Muzaffer Efendi Hazretlerinin Talebelik Hâtıraları

1 Aralık 2014 tarihinde yayınlanmıştır.

İlim
Utlubul İlme Minel Mehdi İlel Lahdi - Hadîs-i Şerîf
Beşikden mezara kadar ilmi taleb ediniz,
Hadîs-i Şerîf
Efendi Hazretleri henüz altı aylık iken babası Mehmed Efendi Hakk'a yürümüş, akrabalarının vefâsızlığı ve her birinin bir tarafa dağılması ile Annesi Ayşe Hanım ile başbaşa kalmışlar...1969 yılında kaleme aldığı "otobiyografi"sinde, Efendi Hazretleri bu yılları şöyle anlatıyor : 
Biz, ana-oğul "mütevekkilen alallah" baş başa kalmıştık. Nur içinde yatsın, bir köy kızı olmasına rağmen uyanık bir hanım olan anacığım, her hâl ü kârda tahsilimi de ihmal etmiyor ve behemehal okumamı istiyordu. Besmele-i Şerîfi Karagümrük'de Atik Ali Paşa Camii İmamı Hâfız Cafer Efendi'nin huzurunda çekmiş ve daha sonra Poyraz Sokağında Uşşâkî tarîkatı pîr-i sânîsi olan Cemâl-i Uşşâkî Efendimizin dergâhında, maalesef adını hatırlayamadığım bir hoca efendiden de ilk derslerimi almıştım. Nihayet Fatih'de bir hoca mektebine devama başladım ve bu mektepte Şevket ve Kamil Efendi'lerden ders aldım. Cumhuriyet inkılâbı ile bu mektep kapanınca, önce Sâliha Hatun ilkokuluna ve daha sonra 20.İlkokul'a devam ederek ilk tahsilimi tamamladım.
 Mektebe vardıkda evvel ey elif-kâmet bana
'Ayn u şîn u kâf ta'lîm etmiş üstâdım benim 
Rahmetli anacığım, bu kadarını kâfî görmüyor ve her şeye rağmen benim tahsilime devamımı arzuluyordu. İtiraf ederim ki, ben de okumağa ve öğrenmeğe fevkalade heveskâr ve kâbiliyetli idim. Ne var ki içinde bulunduğumuz fakr u zarûret de şiddet ve dehşetini hergün biraz daha arttırıyordu. İlkokulu bitirdikten sonra kaydolunduğum Gelenbevî Ortaokulundaki tahsil yıllarımı her zaman içim sızlayarak hatırlarım. Hiçbir taraftan gelirimiz olmadığı gibi, Allah tealadan gayrı güvenebilecek kimsemiz de yoktu. Çok geceler ana-oğul aç yatıyor, aç kalkıyorduk. Üst-baş, giyim-kuşam bakımından da aynı ıztırâr ve ihtiyaç içinde idik. Yiyecek ekmek bulamayan sessiz ve kimsesiz bir ana ile 10-12 yaşlarında bir yetim, giyecek elbiseyi ve ayakkabıyı nereden ve nasıl temin edebilirlerdi?
En yüksek rütbe ilim rütbesidir.
Anacığım beni Darüşşafaka'ya veya askerî okullardan herhangi birisine vermek ve böylelikle hem tahsilimi, hem üst-başımı hem de yiyeceğimi teminat altına almak istiyordu. Fakat ne çare? Bütün kapılar sanki yüzümüze kapanmış, elimizden tutacak, bize yol gösterecek, böyle bir hayırlı işe vâsıta olabilecek hiç kimse de çıkmamıştı. Annemin çalıştığı bazı evlerden verilen eskileri giyiyor, onun canını dişine takarak sağlayabildiği birkaç kuruşla günümüzü gün etmeğe çalışıyorduk. Bu mahrumiyet ve sefâlete daha ne kadar ve nasıl tahammül edilebilirdi? 
