30 Ocak 2025 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Tamâmü'l-Feyz nâmındaki eserlerinde buyuruyorlar ki :
Mürîd, ahdi ve bîati bozmakdan sakınmalıdır. Zîrâ Allahu Teâlâ şöyle buyurmuşdur : "فَبِمَا نَقْضِهِمْ م۪يثَاقَهُمْ لَعَنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةًۚ". Denilmişdir ki, tarîkatden irtidâd etmek, şerîatden irtidâd etmekden daha büyük günahdır. Çünkü bilen, bilmeyen gibi değildir. Kim Allah'a giden bir yol tanır, ona sülûk eder ve sonra da ondan dönerse, Allah ona hiçbir âlemde hiçbir kimseye tatdırmadığı azâbı tatdırır. Bu tâifenin efendisi Cüneyd -i Bağdâdî şöyle der, "Bir sıddîk, bin yıl Allah'a yönelse sonra ondan bir lahza yüz çevirse, kaçırdığı şeyler ulaşdıklarından daha fazladır". Onun için bîat, Allahu Teâlâ'ya mülâkî oluncaya kadar gereklidir. Kim ahdini bozar ve tâbi' olmayı bırakırsa dünyâ ve âhiret azâbına çarptırılır. Âhiret azâbına gelince, uzaklık ve kat'-ı alâka cehenneminde ebedî olarak kalması, Allah'ın dostlarıyla konuşduğu gibi onunla konuşmaması, tecellî ve hicâbın kalkması nazarıyla ona bakmaması âhiret azâbı olarak kişiye yeter. Onun için acısı fuâda ulaşan yakıcı bir azâb vardır. Dünyâ azâbına gelince, Ebû Yezîd el-Bistâmî kendisine muhâlefet eden bir talebesi hakkında şöyle demişdir : "Allah'ın gözünden düşeni terk ediniz". O talebe, bu hâdiseden sonra kadınsı kimselerle görüldü, hırsızlık yapdı ve nihâyet eli kesildi. Bu durum ahdini bozduğu için başına geldi. Bîate bağlı kalma konusunda o nerede, Dârânî'nin bîatini yerine getiren talebesi nerede? Ona şöyle denildi : "Kendini tandıra at". Hemen kendisini tandıra atdı ve tandırdan yanmadan geri çıkdı. İşte bu, sözünde durmanın bir netîcesidir. Nebîler ma'sûmdurlar, velîler ise mahfûzdurlar. Onlar kendilerine verilen emri yerine getirirler ve ma'rûfu emrederler.
Sultanlara gelince, onlardan her kim Allah'a vâsıl olup O'ndan feyz alan bir şeyhin terbiyesine girerse, o da tâbi' olduğu şeyhin hıfzı ile korunmuş olur. Öyle ki kendisine tâbi' olanları da korumuş olur. Aksi takdirde, yüzüstü bırakılır ve masiyetde ona itâat edilmez. Çünkü emrini yerine getirmenin vâcib oluşu, ancak emrin şer'-i şerîfe uygun olmasıyla mümkündür. Bu cümleyi anla zîrâ sana faydası olacakdır.
Bir de kâmil bir şeyhin nazarından düşen bir kimse, bütün velâyet ehli kimselerin de nazarından düşmüş olur çünkü hepsinin kaynağı ve meşrebi birdir. Şeyhini terk edip başka bir şeyhe intisâb etdiğini iddiâ eden, tuzağa düşmüş, aldanmış bir kimsedir. Ancak ilk şeyh, tarîkat ahvâline vâkıf, marifet ve hakîkat terbiyesine muktedir değilse bu durumda o kişi mazûrdur. Zâten böyle biri şeyh değildir, bilakis müteşeyyih bir kimsedir. Zîrâ şeyhin dört alâmeti vardır. Birincisi, mürîdinin dînî ve dünyevî işlerindeki şübhelerini bilip gidermeye kâdir olmasıdır. İkincisi, dünyâ sevgisinden kesilmiş ve nefsini hevâdan nehyetmiş olmasıdır. Ne güzel denilmişdir :
Üçüncüsü, insanların ve mürîdlerin elindekilere tamah etmekle zan ve töhmet altında kalmamasıdır. Bu gibi hâller, cüzzam hastalığı gibi nefrete sebeb olan şeylerdendir. Feyz ise ancak takvâ ile elde edilir. Dördüncüsü, bütün söz, fiil ve hâllerinin şer'-i şerîfe uygun olmasıdır.
