım yatağa. Doktor geldi, bakdı yüzüme, "Bugün maşallah senin rengin iyi hoca" dedi. Bilmiyor ben gece nereden geldim. Haberi yok onun bir şeyden. Uyku da uyumadım. "Bugün iyi rengin" dedi. Ve o gitdikden sonra benim karnım acıkdı. Hiç acıkmayan adam, karnım acıkdı. O akşam da bir mevlûde çağırdılar beni, Çankırı'nın içerisinden. Orada yirmi dört çeşit yemek çıkarıyorlar mevlûdde. Hiç kâfir ayağı basmamış alındığından beri bu tarafa, gavur ayağı basmamış. Gitdik oraya bir iştahım açıldı benim, bir yemek yedim. Sofrada Eşref Ağa var, öldüyse Allah rahmet eylesin, sağ ise kulakları çınlasın, "Hocaefendi, fazla yeme, ölürsün" dedi "çatlayacaksın ortandan" dedi. Yetmiş beş günden beri ağzıma lokma koymuş adam değilim. Elhamdülillah, hastalık gitdi.
Hemen bize üç ay izin verdiler, İstanbul'a sevk etdiler. İzmit'e kadar rengim bozuk geldim, İzmit'e geldik, deniz havasını aldım, rengim yerine geldi. Aradan iki ay geçdi, Çemberlitaş'da gidiyorum, bakdım, o vakit tramvaylar var, tramvayın ön tarafından paşa beni görmüş, atladı aşağı. "Hoca nasılsın bakayım?" dedi. Dedim, "Elhamdülillah iyiyim". "Seni çok merâk etdim ben" dedi, "bir şey olmasın bu çocuğa diye" filan dedi. "Teşekkür ederim" dedim. Çok seviyordu beni, Sabri Paşa.
www.muzafferozak.com