11 Ağustos 2019 tarihinde yayınlanmıştır.
Buradan Hacc'a gidiyoruz, 1949 senesi, bundan otuz beş sene evvel. Benim de mahallemde bir cemâatim var, mahallenin imâmıyım ben, Mâhir Bey, kendisi Kayserili, öyle dürüst müslümân insan, Allah rahmet eylesin, makâmı cennet olsun. Riyâdan çok kaçınır, bana gelir, der ki, "Efendi, şu parayı al", o günün parasıyla meselâ on bin lira yahud yirmi bin lira verir, "Şu adama götür ver" der. Ben parayı götürür veririm, adam ben verdim zanneder, halbuki parayı ben vermiyorum, Mâhir Bey veriyor, fakat kimse bilmez. Böyle hayır sâhibi bir adam. Otursak, konuşsak, biraz şaka yapsak, biliyorsunuz ben şakayı severim, "Efendi, Allahını seversen bırak şu şakayı, sen hayırlı bir şey çek de dinliyek" filan der. Böyle bir adam. Ve bu zât, bir sabah sabah namazını kılarken vefat etti. Çağırdılar, gittik, öğlende cenâzesini kaldırdık, daha vücûdu soğumamışdı. Yazdı.
Mâhir Bey beni pek severdi, "Ka`be'ye illâ seninle berâber gidelim" derdi. O karısıyla, bir de ben, üç kişi gidelim istiyordu. "Olur" dedik ama öyle bir hâl oldu ki, onlar tayyâre ile gittiler, ben vapurla gitmek mecbûriyyetinde kaldım. Bu yüzden de Ka`be'ye berâber gelemedik. Onlar tayyâreyle, ben vapurla geldim. Çünkü benim param yetişmedi. Ben de ona söylemedim. Ayıp. Yani "Benim param eksik" demedim. Param ancak vapura yetiyor, vapura bindim geldim.
Bir gece Ka`be'de, Makâm-ı Hanefî'de namaz kılıyorum. Bir de bakdım Mâhir Bey'in hanımı Saadet Hanım tavaf ediyor, tavaf ederken önümden geçdi. Namazı bitirdim, selâm verdim, Saadet Hanım, beni görünce "Aaa! Hoca Efendi burada mısın?" dedi. "Mâhir Bey biraz rahatsız, evde yatıyor. Seni götüreyim, deli dîvâne olur" dedi. "Allah Allah, Fesübhânallah! Nasıl rast geldik!" dedi. Aldı bizi, götürdü, Türk Mahallesinde bir yer. İsmi öyle, Türk Mahallesi. İhtiyar bir Arap evini onlara kiraya vermiş, arabın Türkçesi yok, ben tercümanlık yaptım. Ev sâhibi için "Bu adamdan çok memnûnuz, bize çok iyi hizmet etti, sâlih bir adam", lütfen kendisinden memnûn olduğumuz ona söyle dedi. İşte ben de biraz kafasını gözünü yararak, Arapça olarak memnûn olduklarını söyledim.
Tuttular, bize yemek çıkardılar, yemek yedik. Biz de, o sene yemek yemiyoruz. Çünkü tenbîh ettiler, "Sakın tuzlu bir şey yeme, balık yeme, et yeme, şunu yeme, bunu yeme" dediler. Böyle açlıkdan gökyüzünde uçuyoruz. Orada oturduk, reçel meçel yedik. Mâhir Bey bizden pek memnûn oldu.
Oradan çıkdım, başımda agel var, Arap ageli. Araplar dahi beni tanımıyorlar, Türk olduğumu bilmiyorlar, beni Şamlı zannediyorlar. Arkamdan "Yâ Şâmî!, Yâ Şeyh!" diye bağırıyorlar. Bir de omuzumda bir torba var, o torbanın içinde de ekmek var. "Iyşu'l-Buhârî" yani Buhâra ekmeği aldım, böyle toparlak toparlak. Çünkü benimle berâber kalan on dokuz kişi var, onlara ben bakıyorum, en genci benim, otuz beş sene evvel. Onlar evde yatıyorlar, hepsi sıcakdan perîşan. Bir kaç tâne ekmek aldım ki, aç kalanlar varsa, onlara ekmek götüreyim dedim.
