Muzaffer Efendi Hazretlerinin Kısa Hayat Hikâyesi

15 Şubat 2025 tarihinde yayınlanmıştır.

Muzaffer Efendi
1916-1985

Gerek dünyânın gerek memleketimizin yangın yerine döndüğü bir dönemde, İstanbul'da dünyâya geldi. Birinci dünyâ harbi esnâsında kazanılan bir zafer dolayısıyla, ismini Muzaffer koymuşlar. Babası Aslen Konyalı olup İstanbul Kurşunlu Medrese'de tahsîlini tamamladıkdan sonra Rumeli'ye tayîn olunmuş, Şumnu'da müderrislik yapmış ve orada Efendi Hazretlerinin annesi Yanbolu Cerrâhî Dergâhı Şeyhi Seyyid Hüseyin Efendi'nin torunu Ayşe Hanım'la evlenmişdir. Âilesi, gâyet mazbut ve müreffeh bir hayât sürmekde iken, Rumeli Bozgunu sebebiyle İstanbul'a hicret etmek mecbûriyyetinde kalmış ve o hengâmede mallarını, mülklerini kaybetmişler, pek çok zorluklar çekmişler. Birbirini takîb eden harbler, darbler, felâketler netîcesinde, yalnız mal mülk değil, âile de darmadağın olmuş, bir kısmı harblerde şehîd düşmüş, bir kısmı gâzî olmuş, bir kısmı da sağa sola dağılmış. Bütün bu felâketlerin üstüne bir de babasını kaybetmiş Efendi Hazretleri, henüz altı aylıkken üstelik. O geniş âileden geriye yalnız beş kişi kalmış, harbde şehîd düşen dayısının iki yetîm kızı, kız kardeşi, annesi ve kendisi. Bu beş kişilik âilenin bütün yükü de onun sırtına yüklenmiş, âilenin tek erkek ferdi o olduğu için. 

Efendi Hazretleri tahsîle önce mahalle mektebinde başlamış, Cumhuriyet'le beraber bu mektebler kapanınca, ilkokula devâm ederek ilk tahsîlini tamamlamış. Daha sonra Gelenbevî Ortaokuluna başlamış fakat fakr u zarûret sebebiyle çalışmak mecbûriyyetinde kaldığından ağlaya ağlaya okuldan ayrılmışdır.

Annesi, geçim sıkıntısı sebebiyle, onu askerî okula vermeye niyet edince bir rüyâ görmüş. Rüyâsında ona görünen bir veliyyullah, "Hanım, sen oğlunu devletin ordusuna değil, Allah ordusuna asker yap" demiş. O da bu rüyânın tesîriyle oğlunu askerî okula göndermekden vazgeçmiş ve dînî ilimlere yönlendirmişdir.

Efendi Hazretleri, çocuk yaşında bir tarafdan cüzî bir yevmiye ile ağır işler yapıyor, bütün gün çalışıyor, bir tarafdan da okuyor, tahsîl görüyor. Bir tarafdan da ibâdetlerini hiç aksatmıyor, câmiye, cemâate devâm ediyor. Onun bu hâli Sultan Selim Türbedarı Hoca Şâkir Efendi'nin nazar-ı dikkatini çekmiş, bakmış ki diğer çocuklar gibi değil, bambaşka bir hâlet var onda, alâkadar olmuş, ona Kur`ân talîm etmeye başlamış, hıfza başlatmış ve ilme teşvîk etmiş onu.

Daha sonra Ayaklı Kütüphâne nâmıyla bilinen Gümülcineli Mustafa Efendi'nin himmetiyle hıfzını ikmâl etmiş ve Arapça'ya başlamış, Fatih Câmi-i Şerîfi başimamı Mehmed Rasim Efendi'den kıraât öğrenmiş, Hacı Hayrullah Efendi'den tefsîr dersleri almış. Gene devrin kıymetli âlimlerinden biri olan Hüsrev Aydınlar Hocaefendi'den Buhârî ve Hidâye, Kemahlı Mahmud Efendi'den Müslim-i Şerîf, Kastamonulu Ahmed Efendi ile Beşiktaşlı Cemal Efendi'den de tefsîr ve âdâb okumuşdur.. 

