Namazı Nasıl Kılmalıyız?

28 Temmuz 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

Namaz
Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri Miftahü's-Salat ve Mirkâtü'n Necât isimli risâlesinde buyuruyorlar ki :
Namaza duracak olan kimse yeme-içmeyle ilgili ihtiyaçlarını halletmiş, kalb huzûrunu ve Hakk'a teveccühünü bozabilecek düşünceleri zihninden çıkarmış olmalıdır ki Mâlike'l-Mülk ve Allâme'l-Guyûb olan Allah'ın huzûrunda durmaya lâyık olsun.
Namaz kılacak olan kimse, hem bedenî hem kalbî günahlardan tövbe etmelidir ki gönül sâfiyeti meydâna gelsin. Kalb temizliği beden temizliğinden daha mühimdir. Çünkü kalb, nazargâh-ı ilâhîdir. Yani Cenâb-ı Hakk'ın nazar kıldığı yerdir. Onun için sôfîler kalb temizliğine zâhîrî temizlikden daha fazla ehemmiyyet verirler. Zâhirî temizlik husûsunda şerîatın koyduğu hudûda riâyet yeterlidir, fazlasına ihtiyaç yokdur. Nitekim Hazret-i Ömer bir hıristiyanın testisinden abdest almışdır. O, hıristiyanların içki içdiklerini bildiği hâlde, bu husûsda ifrat göstermeyerek, şerîatın gereği ile amel etmişdir. 
Allah Resûlü'nin ashâbı seccâdesiz yer üstünde namaz kılarlar, yollarda çekinmeden yalınayak yürürler, bazı zamanlarda istinca için sadece taş kullanmakla yetinirlerdi. Bazı kimseler vardır ki, zâhir temizliğinde aşırılık gösterdikleri hâlde iç âlemlerini kibir, ucub, riyâ ve nifak gibi kötü hasletlerden temizleme husûsunda gerekli hassâsiyyeti göstermezler, insanın dînini ve dünyâsını perîşân eden gıybet ve benzeri kötülüklerden sakınmazlar. Kişinin bu hâle düşmesi, sâdık ve sâlih kimselerin arkadaşlığından ve kâmil mürşidlerin himmetinden uzak ve mahrûm kalmasındandır.
Zâhiren ve bâtınen namaza hazır olan kimse, önce sünnet ve nâfile namaz kılmalıdır. Böyle bir nâfile namaz, insanlarla oturup kalkmak, iş güç ve diğer meşgaleler sebebiyle meydana gelen gafleti ve dağınıklığı gidermeye yarar ve insanın iç âlemini farz namazı kılmaya hazırlar, kalbi havâtırdan temizler.

Farz namaza başlarken, tövbeyi yenilemek lâzımdır. Çünkü Allahu Teâlâ kendisi tertemiz olduğu için, amel ve ibâdetlerin de ancak günah ve riyâ kirinden arınmış, tertemiz olanlarını kabûl buyurur. 

Bedenen kıbleye, kalben ve bâtınen ise Cenâb-ı Hakk'ın huzûr-i ilâhîsine yönelmeli ve her namazı son namazmış gibi kılıp namazdan sonraki zamanı ömrün son demleri imiş gibi düşünmelidir. Allah'ın huzûrunda bulunduğunun bilincinde olarak edebe tam ma'nâsıyla riâyet etmeli ve namazı Allah için kılmaya niyyet etmelidir.

