23 Nisan 2022 tarihinde yayınlanmıştır.
Geçenlerde Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerinin Resûlullah ve Ehl-i Beytiyle görüşdüğü bazı rüyâlarını bir araya getirip yayınlamışdım. Aslında O'nun mürşidliğini müjdeleyen ve tasdîk eden rüyâlar da o rüyâlar arasındadır. Bunların başında da genç yaşında Ayasofya'da tefsîr dersleri alırken gördükleri rüyâ vardır. Efendi Hazretleri o rüyâsını bir seferinde şöyle anlatmışlardı :
Daha gençliğimde, Tefsîr okuyordum, Tefsîr dersi. O bize Tefsîr okutan hocaefendi, tasavvufu sevmiyordu, dervîşleri sevmezdi. Bir rüyâ gördüm. Hazret-i Peygamber, devenin üstüne binmiş, Hazret-i Ali de deveyi çekiyor, elinde kılıç var. Karşılaşdık yolda. İmâm-ı Ali bana sordu, "Sen müslüman mısın?", "Elhamdülillah" dedim ben. "İslâm için boynunu verir misin?", "Veririm" dedim. Bir kılıç vurdu boynuma, başımla vücûdumu ayırdı, ben de yatağın içinde fırladım yukarı doğru.
Efendi Hazretleri bu rüyâsını güvendiği bir zâta anlatmış, rüyâyı tabîr eden zât, "Sen silsilesi İmâm-ı Ali'ye ulaşan bir tarîkin şeyhi olacaksın" demişdir.
Rüyâ hak ve gerçek, tabîr de doğru, yerinde evet ama nasıl olacakdı bu iş? Malûm ya bu işler akılla-mantıkla, mekteble-medreseyle olacak işler değil, hep emr-i manevî ile olan işler. Böyle olduğu içindir ki, manevî yolculuğun işâretleri de hep rüyâlarla ortaya çıkmışdır. İşte bu yazımızda bu rüyâları biraraya getirmeye çalışacağız.
Efendi Hazretleri ikinci mürşidi Ahmed Tâhir Efendi'ye intisâbından önce gördüğü rüyâları şöyle anlatmışlardı :
İlk mürşidim Sâmi Efendi Hazretleri 1934'de vefât etdi, mürşidsiz kaldım. Dükkan açdım Sahaflar'da. 1946 filan. Bir gece rüyâmda bir zât gördüm, Sarayburnu ile Kızkulesi arasında bir gemideyim ben, yelkenli gemi, direkleri kırılmış, yelkenleri yırtılmış, deniz semâya kalkıyor, öyle şiddetli bir hava var. Korkuyoruz biz tabii gemide. Ben yalnızım. derken Ahmed Tâhir Efendi Hazretleri, ayağında şalvar, üstünde ceket yok, cübbe de yok, bir mintan var, elinde bir kağıt var, "Bunu oku, bu vartadan halâs olursun" diyor. Sabahleyin uyandım kalkdım, "Allah Allah! Ben bu zâtı tanıyorum ama, bir muarefemiz yok, göz âşinâlığı ile tanıyoruz. Sabahleyin bizim dükkanın önünden geçdi. "Ben bu zâtı bu akşam rüyâmda gördüm ama eğer bir şey varsa o bana müracaat etsin" dedim. Gitdi.
Bir iki gün sonra gene rüyâda gördüm. Ben Bayezid'den Fâtih'e doğru geliyorum, tramvay rayının sol tarafındayım. Ahmed Tâhir Efendi Fâtih'den Bayezid'e doğru gidiyor, tramvay rayının sağ tarafında. Karşılaşıyoruz, elindeki bastonla bana işâret ediyor, kendi tarafına geçmemi söylüyor bana. Uyandım sabahleyin, "Allah Allah! Bu zât niye benimle uğraşıyor" dedim. Sabahleyin gene bizim dükkanın önünden geçdi. Arkasından dedim ki, kendi kendime konuşuyorum, "Vallahi bir şey söylemem, ancak sende bir şey varsa, gel sen bana müracaat et" dedim. O gene gitdi.
