13 Aralık 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerinin Amerikadaki bir sohbetlerinde, kendisine "Nasıl şeyh oldunuz" diye sorulunca, "Annemden doğdum öyle" diye cevâb verdiler. Bu cevâbın hikmetini anlamayan ve bunu şaka zanneden Amerikalılar, gülmeye başlayınca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Anlarlar mı acaba, daha incelikli konuşsak. Cenâb-ı Hakk ilm-i ezelîde bütün meslekleri mezada çıkarmışdır. Ama umûmî olarak dünyâda ne varsa. Kâtillerden tut, zâlimlerden tut, bütün meslekler, bütün işler, hepsi bunun içine dâhil. Ama biz şimdi bunu hatırlamayız. Hatırlayanalar var âlem-i ervâhı. Orada şeyhliği mezada çıkardı Allah, biz tâlib olduk ona ve aldık.
Şimdi öyle tâlib oldukdan sonra, bu dünyâya geldik, küçük yaşdan ben babamı kaybetdim. Babamın bir arkadaşı vardı. O bir çok tarîkatdan şeyh idi. Babam ona demiş ki, "benim çocuğumla sen alâkadar ol". Onun yanında büyümeye başladım. Tabii çocuk büyüğünden ne görürse, onu yapar. Fakat tabii ben daha dünyâyı bilmiyordum, sadece zâhir kısmını görüyordum. Sonra on iki yaşıma vardım, bülûğa vardım, erkek oldum. O zât bana elini verdi, bana telkînât yapdı. Bir müddet sonra o zât vefât etdi.
Vefâtı da şöyle oldu. Babam gibi sevdiğim için, bir gün bana dedi ki, günlerden Cuma günü idi, "sen ölürsen nereye gömülmek istersin?" dedi bana. Halbuki kendi öleceğini söyleyecekmiş, tabii "ben öleceğim" dese, ben üzüleceğim, ağlayacağım filan. Bunu duyurmamak için bu şekilde benimle konuşuyor. "Sen ölürsen nereye gömülmek istersin?" diye soruyor. O yaşdaki bir çocuğa bu sorulur mu?. Ben dedim ki, İstanbul'da Halebî diye büyük bir âlim var, hep âlimler onun etrâfına gömülürler. "Ben ölürsem oraya gömülmek isterim" dedim. Bana dedi ki, "Beni sakın oraya gömmeyin" dedi. "Beni, Mısır Tarlası var, onun kenarına gömün" dedi. "Çünkü ben kötü bir adamım, Allah bana kabirde azâb ederse, ordaki halkı ben incitmeyeyim yani onlara eziyet cefâ etmeyeyim" dedi. "Beni nereye gömeceksiniz? diye tekrar bana sordu. Ben dedim ki, "Mısır Tarlasının kenarına gömülmek istiyorsunuz siz" dedim. Halbuki o bana vasiyet ediyormuş, ben onun vasiyet etdiğini bilmiyorum. "Namazımı Fâtih Camisinde kılarsınız, bana şunu yaparsınız, bunu yaparsınız" filan dedi. Cuma günü bunları söyledi, Salı günü akşam vefât etdi ve Çarşamba günü defn etdik biz onu. Anladım ki ben o vakit, Efendi bana vasiyet etmişdi. Eğer deseydi ki "ben öleceğim", ben üzülecekdim, ağlayacakdım. Beni üzmeden, ağlatmadan, vasiyetini yapdı.