Fakr u zarûretten mütevellid, ağır ve dayanılmaz baskılar altında, ağlaya ağlaya mektepten ayrılırken neler hissettiğimi kelimeler ve cümlelerle ifâde edebilmek cidden mümkün değildir. Şu kadarını söyleyebilirim ki, tahsili terk etmek bana açlıktan da düşkünlükten de mahrumiyet ve sefaletten de ağır gelmiştir. Rabbim bu acıyı kimseye göstermesin..
Beni önce Atpazarı'nda bir saracın yanına vermişlerdi. Bir müddet sonra oradan ayrıldım ve Zindankapısı'nda huysuz ve aksi bir ihtiyarın yanına girdim. Bu zatın zulümlerini ve haksızlıklarını hatırladıkça, hala ürperir ve bir insanın bu derece zâlim, geçimsiz ve dirliksiz olabileceğine bir türlü akıl erdiremem. Olur olmaz her şeye kızar, sebepli sebepsiz azarlar, akrep gibi sokmak için âdetâ bahâne arardı. Bana 35 kuruş gündelik verdiği halde, rastgele bir hamalın bir liraya götürmeyeceği ağır yükleri, evinden dükkanına dükkanından evine taşıtır, bir dakika soluk aldırmaz, akşamlara kadar durmadan, dinlenmeden çalıştırırdı.
Sabreden muzaffer olur.
Tereddüt etmeden söyleyebilirim ki, bu zatın haksızlıklarına ve huysuzluklarına ancak îmân gücümle mukâvemet edebiliyordum. Çünkü bütün bu ağır şartlara rağmen, muntazaman namazımı kılar, okunan Kuran-ı Kerim'i olanca dikkatimle dinler, manasını anlayabilmek için Cenab-ı Hakk'dan feyz ve ilham niyâz ederdim. İşte o günlerden birisinde Sultan Selim Cami'sinde nur yüzlü bir zât-ı şerîf ile karşılaştım. Vakit namazlarına sadakatle devam ettiğimi gören bu zât benimle alâkadar oldu, derdimi dinledi, durumumu öğrendi.Tahsile ve be tahsis Kuran-ı Azîmüşşân'a olan bağlılığımı takdîr ve teşvîk ederek, bıraktığım yerden başlamak sûretiyle, Kuran-ı Mübîn'i bana ta'lîme başladı. Neyleyim ki, kader hükmünü icrâda gecikmedi ve Abese sûre-i celîlesini ezberlediğim gün, hocam ahrete göç etti. Bu muhterem zât, Yavuz Sultan Selim hazretlerinin türbedârı Hoca Hâfız Şâkir Efendi idi. Mevlâm garka-i garîk rahmet ve makâmını cennet eyleye.
Hâfız Şâkir Efendi merhûmun hakkımdaki teveccüh ve alâkası netîcesi olarak, aynı cami-i şerîfin hademesi de beni çok seviyorlardı. Hayat ve maişet yükünün zahmet ve meşakkatleri arttıkça, bende olan aşk-ı ilâhî de hergün biraz daha artıyor, îmânın haz ve gururuna, islâmın şuur ve süruruna varıyordum. İçinde bulunduğum ağır şartlara rağmen, birçok zevâtın hizmet ve vazîfelerini seve seve yapıyor ve bununla âdetâ iftihar ediyordum. Bu hizmet ve gayretlerim gözlerinden kaçmamış olmalıdır ki, hasta ve yatalak bir ihtiyar olan Mehmed Efendi'nin vazîfesini kendi aralarında idâreten bana tevcîh etmişlerdi.