Üçüncü sefer, rüyâmda geldi beni aldı böyle bağrına basdı, bir sıkdı, kemiklerim birbirine geçdi. Bir Halvetî tâcı aldı başıma koydu. Sanki yedi kat semâyı benim tepeme bindirdi, o kadar ağır. Sabahleyin uyandık, dükkana gitdik. Gene geldi önümden geçdi. İçimden dedim ki, "Valla ben müracaat etmem, sende bir şey varsa sen gel bana müracaat et". Şimdi ben bakıyorum, pencere var bizim orda. Dükkandan bakınca tâ çarşının aşağı kapısına kadar görünüyor, affedersiniz bugünkü helâlara kadar görünüyor. İndi, indi, Râşid Efendi vardı, oraya vardı, orada durdu. Elinde bastonuyla, geri döndü, bizim dükkana geldi. Bizim dükkanın kapısında bir taş var, o da böyle müteharrik taş, eşik yapmışdım onu ben, oraya bastonunu dayadı, başını içeri sokdu, "Ulan softa! Îmân etmeyecek misin hâlâ?" dedi. "Hah şimdi oldu" dedim hemen eline yapışdım, getirdim içeri oturtdum, ellerini öpdüm, dükkânda bana telkînde bulundu. Efendiyle münâsebetimiz böyle başladı.
Efendi Hazretleri Ahmed Tâhir Efendi'nin vefâtından sonra bir müddet emr-i manevî beklemişler. Son rüyâda başına Halvetî tâcının konduğunu açıkça gördükleri hâlde, kendilerini irşâda mezûn görmemişler. Hattâ o aralara devâm etdikleri Tophâne'deki Kâdirihâne'nin şeyhi Gavsi Efendi kendisine hilâfet vermek istemiş, kabûl etmemişler. Çok ısrar edince istihâre etmişler. İstihâresinde kendisine hiç tahmin etmediği bir zât gösterilmiş. Efendi Hazretleri bu hâdiseyi şöyle anlatmışlardı :
O aralık Kâdirî Tekkesi vardı, oraya giderdim ben. Orada zikrullaha girerdim ama Kâdirî değildim. Sonra bir gün oranın şeyhi bana dedi ki "Seni bu tekkeye yerime halîfe yapayım ben" dedi. Ben dedim ki, "Sen beni böyle halîfe yapayım demekle olmaz bu iş. Muhakkak bir istihâre edelim, ben görürsem bir şey, o vakit ben gelir sana teslîm olurum. Çünkü ben el tutdum, benim şeyhlerim vefât etdi, şimdi benim şeyhim yok ama ben maneviyyatdan bir şey göreyim, bir rüyâ göreyim, geleyim ben sana biat edeyim" dedim. "Sen kimin elini tutdun?" dedi. Ben dedim ki ona, "Ben filanca zâtın elini tutdum". "Ona çok hürmetim var, vaktiyle ben ondan ders okudum, hocam o benim" dedi. İkinci şeyhimi de söyledim. Onu kabûl etmedi. "Sen kabûl etmiyorsun ama ben onda göreceğimi gördüm" dedim.
Sonra istihâre etdim. Şimdiki bulunduğum tarîkatın tekkesinde kendimi görüyorum. O tekkeye ben hiç gitmedim, oranın şeyhiyle benim hiç ahbâblığım yokdu. Benim sırtımda beyaz bir entari var, başım açık, ayaklarım yalınayak, ayakda zikrediyordum, o benim şeyhim olacak zât-ı muhterem de, o da böyle pencerenin içine oturmuşdu, başında böyle beyaz takke vardı, bana kasîde okuyordu :
Bunu okuyordu, ben tek başıma zikrediyordum. Sonra beni aldı o zât, götürdü bir eve, yani tekkenin haremine götürdü beni. İçeri girdiğim vakitde orada bir oda gördüm. O odada bir kadın oturuyordu, bir de siyâhî kadın vardı, o da yatıyordu yerde. Oradan merdivenle yukarı çıkdık, bir oda gösterdi bana, içinde çöpler vardı, "O çöpleri temizle, bu oda senin odan" dedi.
