Muzaffer Efendi Hazretleri ilk haccını 1949 senesinde yapmışdır. Efendi Hazretleri, 46 gün süren bu seyahate dâir birçok müşâhedelerini 1980 senesindeki bir radyo programında lutfetmişlerdi. Haccın remzlerini de beyân buyurdukları o sohbetin ses kaydına şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.
Biz bu yazımızı, Efendi Hazretlerinin o sene Mekke-i Mükerremme'de "Harîm-i Ka`be"de sabaha karşı karşılaştığı, gizli bir veliyullah ile görüşmesine dâir anlattıklarına tahsîs ettik. Efendi Hazretlerinin bu hârikulâde hâdiseyi anlatmasının sebebini de yazının sonunda beyân edeceğiz.
Efendi Hazretleri, haccı edâ ettikden sonraki günlerde, bir yandan ibâdet ile meşgûl olurken bir tarafdan da hiçbir mecbûriyeti olmadığı halde sırf Allah rızâsı için yaşlı Türk hacılarına hizmet ediyormuş. Bir gece, sıcakdan dışarı çıkamayan yaşlı hacılar için, bolca ekmek tedârik edip kaldıkları yere doğru dönerken Ka`be'nin harîminde yatmakda olan fukarâ hacılar arasından bir zât, yattığı yerden hafifçe doğrularak "Türk! Türk!" diye seslenmiş. Efendi Hazretleri seslenen zâta doğru dönerken şuna çok hayret etmiş. İhramdan çıktıktan sonra giydiği kıyâfet Türk hacıları gibi değil, Arapların kıyâfeti gibi olduğundan, herkes ona "Yâ Şâmî! / Ey Şamlı!" diye sesleniyormuş. Gecenin bu saatinde, bu karanlıkda kendisinin Türk olduğunu kim nereden bilebilir diye hayretler içindeymiş. Seslenen zâtın yanına yaklaştığında esmer ve uzun saçlı olduğunu farkettiği bu zât, Efendi Hazretlerine Türkçe hitâb ederek"Siz gemiyle rahatça geldiniz, biz yürüyerek dört yılda geldik. O çantanın içinde ekmekler var, onlardan birini bana ver!" demesin mi! Efendi Hazretleri hemen ekmeklerden birini verirken hayreti daha da artmış çünkü çantada ekmek olduğunu ondan başka bilen kimse yokmuş. Ekmeği verdikten sonra o zât bu defa "Çantandaki riyâllerden de ver!" deyince Efendi Hazretleri, çantasından bir avuç gümüş riyal çıkartarak uzatmış ve "İstanbul'da olsa hiç mesele değil daha çok da verirdim ama burada paramız sınırlı, kusura bakmayın" deyince o zât, "Yoo! Merak etme, bize o kadar lâzım değil, bir tâne kâfî" diyerek 30 kadar gümüş riyal içinden sâdece birini almış ve ellerini kaldırıp Efendi Hazretleri için şöyle duâ etmiş :
"Allah sana burayı kerrât-merrât ile nasîb etsin...Hiç zahmetsiz defalarca haccetmek sana müyesser olsun."
O zât, böyle duâ ettikden sonra, Efendi Hazretlerine Ka`be kapılarından birini işâret ederek, "İşte şu kapıdan çık zîrâ bu kapı bâb-ı ziyâdedir" demiş. Efendi Hazretleri "İşte bu zât-ı akdesin duâsının berekâtı ile onbir defa hacca gitmek nasîb oldu" buyururlardı.
Her kime Ka'be nasîb olsa Hudâ rahmet eder
Her kişi sevdiğini hânesine da'vet eder
Gelelim kıssadan hisseye. Diğer birçok hâtırası gibi Efendi Hazretlerinin bu hâtırasını da O'nu medhetmek için yazmadık. Efendi Hazretleri de, bu gibi hâtıralarını anlatırken "şeyhimin kerâmeti kendinden rivâyeti" şeklinde anlatmazlardı. Dinleyenlere, okuyanlara bir ibret olsun, örnek olsun diye anlatırlardı. Buradaki en mühim ibret şudur :
Eğer bir insan, Allah yolunda samîmiyetle mücâhede eder yani Allah'a ibâdeti de kullarına hizmeti de seve seve yapar ve bunları cânına minnet bilirse Allah o kuluna nice nice maddî ve ma'nevî lutuflarda bulunur. Hem bedenî hem de mâlî bir ibâdet olan hacc aynı zamanda insanın işinden, memleketinden, sevdiklerinden muvakkaten de olsa ayrılmasını da gerektirdiği için büyük bir fedâkârlık gerektirir. İşte bu büyük fedâkârlığı seve seve hattâ aşk ile yapanlara Allah, bu fedâkârlıklarının karşılığını daha bu dünyâda iken kat kat verir.
Allah cümlemize nasîb etsin. Âmîn bi hürmeti seyyidil mürselîn.