Yanında çalıştığım ihtiyarın, taşıyamayacağım kadar ağır bir yük yüklemesi neticesi kasığım incindiği gün, işinden çıkarılmış ve hiç unutmam 35 kuruş gündeliğim evimize gönderilmişti. Bununla beraber memnun ve mesud idim. Çünkü bu huysuz ve aksi zatın hizmetinden kurtulmuştum. Dînî tahsilime devamıma imkan verecek rahat bir iş aramaya başlamıştım. Bir bildik tavsiyesi ile İstanbul Darphanesi'ne müracaatta bulundum. Bu arada camideki görevime de devam ediyordum. Darphane'ye işçi olarak kabul edildiğimi haber verdikleri gün, hıfzımı tamamlamaya çalışıyordum...
Abdurrahman Sami Saruhani Hazretleri
Efendi Hazretlerinin babası gibi sevdiği ilk mürşidi
Abdurrahman Sâmî Saruhânî Hazretleri
Nihayet Allah Teala'nın avn u inâyeti ve hocam Gümülcineli Mustafa Efendi'nin himmet ve gayreti ile hıfzımı bitirmiş ve arabiyata başlamıştım. Fatih Cami-i Şerîfi başimamı Mehmed Rasim Efendi'den hurufat tahsil ediyor, Ayasofya'da Hacı Hayrullah Efendi'den tefsir dersleri alıyordum. Hocalarımdan Abdurrahman Sâmî Efendi'nin vefatından sonra, rüyada bir zât tarafından vâki olan manevî emir üzerine Fatih Türbedârı Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin halîfesi Ahmed Tâhir Marâşî'den tasavvuf ve hâl ilmini tahsile başlamıştım. Bu arada dersiamdan Hüsrev Efendi'den Buhârî ve Hidâye, Kemahlı Mahmud Efendi'den Müslim-i Şerîf, Kastamonulu Ahmed Efendi ile Beşiktaşlı Cemal Efendi'den de tefsîr ve âdâb okuyordum.
Sarıyer Müftüsü Hüseyin Hüsnü Efendi tarafından imtihan edilerek, Sarıyer Fahrî Vâizliğine tayîn olunduğum günkü sevinç ve heyecanımı hâlâ unutamam...
Bundan sonra, önce Ali Yazıcı Camii'ne ve müteâkıben sırasıyla Soğanağa, Kefevî ve Bayezid Cami-i Şerîfleri müezzinliklerine tayîn edildim. Nihayet geçirdiğim son bir imtihanla, Vezneciler'de Camcı Ali Camii imam ve hatipliği uhdeme tevdi kılındı. Bu cami-i şerîfde vazîfe gördüğüm sırada dersimi dinleyen Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi Efendi merhûm bütün İstanbul camilerinde vaz u nasîhatte bulunmama müsaade olunması hususunda o zaman İstanbul Müftüsü olan Ömer Nasuhî Efendi hazretlerine emreyledi.
1939 yılında, Bayezid'de Sahaflar Çarşısı'nda bir dükkan açmış bulunuyor, bir yandan da muhtelif camilerde vazîfeme devam ediyordum. Bu arada yine boş durmuyor, yeni bir şeyler öğrenmek ve müktesebâtımı genişletmek azim ve gayretiyle, her çâreye başvuruyordum. Merhûm Zekâî Dede Efendi'nin mahdûm-i mükerremleri Hâfız Ahmed Efendi'nin talebesi olan, Bakırköy Müftüsü İsmail Hakkı Bey'den de mûsıkî talimine başlamıştım.
1936 yılından itibaren de Güzel Sanatlar Akademisi'ne talebe olarak kayıt ve devama başlamış, Hattat Hacı Nuri, Hattat Hacı Kamil ve Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey'lerden yazı talim etmiş ve tezhip sanatı üzerine de çalışmıştım...