Sabahleyin kalkdım, benim istihâre ederken niyetim Kâdirîhâne'ye halîfe olmak içinde, fakat bu taraf çıkmışdı. Üç gün durdum, sabretdim, "Ne yapacağım şimdi ben, ne söyleyeceğim" diye. Üç gün sonra karar verdim ve bu tekkeye geldim. Akşam kapıyı çaldım, bir dervîş kapıyı açdı bana, dedi, "Ne istiyorsunuz?". Dedim, "Efendi içeride mi?". "İçeride" dedi. "Söyle, İstanbul vâizlerinden Hacı Muzaffer Efendi geldi, görmek istiyor seni, müsaade ederler mi?". Dervîş içeri gitdi, söyledi, "Buyursunlar "demiş. İçeri girdim, Şeyh Efendi ayağa kalkdı bana, çünkü İstanbul'da tanınan bir insanım ben, beni bir köşeye oturtturdu, bana kahve ikrâm etdi. "Sebeb-i ziyâretiniz nedir?" diye bana sordu. Ben de meseleyi anlatdım. Dedim, "Kâdirîhâne beni halîfe yapmak istedi, ben istihâre etdim, istihârede sizi gördüm, böyle böyle oldu" dedim. O da bana mukâbele etdi, dedi ki, "Sen istihâre etmişsin, bir de ben istihâre edeyim, bakalım ne çıkacak. Pazartesi akşamı buraya gel" dedi. Pazartesi akşamı gidecekdim, bakdım o gün bir dervîş gelmiş, bana bir kağıt yazmış göndermiş, "Bu akşam gelme Cuma akşamı gel" diyor. Cuma akşamı gitdiğim vakitde, bana dedi ki, "Ben de istihâre etdim, seni İsmâil Maşukî Hazretlerinin evinde gördüm" dedi. Bunun üzerine bana Aşkî lakabını verdi. Kâdirîhâne'ye halîfe olacakdık, bu Hazret'e dervîş olduk.
Sonra bana bir takım dersler verdi, evrâd u ezkâr. Onları okuduk. Ve bana dedi ki, "Gördüğün rüyâyı bana söyleyeceksin, sakın başkasına söyleme" dedi. Aradan altı ay filan geçdi. Bir gece rüyâda bizim evin kapısının önüne üç kişi geldiler, beni aşağı çağırdılar. Bana dediler ki, "Sana imamlık imtihanı yapacağız" dediler. "Peki" dedim. "Kur`ân oku" dediler bana. Ben Kur`ân'dan Mûsâ aleyhisselâmın kıssasını okudum. Tûr'a çıkıp Tûr'da Allah'ı görmek istediğini ve Cenâb-ı Hakk'ın sen beni göremezsin dediğini, buraları okudum. Fakat altını getiremedim, başka bir sûreyle ikmâl etdim. İkisi tamama dediler, imtihanı verdin dediler, fakat üçüncüsü, itiraz etdi, dedi ki, "sûrenin altını okuyamadı, başka sûreye geçdi" dedi. Ben de itiraz etdim kendilerine, "Ben imtihan görmüş bir adamım ve imamlığım var benim ve bu şimdi yapmış olduğumun da bir zararı yok, imamlığa bir zarar vermez, okuduğum Kur`ân'da bir yanlışlık yok" dedim, üçüncü de kabûl etdi. Sabahleyin uyandım, fakat şeyhime gidip rüyâyı anlatamadım. Bu, Pazartesi sabahıydı. Salı gecesi üçe dörde kadar evrâd okudum, tesbîh çekdim filan, o gece bir rüyâ gördüm, çok çirkin. Çirkin ve kabîh bir rüyâ gördüm. Hattâ kızdım kendi kendime, "Üç dört saat böyle ibâdet yapıyoruz, gene böyle çirkin rüyâlar görüyoruz" dedim, kızdım kendi kendime, bağırdım çağırdım. Tabii Şeyh'e gidip gene söylemedim. Ertesi gece gene bir rüyâ gördüm. Ben Dergâh'a girdim, bakdım Tekke'den içeriye, halk içeriye dolmuşlar, namaz kılıyorlar fakat Kur`ân okumuyorlar, yalnız "Lâ ilâhe illallah, Lâ ilâhe illallah, Lâ ilâhe illallah" diyorlar, böyle rükû ediyorlar, böyle secde ediyorlar, hep tevhîdle, tevhîdle namaz kılıyorlar. İçeri girdim bakdım, şeyhim orada oturuyor, beni çağırdı, "Gel buraya" dedi. Beni kulağımdan tutdu, kaldırdı yukarı doğru, tokatla vurdu benim suratıma. Nasıl ki bir kutunun içerisinde bir toz şeker yâhud tuz olur da boşaltmak için altından böyle vurursun, onun gibi vurdu. Sabahleyin uyandım, dedim, "Rüyâ gördüm, gidip Efendi'ye haber vermedim, geldi beni dövdü, gideyim haber vereyim" dedim ve gitdim. Birinci rüyâyı anlatdım, bu üçüncü rüyâyı da söyledim, ama o ikinci çirkin rüyâyı söylemedim. Şeytânî bir rüyâ diye söylemedim onu. Bana dedi ki, "Hayır, olmaz!" dedi, "Sen bu rüyâyı göremezsin, bu iki rüyânın arasında çirkin bir rüyâ görmen lâzım senin" dedi. Öyle deyince, "Ben o rüyâyı gördüm ama size söylemeye utandım" dedim. "Hah şimdi oldu, haydi anlat bakayım" dedi. Hattâ herkesin ortasında anlatmaya utandığım için dervîşleri dışarı çıkardık. Anlatdım, "Tamam şimdi oldu" dedi. Sonra bana hilâfet verdi, sonra beni kendisine halîfe yapdı. Vefâtından bir sene evvel de beni kendisi posta oturtdu yani postunu bana verdi. Çünkü hasta oldu, inemiyordu devrâna, yukarıda delik var bizim meydanın üzerinde, oradan bakardı bana, beni seyrederdi. Bir sene kadar onun hayâtında ben şeyhlik yapdım.