 

Niyyetden sonra tahrîme denilen ilk tekbîr alınır ve vakar, sekînet, ta'dîl-i erkân ve itminân ile namaz kılınır. Namazın şartlarına riâyet ederek böyle güzelce kılınması pek çok ilâhî ihsâna sebebdir. 
Bilmek gerek ki, namaza duran kimse, "Allahuekber" dediğinde, gerek süflî âlemde gerek ulvî âlemlerde, esmâsıyla ve sıfatıyla  yegâne fâil ve müdebbir olan Allah'ın huzûrunu seçmiş, O'nun dîvânına durmuş demekdir. Çünkü o kimse, farkında olsun ya da olmasın, Allah'ın isimlerinden bir ismin tesiri altındadır, o ismin mazharıdır. Sanki o ism-i ilâhî ona sâdık bir beyân ile, "Ben senin ilâhınım" der. Çünkü Allah zâtıyla değil, esmâsıyla ve sıfatıyla tecellî eder. 

Ey namaz kılan kimse! Cenâb-ı Hakk'ın huzûrunda tam bir dikkat ve uyanıklıkla marifet-i ilâhiyyeye kavuşmayı umarak lutuf ve ihsân-ı ilâhiyyeyi dileyerek dur. Çünkü sen namazda cem' hâlindesin. Bu söylediklerimiz akıl ve kalb sâhibleri için ve söylenene kulak verenler için birer öğütdür. Çünkü namaz kılan bir mü'min mi'râc ediyor demekdir. Bu yüzden de "kâbe kavseyn" makâmındadır. 

Denilir ki, tasfiye görmüş kalbler semâvî kalblerdir. Böyle bir kalb, tekbîrle namaza girdiği gibi, semâvâta da dâhil olmuş olur. Allahu Teâlâ semâyı şeytanın tasallutundan korur. Semâvî kalb de şeytanın girmeye yol bulamadığı kalbdir. Onun için böyle bir kalb için geriye bir tek hevâcis-i nefsâniyye kalır. Çünkü nefsin hevâcisi semânın korunmasıyla kesilmez, devâm eder. Kurbiyyet derecesine ermesi murâd olunan kalbler, semâvâtın her bir katında nefs karanlıklarını geride bırakarak, geçip arşın önünde duruncaya kadar yükselirler. İşte orada nefsin hevâcisi, arşın parlak nûru sâyesinde kaybolur gider. Gecenin karanlığı gündüzün aydınlığı içinde peyderpey nasıl kayboluyorsa, nefsin karanlığı da kalbin aydınlığında tamâmen zâil olur. Nitekim Cüneyd-i Bağdâdî şöyle buyurmuşdur, "Her şeyin hâlis ve saf olanı vardır, namazın en hâlis ânı ve ihlâslı zamânı da ilk tekbîr alındığı ândır". Çünkü ilk tekbîr niyyet ânı ve namaza başlama zamânıdır. 

Ebû Nasr es-Serrâc, İbn Sâlim'in şöyle söylediğini rivâyet eder, "Niyyet, Allah ile, Allah için ve Allah'dandır. Namazda insanın kalbine giren vesvese nevinden âfetler niyyetden sonra ortaya çıkar. Allah ile, Allah için, Allah'dan olan niyyet, ne kadar zayıf da olsa, şeytanın kalbe girmesine yol bırakmaz".

Bu yüzden bazı ârifler, "Allahuekber" diye namaza başlayınca, Hakk'ın azamet ve kibriyâsını müşâhede sebebiyle gaybet hâline geçerler, içleri nûr-i ilâhî ile dolar, kâinât gözlerine hardal tânesi kadar bile gözükmez. Ârfilerden öyleleri vardır ki, tekbîr için ellerini kaldırdıklarında, bütün varlıklarını arkalarına atarak, içleriyle ve dışlarıyla Allah'a yönelirler. Havâssın bu husûsda en düşük derecesi, okunan şeyde kalb ile dilin bir ve berâber olmasıdır. Dil kelimeleri telaffuz ederken, kalb de ma'nâ ile meşgûldür. Havâss ehlinin bundan daha üstün pek güzle hâlleri de vardır. Nitekim sulehâdan bazılarına, "Namazda nefsinizle konuşduğunuz, kendi kendinize bir şeyler söylediğiniz olur mu?" diye sorulduğunda, "Ne namazda, ne namazın hâricinde bizde böyle bir şey olmaz" diye cevâb vermişlerdi.