GİZLİ BİR VELÎ

Efendi Hazretlerinin annesi, yaşadıkları dayanılmaz fakr u zarûret sebebiyle Efendi Hazretlerinin askerî bir okula gitmesini arzu edermiş...Nitekim Efendi Hazretlerinin bir tek babası hariç olmak üzere baba tarafı hep askerliği tercih etmişler...O ara Efendi Hazretlerinin karşısına çıkan bir veliyullah bir gece annesinin rüyasına girerek, "Oğlunu orduya asker yapma! Allah'ın askeri yap!" diyerek bu fikrinden vazgeçirmiş ve o zor şartlarda hocaefendilerden husûsî dersler almak sûretiyle dînî ilimlerle mücehhez olarak yetişmesini temin etmiş...Bu zât Efendi Hazretlerini sürekli ta'kîb eder ve Efendi Hazretleri ne zaman çocukluk iktizâsı olarak arkadaşlarıyla oyuna-eğlenceye gitmeye kalksa engel olur, O'nu derslere, hocalarına yönlendirirmiş...

FAHREDDİN EFENDİ İLE İLK KARŞILAŞMA


Gümülcineli Mustafa Efendi nâmı diğer Açıkbaş Mustafa Efendi'ye talebe olduğu zaman Hoca Efendi, Efendi Hazretlerini pek sevdiği ve hürmet ettiği Nureddin Cerrâhî Âsitânesi Postneşîni Fahreddin Efendi Hazretlerine götürerek "Efendi Hazretleri, bu delikanlı benim talebemdir, kendisine duâ ediniz" diye ricâ eder ve elini öptürür...Uzun yıllar sonra Efendi Hazretleri emr-i manevî ile Fahreddin Efendi'ye intisâb eder...
Gençlik yıllarından bir portre..
Gençlik yıllarından bir fotoğraf
 AYASOFYA'DA TEFSÎR DERSİ ALDIKLARI GÜNLERDE GÖRDÜKLERİ RÜYA


Efendi Hazretleri gençliğinde Hacı Hayrullah Efendi'den tefsîr dersleri aldığı dönemde gördüğü mühim bir rüyayı 1981 senesinde kaleme aldığı "otobiyografi"sinde şöyle anlatıyor :

Gençliğimde Ayasofya'da tefsîr dersi alırken bir rüyâ gördüm. Rüyâmda, Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) İmâm-ı Ali (kerremallahu vecheh) Efendimiz tarafından yedilen devesi üzerinde gidiyordu. İmâm-ı Ali Efendimizin diğer elinde meşhûr kılıcı iki uçlu Zülfikar vardı. Resûlullah bana hitab ederek "Müslüman mısın?" diye sordular. Ben "evet" deyince bana "İslâm için başını verir misin?" diye sordular. Ben tekrar "evet" deyince İmâm-ı Ali Efendimize başımı İslâm adına kesmesini emrettiler. İmâm-ı Ali Efendimiz başımı uzatmamı istedi ve bütün gücüyle kılıcını vurarak başımı gövdemden ayırdı. Dehşet içinde uyandım. Sabah Kur'ân hocamı gördüğümde rüyâmı ona anlattım ve babamın kim olduğunu da söyledim. Hocamın, babamın yakın arkadaşı olduğunu biliyordum fakat o güne kadar bundan hiç bahsetmemişdim. Başını salladı ve "Demek sen benim sürgün arkadaşımın oğlusun öyle mi" dedi. Babam ve Hocam İttihad ve Terakkî tarafından Sinop'a sürgün edilen 700 kadar meşâyih ve ulemâ arasında idiler. Bu kıymetli zevatın sürgünleri 1. Dünya Savaşına yani 1914 yılına kadar sürmüştür. Hocam rüyâmın ta'bîrinde "İmâm-ı Ali'ye bağlı bir tarîkata dâhil olacağımı ve o tarîkin şeyhi olacağımı" beyân ettiler.

BİR İMTİHAN HATIRASI

Efendi Hazretleri hurufat dersleri aldığı zamanlarda Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından tertip edilen kıraat imtihanına diğer talebe arkadaşları ile beraber o da girer. Efendi Hazretleri hâriç hiçbir talebe imtihanı veremez. Ders aldıkları Hoca Efendi bunu duyunca fenâ halde kızar ve sebebini sorar. Efendi Hazretleri şöyle izah etmişler "Onlar dersdeki gibi 'ayın'ı çatlatarak 'kaf'ı patlatarak okudular, halbuki bu talim içindir, cemaate böyle okunmaz" buyurmuşlar...