Yıllar süren bu tahsîl hayâtından sonra, Sarıyer Müftüsü Hüseyin Hüsnü Efendi'nin imtihanıyla ilk vazîfesine tayîn olunmuş, Sarıyer Fahrî Vâizi olmuşdur. Kısa bir müddet Ali Yazıcı Câmisinde görev yapdıkdan sonra sırasıyla Ali Yazıcı, Soğanağa, Kefeli ve Bayezid Cami-i Şerîflerinde müezzinlik yapmış, sonra gene bir imtihânla, Vezneciler'deki Camcı Ali Cami-i Şerîfinin imâm ve hatîbi olmuşdur. Bu câmi-i şerîfde vazîfe gördüğü sırada dersini dinleyen Diyânet İşleri Reisi Ahmed Hamdi Akseki'nin talîmatıyla İstanbul'un bütün câmilerinde vaaz u nasîhatde bulunmasına müsâade edilmişdir. O günden itibaren İstanbul'un her tarafına koşmuş, başda Fâtih, Bayezid, Sultan Ahmed, Yeni Câmi, Eyüp Sultan gibi büyük câmiler olmak üzere kırkdan fazla câmide vaazlar vermiş, dersler yapmışdır. Onun irşâd faaliyetlerinde ayrı bir yeri olan bu dersler yanında 1950'den itibaren Cuma namazlarını kıldırdığı mescidde okuduğu hutbelerin de ayrı bir kıymeti vardır.  

Aynı zamanda kitapçılık sanatını öğrenmiş ve sahaflık mesleğine girmişdir ve Bayezid'deki Sahaflar Çarşısında bir dükkan açmışdır. Zamanla sahaflıkda ustalaşmış ve bilhassa Arapça yazmalar, dînî kîtâblar, hüsn-i hat ve yazma mushaflar konusunda mütehassıs olmuşdur. Hattâ bu işi en iyi şekilde öğrenebilmek için, bir ara misâfir talebe olarak Güzel Sanatlar Akademisi'ne devam etmiş, orada Hattat Hacı Nûri Korman, Hattat Hacı Kâmil Akdik ve Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey'lerden yazı ve tezhib sanatı üzerine dersler almışdır.

Efendi Hazretlerinin en büyük hizmetlerinden biri de, o yıllarda pek kimsenin cesâret edemediği bir iş olan dînî kitâb yayınlama işine el atmış olması ve dînî tahsîl gören talebelerin, medrese mollalarının ve onlara ders okutan hocaların ihtiyâcı olan klasik eserleri yayınlaması, bütün Türkiye'ye dağıtmasıdır. Ayrıca halkın istifâde edeceği bir takım dînî kitâbları da yayınlamış ve o sahadaki büyük bir eksikliği gidermişdir. Kendi kitapları da vardır Efendi Hazretlerinin. Bâhusûs üç cildlik İrşâd nâmındaki eseri çok beğenilmiş, her tarafa yayılmış, bugün de okunmakdadır. 

Bir tarafdan da mûsıkî talîm etmişdir, bâhusûs dînî mûsıkîyi gâyet güzel öğrenmişdir. Hocası, meşhûr Zekâî Dede'nin oğlu Hâfız Ahmed Efendi'nin talebesi Bakırköy Müftüsü İsmâil Hakkı Başeski'dir. Bestekârlığı da vardır Efendi Hazretlerinin, 60 kadar ilâhî bestelemişdir. Mûsıkî bilgisi yanında icrâcılığı da vardı, Mevlid de okurdu, ezan da okurdur, kasîde de okurdu zikir meclislerinde. Enderûn usûlüyle terâvih namazı kıldırabilen bir iki kişiden biriydi ve Süleymâniye Câmi-i Şerîfinde 23 sene bu ûsulde namaz kıldırmışlığı vardır. Yok olmaya yüz tutmuş olan bu âdetin günümüze ulaşmasında emeği çokdur. 

Tasavvufî hayâtına gelince. Daha küçük bir çocukken, babasının vasiyetiyle himâyesi altına girdiği Abdurrahmân Sâmî Saruhânî Hazretlerinin hizmetinde bulunmuş ve on iki yaşında ona intisâb etmişdir. Onun vefâtından sonra bir müddet mürşidsiz kalmış, bilâhare üstüste gördüğü üç rüyâ ile kendisine gösterilen ve hattâ ayağına kadar gönderilen Ahmed Tâhir Efendi'ye bağlanmışdır. Yıllarca onun terbiyesinde yetişmiş, tasavvufun bütün inceliklerini öğrenmiş, Fusûs'u ve Fütûhat'ı ondan okumuş ve hilâfet de almışdır kendisinden. O vefât edince, istihâre etmiş ve gene bir rüyâda verilen manevî işâretle Karagümrük'deki Nûreddin Cerrâhî Tekkesi şeyhi Fahreddin Efendi'ye gitmiş ve ona intisâb etmişdir. Bu üç zât-ı akdes, onun bizzat intisâb etdiği ve terbiyeleri altında seyr u sülûk etdiği mürşidleridir. Bunlardan başka pek çok şeyhden de istifâde etmişdir, o devrin hemen hemen bütün mürşidleriyle görüşmüş, sohbetlerinde bulunmuş, duâlarını almış, feyzlerinden istifâde etmişdir. O kadar çokdur ki bu zevât, bunu ifâde etmek için, "Herkesin bir şeyhi olur, benim yüz şeyhim oldu" buyururlardı. 