Namaz başlayan kimse tekbîrden sonra sağ elini sol elinin üzerine koyarak bağlar. Bilesin ki insanın göbeği, iki denizin kavuşduğu ve iki safın birleşdiği yerdir. Çünkü insanın göbekden yukarısı, semâvî sırlar hazînesi ve rûhânî askerlerin bulunduğu yerdir. İnsnanın diğer yarısı ise, arzî sırların ambarı ve nefsânî orduların karargâhıdır. İnsandaki bu iki unsur devamlı olarak savaşdadır. Sağ elin sol el üzerine konulmasıyla, fesad ve dalâletin kaynağı olan nefs, mahsûr kalarak, nefsânî kuvvetlerin yukarıya çıkması önlenmiş olur. Müşâhede nûrlarının tesiri ve Allah'ın yardımıyla, rûhânî kuvvetler cesedi istilâ edince, nefsin ve şeytanın askerleri yenilgiye uğrar. Vesveseler ve nefsin fısıltıları zâil olur ve namaz kılan huzûr makâmına, üns âlemine erişir. Nitekim "اُو۬لٰٓئِكَ حِزْبُ اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ" buyrulmuşdur. Yine bu sebeble, "وَف۪ي ذٰلِكَ فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَۜ" buyrulmuşdur.

Hidâye sâhibi, namaz kılanın, göbekden aşağı bir yerde, sağ elini sol eli üzerine koyması gerekdiğini söyler. Çünkü bu husûsda bir hadîs-i şerîf vârid olmuşdur. Bu hadîs-i şerîf, namazda ellerin yana salıverilmesi ictihadında olan İmâm-ı Mâlik ile göğsün üzerine konulması gerekdiğini söyleyen İmâm-ı Şâfiî'nin aleyhinde bir delîldir. İşin tahkîki şöyledir. Namaz kılanın hâli değişkendir. Zaman olur nefsin hücûmuna uğrar, ki avâmın ekserî hâli budur. Bu hâldeki kimse hemen nefsiyle mücâdele ve kavgaya başlar ve bu sebeble sağ elini sol elinin üstüne koyar. Bazen de şuhûd nûru gâlib gelir, üns hâlini yakalar. O vakit ibâdet ona ağır gelmez, ibâdetini istekle ve şevkle yapar. Nefsle mücâdele ve ihtilaf ortadan kalkınca, ellerin birleştirilip göbeğin altına konmasına lüzûm kalmaz ve eller yana salıverilir. Resûlullah'ın ellerini salıvererek de namaz kıldığı rivâyet edilmişdir. Ellerini bağlayıp göbeğinin altına koyan kimse, yukarıda zikredilen hadîs ile amel etmiş sayılır. İmâm-ı Mâlik ve onun gibi ictihâd edenlerin görüşlerine uyarak ellerini salıveren kimse de Resûl-i Ekrem'den üns hâlinde sâdır olan hâl ile istidlâl etmiş sayılırlar. Yani ellerin bağlanması veya yana salıverilmesi husûsundaki iihtilaf, namaz kılan kimsenin ahvâlindeki farklılıkdan kaynaklanmakdadır.

