Arapça "ﻧﺎﻓﻠﻪ Nâfile" kelimesi, "Fazladan vermek, karşılıksız vermek" anlamlarına gelen "Nefl" kökünden gelir. Dînî bir terim olarak "nâfile" ve cemî' sîgasıyla "nevâfil" emredilmediği halde yapılan ibâdetler için kullanılır. وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَّكَ âyet-i kerîmesinde buna işâret vardır. Bu kelime Türkçemizde her nedense "boş, faydasız, boşuna" ma'nâsına kullanıldığından Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri, nâfile ibâdetlerden bahsederken, bu ma'nâya hamledilmesin ve yanlış anlaşılmasın diye hep şu îkâzı yaparlardı :
Farz olan ibâdetler, Allah'ın emrini yerine getirmek için yapılır. Nâfile ibâdetler ise, Allah'a sevginin i'lân ve ızhârıdır. Yoksa boşa gidiyor demek değildir.
Farz olan ibâdetler kulu Allah'a yaklaştırır ancak mükellefiyyet olmadığı hâlde yapılan ibâdetler ve ameller, Allah'a daha da yaklaşmaya sebebdir. Bir şartla ki, bu ibâdetler sırf Allah rızâsı için olmalı, cennet arzusu, cehennem korkusu, ecir ve sevab için olmamalıdır. "Kurb-i nevâfil" denilen bu yakınlık, husûsî bir yakınlıkdır ki sôfiyye lisânında buna "seyr-i fillahda ma'allah" denir. Hakk'a kurbiyyetin bu derecesi Sahîh-i Buhârî'de yer alan şu hadîs-i kudsîde beyân edilmişdir :
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu :
Allah azze ve celle buyurdu ki :
Dostlarıma düşmanlık edenlere harb i'lân ederim. Kulum bana her şeyden önce farzlarla yaklaşır. Kulum bana nâfilelerle yaklaşmaya devâm ederse Ben o kulumu severim. Ben onu sevince, onun işiten kulağı, gören gözü, konuşan dili, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse muhakkak veririm, ne zaman bana sığınsa ilticâsını kabûl ederim.