Şeyhin bütün bunlarda Peygamber'in izinden gitmesi ve ondan sâdır olmayan bir şeyi de ancak şerî'ate uygunsa, şerîat te'yîd ve te'kîd ediyorsa yapması gerekir. Bu şartları taşımadığı hâlde şeyh geçinen birine mürîd olan kimse, mürîd değildir, merîddir. Bundan Allahu Teâlâ'ya sığınırız. Dünyâ şimdi iyi bir şey yapdığını zanneden bu nevi müteşeyyih ve merîdlerle doludur.
Ey şeyh geçinen ve ey âsî mürid! Şerîat ve ahkâmı nerede, tarîkat ve âdâbı nerede! Senin peygamberinin biri nübüvvet, diğeri velâyet olmak üzere iki nûru yok mu! Bu iki nûr nereye gitdi! Ve görüyorum ki cevâb vermeye gücün yetmiyor.
Ben derim ki, nübüvvet nûru, gece gündüz ahkâmıyla amel etdiğimiz şerîat nûrudur. Velâyet nûru ise her asırda gavs-ı a'zamın büyük bir pay aldığı ve bazısını diğer evliyâya dağıtdığı hakîkat nûrudur. Peygamber, biri zâhire diğeri bâtına müteallik olan bu iki nûrla sanki şu an ve kıyamete kadar aramızdadır. Kim bu iki nûra tâbi olmaya ve onlarla hidâyette kalmaya çalışmazsa, ona (sa) uymayı terk etmiş olur. Ona (sa) uymayan da muradına erişemez çünkü o (sa), murada ulaştıracak tam ve noksansız bir vasıtadır. Ona uymayı terk eden zındık ve felsefî olur. Sana gereken şey (ona) uymaktır (iktidâ). Şeyhlik uyma ile elde edilir. Şeyhliğin sırrı ve nûru onun (sa) lambasından iktibas edilir. Sonra bazı insanlar şöyle der: “Biat etmek istiyorum ve meşâyihi de seviyorum fakat biatin gereği olan amelin zorluğu ve ahdi korumanın müşkil oluşu bir şeyhe intisap etmeme mâni oluyor.” Bunu söyleyen kimsenin hâli, büyük bir yarası olup acı ilacın eleminden dolayı tedaviden çekinen ve gerekli tedaviyi yapmadığı için de helâke sürüklenen1 kimsenin durumu gibidir. Nasıl cismanî bir hastalığı tedavi etmeyi terk etmek, sahibini sûrî bir helâke götürüyorsa, aynı şekilde ruhanî bir rahatsızlığı tedaviden kaçınmak da sahibini mânevî helâke sevk eder. Bedenî hastalığın tedavisi ilaçlarla ve merhem sürmekle olur. Kalp hastalığının tedavisi ise zor ibadet ve taatlerle, dinar ve dirhem sevgisini terk etmekle olur.
Eğer sen nefsini bir fırsatını bulup vaktinde tedavi etmişsen, helâkten emin olursun. Şayet bunu, vaktini geçirinceye kadar ihmal etmişsen helâk olursun ve senin için gidilecek kötü bir yer vardır. [37b] Biat, zâhirî ahkâmı gözetmeye bağlı olunca temiz bedenler üzerindeki övünç veren elbiseyi çıkarmak gibi gelir. Aksi takdirde farzları ve vâcipleri terk edip nâfile taatlerde acele etmek hevânın alâmetindendir.
Bilmez misin ki tevbe , kaçırılanları kazâ ve vaktin emirlerini de bizzat yerine getirmekle sahih olur. Biatin başı da tevbedir. Şayet tevbe aslı esası gözetilmeden yapılır, aslına uygun olmazsa biatin de bir faydası olmaz. Bu durumda biat, su üzerinde veya havada bina yapmak gibidir. Böyle bir hasta tedavi olmaktan ne kadar uzaktır! Allah bizi ve sizi muhalefet etmekten korusun. Bizi ve sizi rızâsına uygun iş yapmakla müşerref kılsın.