Efendi Hazretleri Fahreddin Efendi Hazretlerine intisâb etdikden sonra Pîr Nûreddin Cerrâhî Hazretlerini de iki defa rüyâda görmüşler ve iltifatlarına mazhar olmuşlardır. Bu rüyâların birisinden sonra Visâl başlıklı şu nutk-i şerîfi îrâd etmişlerdir :
Efendi göçdü, ihvân arasında, "Şeyh kim olacak" diye ihtilaf çıkdı. Çünkü benden otuz yaş büyük adamlar var, eski adamlar, onlar dediler ki, bir tânesi Hüsâmeddin Bey'di, dedi ki, "Ben esmâyı tamâm etdim, Muzaffer Efendi'nin hilâfeti var ama esmâyı tamâm etmedi" dedi. Bu şekilde itiraz etdi. Sefer Efendi, Kemal Efendi , bir de Kadir Bey vardı, onlar benim tarafımı tutdular, o zât yalnız kaldı. Ben ona mukâbeleten dedim ki, "Sen böyle söyledin ama Efendi hayâtında iken postunu bana verdi ama istihâre edelim, kime çıkarsa ona biat edelim dağılmasın bu topluluk". Onun üzerine dedi ki o zât-ı muhterem de bana, "Öyleyse ben sana biat edeyim" dedi Hüsâmeddin Bey. "Hayır ben onu da kabûl etmiyorum" dedim, "İstihâre edelim, istihâre kime çıkarsa ona biat edelim" dedim ve böylece dağıldık. Bir hafta geçdi, geldik Tekke'ye toplandık gene. O zât geldi, dedi ki, "Kapıyı kapayınız, buraya biatlı dervîşler gelsin, muhibler gelmesin" dedi. Ve kapıyı kapatdı, dedi ki, "Çocuklar şimdi beni dinleyin" dedi ve yemîn etdi, dedi, "ben istihâre etdim, istihâremde şöyle bir şey çıkdı, işte size yemîn ediyorum, ben mihrâba geçdim, halk benim arkamda namaz durmak istediler, fakat bana iktidâ etmiyorlar, cemaat üç kişi, iki kişi böyle dağılıyorlar, yani bana iktidâ etmiyorlar" dedi. "O aralık Hazret-i Pîr zuhûr etdi ve bana dedi ki, 'Çekil ordan, mihrabdan!' diye bana seslendi, ben itiraz etdim, kıldıracağım diye namazı, o vakit benim ensemden tutdu, çekdi beni mihrabdan aldı ve Muzaffer Efendi'yi mihraba sürdü" dedi. "Hattâ o cemaatin içerisinde ölen şeyhim Fahreddin Efendi de vardı" dedi, "Ve böylece bütün millet sana iktidâ etdi" dedi. "Onun için evvelâ ben biat ediyorum" dedi ve geldi bana biat etdi. "Bundan böyle kendisi Hocaefendi değil, artık bizim Azîzimiz" dedi. Ondan sonra biz posta oturduk. Sonra Allah bize daha büyük feyz ü bereket verdi, dervîşlerimiz çoğaldı, Tekke'nin kapısını açdık, gelen geçen çoğaldılar filan. İşte bugüne kadar bu şekilde irşadla meşgûl olduk. Bundan sonra ne olacağını bilmiyorum.