Namaz kılan kimseye yakışan, pâdişahlar pâdişahı yüce Allah'ın huzûrunda zelîl bir kulun duruşu gibi huşû' ve hudû' ile bulunmakdır. Nitekim Hakk Teâlâ buyurur, "قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَۙ * اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَۙ". Şu hâlde felâh huşû' sâhiblerine mahsusdur. Huşû' giderse, felâh da kaybolur. Rivâyete göre Allah Resûlü'nün ashâbı önceleri namaz kılarken gözlerini secde mahallinden kaldırıp yukarılara ve sağa sola bakınıyorlardı. Bu âyet-i kerîme nâzil oldukdan sonra, gözlerini secde mahallinden ayırmamaya başladılar. Ebû Hureyre'nin rivâyetine göre Resûlullah şöyle buyurmuşdur : "İnsan namaza başlayınca Allah'ın huzûrundadır.  Kişi namazda sağına soluna bakınacak olursa, Allahu Teâlâ, 'kime bakınıyorsun?. Kendin için benden daha hayırlı olan birine mi? Ey âdemoğlu! Bana dön çünkü senin için benden hayırlısı yok" buyurur. Ebû Süleymân Dârânî der ki, "Kul namaza durduğunda Allahu Teâlâ, 'Kulumla aramdaki perdeleri kaldırın' der. Kul namazda sağa sola bakınacak olursa, Allahu Teâlâ buyurur ki, 'Perdeleri tekrar salıverin, o kulum neyi murâd etmişse onu onunla başbaşa bırakın' der. 
Rivâyete göre Allahu Teâlâ bir nebîsine şöyle vahyetmişdir : "Namaza durduğun vakit benim için kalbinden huşû'u, bedeninden hudû'u, gözünden dümû'u eksik etme. Çünkü ben sana çok yakınım".

Namaz kılan kişi rükû'a varınca, "sübhâne rabbiye'l-'azîm" der. Rükû'dan doğrulduğunda belini ve sırtının dümdüz yapar. Rivâyet olunduğuna göre, Resûlullah şöyle buyurmuşdur : "Rükû' ile secde arasında belini doğrultup dümdüz yapmayana Allah nazar etmez".

Secdeye giderken önce dizler, sonra eller, sonra alın ve burun yere konur. Secdeye tekbîrle varılır ve gözler açık bulundurulur. Burun kapaklarına doğru bakılır ve "Sübhâne rabbiye'l-a'lâ" denir. Secdede dirsekler yere yapışdırılmaz, edeb gözetilir. Çünkü namaz kılan kişi, kıyâmında, rükû'unda, ku'ûdunda ve bilhassa sücûdunda Rahmân'a en yakın, Şeytân'a en uzak bir hâldedir. Secdesi devâm etdiği sürece Şeytan ona musallat olamaz. Bu yüzden Şeytan namaz kılan birini secdede görünce üzülür, yanar, yakılır. Daha önce secde ile emrolunup onu fevt etdiğinden dolayı kendi kendine esef etmeğe başlar. Samed ve Ehad olan Allahu Teâlâ bize yardımcı olsun, bizleri secde eden, vecde varan ve müşâhedeye ererek kulluk edenlerden eylesin.

Öyle secde edenler vardır ki, azamet-i ilâhiyyeyi müşâhede edince Hakk Teâlâ Hazretlerinden utanarak, yedi kat yerin dibine girip orada secde etmek isterler. Bazıları da vardır ki, müşâhedelerinde bütün remz ve timsâlleriyle cümle kâinâtın mahvolduğunu, fenâ bulup izmihlâle erdiğini görerek, secdelerini azamet-i ilâhiyye ridâsı üzerine yaparlar.Yani Hakk'ın varlığından başka bir varlık görmez olurlar. Bu hâl himmet ehlinin ulaşabileceği son mertebedir. İnsan gücü ve beşer tâkati bundan öteye geçemez.
Bazı sâlihler de secdelerinde kalbden tazîm ve ihtirâm ile tevâzu gösterip rûhlarıyla i'zâz ve ikrâma nâil olurlar. Secdede bulunan kimse, üns, heybet, huzûr ve gaybet hallerini bir araya getirmiş olur. Allahu Teâlâ buyurur, "وَلِلّٰهِ يَسْجُدُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ طَوْعًا وَكَرْهً". İsteyerek secde, rûha ve kalbe, istemeden secde ise nefse mahsûsdur. 
Tekbîrle secdeden başını kaldıran musallî, sol ayağı üzerine oturur. Sağ ayağının parmaklarını kıble istikâmetine doğru diker. Nitekim Resûlullah şöyle buyurmuşdur, "Mü'min secde etdiği zaman bütün uzuvları secde eder". Bu yüzden namaz kılan kimsenin bütün uzuvlarını imkân ölçüsünde kıble istikâmetin eçevirmesi gerekir. Otururken ellerin açılmaya ve kapanmaya zorlanmadan uyluklar üzerine konulması gerekir. Sonra tekrar tekbîr alınarak ikinci defa secdeye varılır. Namazın diğer bütün rekatlarında da böyle hareket edilir.