ABDÜLAZİZ MECDİ TOLUN HAZRETLERİ İLE MÜLÂKÂT
Efendi Hazretleri yirmili yaşlarında Bayezid Cami-i Şerifinde müezzinlik vazîfesi yaparken, birgün Ahmed Amîş Efendi'nin bendelerinden Abdüzlazîz Mecdî Tolun Efendi Hazretleri kendisini çağırıp ne ile iştigal ettiğini sorar. Efendi Hazretleri o camide müezzin olduğunu bir yandan da Arapça tahsîl ettiğini söyleyince, Hazret, "Arapça öğrenmene gerek yok, hâfız ol" diye tavsiyede bulunur. Efendi Hazretleri sebebini sorunca, Hazret önce susmuş sonra arka arkaya şu soruları sormuş ve Efendi Hazretleri de şu cevapları vermiş :

- Ard kaç kattır, semâ kaç katdır? 

- Ard yedi katdır, semâ da yedi katdır.

- Yedi kat semâdan sonra ne vardır?

- Beytü'l-Ma'mûr vardır.

- Sonra?

- Sidretü'l-Müntehâ vardır.

- Sonra?

- Arş vardır.

- Peki arşdan sonra?

- Kürsî vardır.

- Kürsiden öte ne vardır?

Ard-ı Zemzeme vardır.

- Sonra?

Amâ vardır.

- Sonra?

Efendi Hazretleri bu son soruya "Ben bilmiyorum ancak mahlûk olduğuna göre onun da ötesinde bir şey vardır" diyerek cevap verince Abdülaziz Mecdî Efendi Hazretleri : 

"Evlâdım, ben sözümü geri aldım, sen Arapça oku, sen Arapça oku" diyerek Efendi Hazretlerinin isti'dâdı karşısında hayretini ifâde eder.


GÜMÜLCİNELİ MUSTAFA EFENDİ'NİN KEŞFİ 

Efendi Hazretlerini çekemeyen biri, hocası Gümülcineli Mustafa Efendi'ye, "Hocam bu çocuğu okutma, bu çocuk adam olmaz, vaktine yazık" demiş. Hoca Efendi bu hasedçi adama cevâben "Hayır, bu çocuk adam olur, hatta Fâtih kürsüsüne bile çıkar, vaaz eder, sen de ben de dinleriz" demiş. Hoca Efendi'nin bu sözleri yıllar sonra aynen vâki olmuş. Görenlerin ifâdesine göre Efendi Hazretlerinin Fâtih Câmi-i Şerîfindeki bu ilk vaazında, Mustafa Efendi göz yaşlarını tutamamış.


BİR HOCASININ KERÂMETİ

Muzaffer Efendi Hazretleri bir tarafdan müezzinlik vazîfesine devâm ederken bir tarafdan da devrin kıymetli âlimlerinden ilim tahsîline devâm eder. Zâten daha önce çalıştığı yevmiyeli işi bırakıp daha düşük bir maaşla müezzinlik yapmasının sebebi ilim tahsîli için zaman bulmakdır. İşte bu dönemde Fener'deki Ali Yazıcı Mescidinde vazîfe yaparken ara sıra gittiği bir berber dükkanında bir papazla karşılaşır. Papaz Fener'deki Patrikhane'de görevlidir. Efendi Hazretlerinin dînî ilimlerle meşgûl olduğunu öğrenince, ona bir takım girift sualler sorar. Efendi Hazretleri bütün sorulara lâyıkıyla cevap verir. Buyurmuşlardı ki; "Papazın sorduğu bütün sualler hocamın bana bir gün evvel talim ettirdiği mevzularda idi, üstadımın kerâmetine dikkatinizi çekerim". Genç bir delikanlının son derece yerinde cevaplarına hayran olan papaz dayanamaz ve şu ifşaatta bulunur; "Evladım, ben aslında müslümanım! fakat bunu izhar edemiyorum. Bu yaştan sonra cemaatimden gelecek kötü muameleye tahammül edemem, onun için islamımı gizliyorum. Ancak kilisede hakîkat-i dîni telkîn ediyorum. Bana duânı eksik etme."


www.muzafferozak.com
Listeye geri dön