Efendi Hazretleri'nin "Sonra Allah bize daha büyük feyz ü bereket verdi, dervîşlerimiz çoğaldı, Tekke'nin kapısını açdık" buyurmalarının hikmeti de şudur. Onun zamânına kadar Tekke'deki faaliyetler hep gizli tutulurmuş. Malûm ya tekkeler, tarîkatlar kânûnen kapalı, bir şikâyet olsa mahkemelik olma hattâ hapse düşme ihtimâli var. Fakat Efendi Hazretleri o vakit bir rüyâ görmüş ve aldığı manevî emir üzerine kapıları açmış, gizliliğe son vermişdir. Bu sâyededir ki dînden diyânetden habersiz pek çok kimse hak yola girmiş, dalâletden kurtulmuşdur. Pek çok gâfil müslüman da gafletden kurtulmuş, îmânını yakîne getirmişdir. Efendi Hazretlerine Türkiyenin dört bir tarafından gelenler olduğu gibi, Avrupa'dan ve Amerika'dan da pek çok kimse gelmiş, Efendi Hazretleri de oralara gitmiş ve nice Allahsızlara Allah'ı bildirmiş, nice kitâbsızlara kitâbullahı tanıtmışdır. Gerek Türkiye'de gerek başka ülkelerde sayısız insan O'nun feyzinden istifâde etmiş, irşâdından nasîbdâr olmuşdur ve hâlâ da olmakdadır.
Efendi Hazretleri, şeyhliğin, mürşidliğin yalnız icâzet almakla olmayacağını, o icâzetin bizzat Resûl-i Ekrem tarafından tasdîk edilmesi gerekdiğini söylerlerdi. Nitekim kendileri buna mazhar olmuş, bizzat Resûl-i Ekrem Efendimizin teyid ve tasdîkiyle irşâd makâmına geçmişlerdir. Bir rüyâsında Medîne-i Münevvere'ye gitdiklerini ve Hazret-i Peygamber'i ziyâret etdiklerini görmüşler. Ravza-yı Nebî'de birdenbire Hazret-i Peygamber zâhir olarak kendisine bir Kur`ân-ı Kerîm vermişler. Yine diğer bir rüyâsında Mescid-i Nebî'de iken, Hazret-i Peygamber kendisini çağırmışlar ve "Mescidimin etrâfı çok kirlendi, haydi sen benim mescidimi temizle" buyurmuşlar. İşte bu rüyâlar da Efendi Hazretlerinin mürşidliğinin bizzat Resûlullah tarafından tasdîk ve teyîd edildiğini açıkça göstermekdedir.
Son olarak, mühim bir rüyâ daha yazacağım. Efendi Hazretleri 80 ihtilalinden sonra hürriyetlerin büyük ölçüde tahdîd edildiği dönemde, kendilerinin irşâd faaliyetlerinin ne olacağı husûsunda istihâre etmişler ve bir rüyâ görmüşler. O rüyâyı da şöyle anlatmışlardı :
İstihâre etdim bizim hakkımızda, yani nedir, ne olacak bu iş diye. İkide yatdıydım, dörde yirmi kala kalkdım. Bir câmideyiz, Süleymâniye Câmisi gibi. Sol ön ayak, mihrâb tarafında musluklar var, câminin içerisinde. Sonra bir Nakşî şeyhi var, yirmi beş otuz sene var vefât edeli, onu gördüm, "Muzaffer, sabah namazını sen kıldır" dedi bana. Sabah namazı kılınacakmış. "Sen kıldır sabah namazını" dedi, "Sûre-i Mülk'le kıldır" dedi. Bir tarafdan da Sûre-i Mülk okunuyor. İçimden diyorum ki kendi kendime, "Eyvah! Niye cemaate geldim, bana ağır bir yük yüklediler" diyorum, içimden böyle söylüyorum. Derken orada bir zât daha var, yüzü gül renginde, yanakları, beyaz sakallı. O da meşâyih-i nakşibendiyyeden bir zât imiş. Fakat kim olduğunu bilmiyorum. Ama ötekini yani bana emredeni tanıyorum, muarefemiz var onunla. Sonra abdest alıp oradan çıkdım, ezan da okunuyor, dedim, "eyvâh yetiştiremeyeceğiz gâliba". Bu sefer Akşam ezanı oldu. Bayezid'e çıkacakmışım, Bayezid Câmisine, akşam namazını kıldırmaya. Önce Sabah namazıydı. Sonra bakdım güneş vurmuş evlerin şahnişlerine, böyle pırıl pırıl yanıyor filan. Ezan da okunuyor, daha güneş var havada. "Elhamdülillah yetiştik" filan dedim ben. Böyle uyandım.
Rüyâ tabîrinden anlayanların bileceği gibi, bu rüyâ, Efendi Hazretlerinin ömrünün sonuna kadar irşâd faaliyetinde bulunacağına, yani halkı Hakk'a götürmek için uğraşacağına işâret etmekdedir. Nitekim öyle de olmuşdur.