Teşehhüde oturulduğunda "et-tahiyyat" okunurken, Mi'râc'ın sırrını düşünmek gerekir. Çünkü namaz Mi'râc Gecesinde verilen manevî bir hediyyedir. Ayrıca huzûr, sevinç ve zevk vesîlesidir. Teşehhüd, yani "et-tahiyyat" okumak üzere oturmak, semâvâtın yüksek katları üzerinden zirveye yükselmek için katedilen menzillerden sonra Hakk'ın huzûruna kabûl ile, O'nun dîvânına duhûlü ve Hakk'a vusûlü ifâde eder. "Et-tahiyyat", Allahu Teâlâ'ya, Resûl-i Zîşân'a, kendi nefsine, göklerde ve yerlerde bulunan sâlih kullara selâm vermekdir.
Teşehhüdden sonra namazdan çıkmak istenirse, kişinin sağında ve solunda bulunan meleklere, insanların ve cinlerin müslümanlarına selâm vermesi gerekir. Namaz içindeki duânın, kâdıu'l-hâcât olan Allah katında müstecâb olduğu beyân edilmişdir. 
Şeyhü'l-Ekber İbn Arabî der ki, "Bilesin ki, selâm verip namazdan çıkan kimseler iki sınıfdır ve bunların iki yolu vardır. Bu iki yol bir şahısda birleşirse, o kimse iki hakîkati birleştirmiş sayılır. Bu iki sınıfdan biri, bir işden diğerine, bir ism-i ilâhîden diğerine geçdiğinden dolayı selâm verir. Bu yüzdne onun selâmı bir işe vedâ, diğerine yönelme selâmıdır. Bu ayrılış ve yönelme ya Celîl'den celâle, ya Cemîl'den cemâle olur. Meselâ namaz kılan kimse Cenâb-ı Hakk'ın Gafûr isminin tecellîsi altında ise, selâm vererek zikr-i dâimden ayrılmadan, Rezzâk isminin tecellîsine yönelmekdedir. Çünkü bu âlem Hakk'ın tecellîlerinden ibâretdir. Bunu kalb gözüyle gören kimse, bir ân bile zikirden fâriğ olmayacağından namazdan çıkınca da zikre devâm edecek, yalnız tecellî eden ismin değişdiğini fark edecekdir, o kadar. Birinciye göre daha aşağı derecede olan ikincinin verdiği selâm ise, Rahmân'a ve mahlûkâta verilen selâmdır. Rahmân'a selâmdır çünkü O'nun huzûrundan ayrılmakdadır. Mahlûkâta selâmdır çünkü Hakk'ın huzûrundan ayrılıp halkın  arasına dönmekde ve onlara karışarak Hakk ile halvetden halk ile celvete gelmekdedir. Bu iki hakîkatden uzak olanın ne selâmı sahîh, ne de kelâmı muteberdir.  Çünkü böyle biri Cenâb-ı Hakk'ın huzûrunda değildir ki selâmla ondan ayrılmış olsun. Kâinâtdan ayrılmamışdır ki, dönüş ânında selâm vermiş bulunsun. Böyle bir namaz kâmil olmayan kimselerin yani avâmın namazıdır".
Devâm eyle namâza secdeden kaldırmagil baş
Deniz et secdegâhı gözlerinden akıtup yaş

Listeye geri dön