Ka`be'nin bir kapısından girdim, diğer bir kapısından çıkacağım. Ka`be'nin bütün o taşlarının üzerine binlerce adam yatmış. Karanlıkda yatanların üstünden atlayıp geçerken, orada yatanlardan birisi başını kaldırdı ve arkamdan seslendi : "Türk! Türk!" diye bağırdı. Döndüm bakdım, bir zât, yan kalkmış, elini yere dayamış, bugün görsem tanırım, esmer yüzlü, yağız bir adam, geniş omuzlu, saçları omuzlarına kadar dökülü. Bana dedi ki, "Siz vapurla geldiniz, biz yürüye yürüye dört senede geldik. Çantadan ekmeğin birini ver" dedi. Çantamda ekmek olduğunu kimse bilmiyor, çanta kapalı. "Çantanda ekmek var, bir tânesini bana ver" dedi. Biz tabii hemen çıkardık verdik. "Biraz da para ver bana" dedi. Der demez, bende şafak attı. O devirde Arabistanda kağıt para yok, gümüş riyaller var. Bir avuç gümüş riyal çıkarıp dedim ki, "Erenler, İstanbul'da olsak mesele değil de burada sayılı" dedim. "Merâk etme, senin korktuğun gibi değil, bir tâne alacağım, bana bir tâne kâfî" dedi ve o kadar paranın içinden yalnız bir riyal aldı. Bana kalsa elli altmış riyal verecekdim. Sonra bana, "Allah sana burayı kerrât merrât ile nasîb etsin. Buraya hiç zahmetsiz gel git" dedi. Kapılardan birini göstererek, "İşte şu kapıdan çık, bu kapı bâbü'z-ziyâde" dedi. Oradan çıkdık, bâbü'z-ziyâdeden çıkdık, sonra haccımız ziyâdeleşdi.İlk haccını 1949 senesinde yapan ve ricâl-i gaybden bir zâtın duâsını alan Efendi Hazretleri sonradan on defa daha haccetmişlerdi. Efendi Hazretleri "İşte bu zât-ı akdesin duâsının berekâtı ile on bir defa hacca gitmek nasîb oldu" buyururlardı.
Bir akşam üzeri, Harem-i Şerîf'de üst katda oturuyorduk. Namazı bekliyorduk. Bizim hanıma dedim ki, "Bak, aşağıdan birisi geliyor, görüyor musun?", "Evet görüyorum" deyince, "İşte o evliyâullahdan birisidir, kırklardan birisidir. Yüzüne dikkatli bak" dedim. Biz oturuyoruz, o geldi önümüzden geçdi, biraz ilerde durdu. Sonra gerisin geri döndü, koşarak geldi, bana sarıldı. Bizim hanım şaşırdı. Ona kırklardan birini gösterdim. Bizim hanım daha önce bana "Burada evliyâ var mıdır?" demişdi de "Şimdi hepsi buradadır. Hac zamânı üçler, yediler, kırklar hepsi buradadır. Sana bir tânesini göstereyim" demişdim. Bir tânesini o şekilde gösterdim. Gösterdiğim zât, siyâhî idi. Kırklar yirmi iki erkek, on sekiz kadındır.Efendi Hazretleri Medîne-i Münevvere'deki bir hâtırasını da şöyle anlatmışlardı :
Kahvede oturuyordum. Otururken bir de bakdım, bir meczûb. Medînenin meczûbuymuş, Medîne-i Müneverre'yi tavâf ediyormuş. O meczûb, sabahdan akşama kadar şehri tavâf edermiş. Kalkdı, geldi, bizim kahveye girdi yani benim oturduğum kahveye geldi. Doğru geldi benim yanıma oturdu ve "Bana çay söyle" dedi. Bütün araplar şaşırdılar. Çay söyledim, berâber çay içtik, sonra kalktı, niyâz etdi ve gitti. Sonra araplar geldiler, "Nasıl oldu da sen bununla konuşdun, bu kimseyle konuşmaz" dediler. "Bu Medîne'de bir evin kapısına gider, kapıyı çalar, yukarıda pilav pişiyor, bana pilav ver der, tencerede pişen yemeği bilir" dediler.
O gittikden sonra iki tâne Rumelili geldi, Trakyalı, tam karşıya onlar oturdular. Paçalı don giymişler, donları ayaklarına bağlı, ikisi yanyana oturuyorlar, üstlerinde bir gömlek, bir don, başka bir şey yok. Dilenci bir Arap geldi, "Şey'enlillah yâ hacc, şey'enlillah yâ hacc" diyerek dileniyor. Bizim Trakyalılar "taal"i git manâsına zannediyorlarmış, dilenciden kurtulmak için "taal be, taal diyoru, bak hâlâ geliyoru, öte taal, öte taal" diyorlar, onlar öyle söyledikçe arap daha çok ısrar ediyor. Trakyalılardan biri, "Ulan melâike buzası gibi kaldık burada, soydular bu hâle koydular, hâlâ istiyoru, ulan taal diyorum, herif hâla geliyoru" diyor. Dedim "Yâhu taal gel demek, siz taal dedikçe o da geliyor".
İşte Medîne-i Münevvere'deki o meczûb da bana geldi, Medîne'nin meczûbu. Araplar geldiler, hep beni tebrîk ettiler, "O hiç kimseyle konuşmaz, bir tek seninle konuşdu" dediler. "Elbetde benimle konuşur, biz onunla tanışırız, deli deliden hoşlanır" dedim.