Ona Aşkî mahlasını veren son şeyhi Fahreddin Efendi Hazretleri, altı ay gibi kısa bir müddet içinde ona hilâfet vermiş ve âlem-i cemâle gitmeden evvel de meydanı ona bırakarak kendisine halef tayîn etdiğini göstermişdir. Fahreddin Efendi'nin vefâtıyla, Dergâh-ı Şerîf'de postnişîn olmuş, vefâtına kadar da bu hizmeti yürütmüşdür. Şu farkla ki, posta geçdiği vakit, aldığı bir emr-i manevî ile, dergâhın kapılarını herkese açarak irşâd halkasını genişletmiş, tekkeyi dervîşlere münhasır bir yer olmakdan çıkarmış, tarîkati ve tasavvufu halkı Hakk'a götürmek için vesîle ittihâz etmiş, hattâ "İnsanlara bir kerre Allah dedirtsem kârdır" düşüncesiyle didinmiş, uğraşmışdır. Zâten gençliğinden beri şiârı, dâimâ halkı îmâna ve Kur`ân'a davet etmek olmuş ve alışılagelenin aksine irşâdını câmilere ve mescidlere hasretmemiş, müsâid olan her zamanı ve zemini değerlendirmiş, gerek kıraathânelerde, gerek kendi dükkânında, gerek ihvân u yârânının evlerinde ve işyerlerinde, hattâ mesîrelerde, düğünlerde, cenâzelerde bile irşâdına devâm etmişdir. Hattâ hattâ bir iftirâya uğrayarak haksız yere gönderildiği hapishânde bile  boş durmamış, oradaki mahkûmlara tövbe etdirmiş, pek çoğunu irşâd etmişdir. Ömrü boyunca nice sarhoşlara kadehlerini kırdırmış, nice kumarbazlara kumarı terketdirmiş, nice bî-namazları câmiye getirmiş, nice taş kalblileri merhamete getirmiş, nice fâsıkları, nice zâlimleri hak yola getirmiş, nice gâfilleri de gaflet uykusundan uyandırmışdır. Bunlarla da yetinmemiş, Avrupa ve Amerika seyahatleri ile bu daveti uzak diyarlara taşımışdır. Nice gayr-i müslimlerin îmânına vesîle olmuş, küfür diyarlarında nice mescidler inşâsına sebeb olmuşdur. Ecdâdımızın i'lâ-yı kelimetullah için ordularla yapdığı cihadı, tek kişilik bir ordu gibi ferden yapmış ve bi-inâyetillahi teâlâ adı gibi muzaffer olmuşdur.

Bu kadar kelâmdan sonra, onun hayâtını iki kelime ile özetleyebilirim : "Davet ve irşâd". Vazîfesi buydu onun, Peygamber vârisiydi zîrâ. Müezzinliği de odur, imamlığı da, hatîbliği de odur, vâizliği de, şeyhliği de odur, yazarlığı da, kitapçılığı da odur, yayıncılığa da, seyahatlerini de onun için yapmışdır, sohbetlerini de. Duâlarında bile vardır bunlar. Hattâ latîfelerinde, şakalarında bile vardır bunlar. Hepsi hepsi, şu iki maddeden ibâretdir : Davet ve İrşâd. Bu ikisinin kaynağına gelince, o da aşkdır. Aşk-ı ilâhî ve aşk-ı Muhammedî. Hem de o kadar ileri derecededir ki onda aşk, "aşkın tecessüm etmiş hâlidir" de diyebiliriz onun için.

Bu kısa hayat hikayesinde, temas etmediğim pek çok şey var. Efendi Hazretlerinin hayâtını bütün teferruâtıyla öğrenmek isteyenler, onun için hazırladığım şu sayfaya bakıversinler.
Listeye geri dön