5 Temmuz 2018 tarihinde yayınlanmıştır.
Celal Bayar'ın ziyâretinden kısa bir müddet önce, beni Vâlikonağı Caddesinde bir eve çağırdılar. En meşhûr hattatların elinden çıkmış altı aded Kur`ân-ı Kerîm ile bir tâne minyatürlü Fuzûlî dîvânı ve kıraat ilmine âit bir takım kitaplar gösterdiler. Hepsi de çok kıymetli kitaplardı. O kitapları satın aldım ve dükkâna getirdim. Celal Bayar geldiğinde bir çok yazmaların yanında bu kıymetli kitapları da gösterdim. Yazma kitaplara uzun uzun bakdıkdan sonra bana dönüp "Hoca! Güzele bakmak sevapdır derler, biz de güzellere bakdık, şimdi biz de sevaba girdik mi?" dedi. "Elbette girdik, hem güzele bakdık hem de ziyâret ettik" dedim ve bu kıymetli yazmaların yurtdışına gitmesine gönlüm râzı omadığı için : "Emir verseniz de bu yedi parça kitap dışarıya gitmese, bunları Topkapı Sarayı Müzesine alsalar" dedim. Çünkü o zamanlar yurtdışına yazma kitap çıkartmak serbestdi. "Mesela şu başdan aşağı minyatürlerle dolu olan Fuzûlî Dîvânı, Fuzûlî'nin vefâtından on sene sonra yazılmış, bu Kanlıcalı Mustafa Efendi'nin mushafı, bu Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin mushafı, bu Ahmed Karahisârî'nin mushafı" diye eserlerin husûsiyyetlerini bir bir saydım. Celal Bayar, "Bunlar dışarıya giderse döviz gelecek mi? "diye sordu. "Tabii gelecek" dedim. "Öyleyse ver gitsin, döviz gelsin" dedi. Bu cevâba çok üzüldüm. Zannediyorum ki, onun buraya gelişini fırsat bilip, elimdeki kitapları yüksek fiyatdan satmak istediğimi düşündüğü için böyle bir cevap verdi.
Topkapı Sarayı Müdürü Haluk Şehsuvaroğlu ile iyi görüşürdük. Bir gün o geldiğinde meseleyi ona bir bir anlattım. "Gerçi reisicumhur bana ver gitsin dedi ama sen şu kitapları bir gör, bunlar dışarı gitmesin" dedim. Haluk Bey, "Aman Allah aşkına verme, Allahını dînini seversen verme" dedi. O kitapları otuz bin liraya almışdım. On yedi bin beş yüz liraya Topkapı Sarayı Müzesine verdim. Yalnız para etmeyen kıraat kitapları bende kaldı. Mushaflardan birini de almak istemediler, "Bu hattatın bir mushafı bizde var" dediler.Efendi Hazretleri "Şimdi hâdisenin çirkin tarafını anlatacağım" diyerek şöyle buyurdular :
O Vâlikonağı Caddesindeki adam bana kitapları gösterdikden sonra bana "Hoca Efendi, bunlara ne verirsin?" dedi. Tabii biz de hoca efendi diye bir sıfat olduğu için bir an duraladım. "Otuz bin liraya alırım" dedim. O da "Peki verdim, ver parasını" dedi. Biz otuz bin lirayı saydık, kitapları paket yapdık, aldık. O günün otuz bin lirası bugün belki üç milyon filan yapar. Sonra adam, "Ben sana bu kitapların hikâyesini anlatayım" dedi ve şunları söyledi : "Ben bunları Topkapı Sarayı Müzesine satmak için müracaat ettim. Oradan bir heyet geldi. Bu kitaplara bakdılar ve on sekiz bin lira kıymet biçdiler. Ben vermedim, biraz düşüneyim dedim. Sonra o heyetden birisi geldi ve şöyle dedi : 'Siz Topkapı Sarayından bir heyet çağırdınız, geldiler bakdılar kitaplarınıza on sekiz bin lira kıymet biçdiler, ben onların içinden birisiyim, ben bu kitapları yirmi bin liraya şahsım adına alabilirim. Sen eğer kitapları devlete verirsen, hem fiyatı düşük olur hem de o parayı alman bürokratik işlemler yüzünden çok uzun sürer. Halbuki ben sana parayı hemen veriririm'. Bu, benim tepemin tasını attırdı. Biz devletin adamlarına güvenerek kitaplara değer biçtiriyoruz, on sekiz bin lira değer biçiyorlar, sonra içlerinden biri gelip yirmi bin lira teklif ediyor. Sen dürüst davrandığın için kitapları sana verdim"Efendi Hazretleri, sitemkâr bir uslûb ile şöyle buyurdular :
Sonra 1960 senesinde bu hizmetimin mükâfâtı olarak irticâî kitap satıyorsun diyerek beni içeri tıktılar.