Sonra, ben yirmi beş yaşına filan vardım, o vakte kadar şeyh görmedim ama, hocalardan ders alıyordum, İslâm kitâblarını okuyordum, ilim tahsîl ediyordum. Bir gece bir rüyâ gördüm. Bir zât geldi bana. Ben Fâtih'den Bayezid'e doğru gidiyorum, o da Fâtih'den Bayezid'e doğru geliyor. Ortada tramvay rayı var, bana elindeki bastonla işâret yapdı, "bu tarafa geç" dedi. Sonra sabahleyin kalkdım ben, geldim dükkana, bakdım o zât, gece rüyâda gördüğüm zât önümden geçdi. Ben dedim ki, "Eğer bu adamda bir kerâmet varsa, o bana müracaat etsin" dedim. O bana müracaat etmedi, geçdi, gitdi. Sonra gene bir rüyâ gördüm. Boğazda bir gemideyim ben, yelkenli bir gemi, geminin direkleri kırılmış, yelkenleri yırtılmış, deniz havaya kalkıyor, büyük bir fırtına var, korkuyorum. Bir zât geldi, bana bir kağıt verdi, "Bunu oku, kurtulursun" dedi. Bir akşam evvel gördüğüm zâtdı o. Ben sabahleyin gene geldim dükkanımı açdım. Bakdım o zât gene benim önümden geçdim. Ben gene dedim ki, "Eğer onda bir kerâmet varsa, bir velî ise o, o bana müracaat etsin, ben gitmem ona" dedim. Gene geçdi, gene müracaat etmedi. Ertesi akşam gene bir rüyâ gördüm. Gene o aynı adam geldi. Beni kucakladı, bir sıkdı, kemiklerim birbirine geçdi. Sonra bir Halvetî tâcı aldı, başıma koydu. Sanki yedi kat semâ benim üstüme yüklendi, o kadar ağır, eziliyorum altında, o kadar kuvvetli. Sabah oldu, ben gene işime gitdim. O zât gene geldi, benim önümden geçdi. Pencere var, ben pencereden bakıyorum, aşağı doğru gitdiğini görüyorum. Ben gene dedim ki, "Onda bir kerâmet varsa, o bana müracaat etsin, ben ona müracaat etmeyeceğim" dedim. İki yüz adam kadar gitdikden sonra durdu, döndü, bizim dükkanın önüne geldi, başını içeri sokdu, "Softa! Hâlâ inanmayacak mısın" dedi. Öyle deyince, ben eline sarıldım, onu dükkana aldım, elini öpdüm. Sonra o bana el verdi yani tarîkatın vazîfelerini bana bildirdi. Onunla on iki sene kadar buluşduk, görüşdük. Ama ekserî zaman konuşmazdık, o benim yanıma gelir oturur, üç saat dört saat oturur, hiç bir şey söylemez, ben de ona bir şey sormam, sonra o gider. Yani kalbden kalbe veriyordu. Sonra o da vefât etdi.
Ben İstanbul'un tanınmış vâizlerinden oldum. İstanbul'un en büyük câmilerinde halka nasîhat ve vaaz etdim, halkı Allah'a davet etdim.
O aralık Kâdirî Tekkesi vardı, oraya giderdim ben. Orada zikrullaha girerdim ama Kâdirî değildim. Sonra bir gün oranın şeyhi bana dedi ki "Seni bu tekkeye yerime halîfe yapayım ben" dedi. Ben dedim ki, "Sen beni böyle halîfe yapayım demekle olmaz bu iş. Muhakkak bir istihâre edelim, ben görürsem bir şey, o vakit ben gelir sana teslîm olurum. Çünkü ben el tutdum, benim şeyhlerim vefât etdi, şimdi benim şeyhim yok ama ben maneviyyatdan bir şey göreyim, bir rüyâ göreyim, geleyim ben sana biat edeyim" dedim. "Sen kimin elini tutdun?" dedi. Ben dedim ki ona, "Ben filanca zâtın elini tutdum". "Ona çok hürmetim var, vaktiyle ben ondan ders okudum, hocam o benim" dedi. İkinci şeyhimi de söyledim. Onu kabûl etmedi. "Sen kabûl etmiyorsun ama ben onda göreceğimi gördüm" dedim.
Sonra istihâre etdim. Şimdiki bulunduğum tarîkatın tekkesinde kendimi görüyorum. O tekkeye ben hiç gitmedim, oranın şeyhiyle benim hiç ahbâblığım yokdu. Benim sırtımda beyaz bir entari var, başım açık, ayaklarım yalınayak, ayakda zikrediyordum, o benim şeyhim olacak zât-ı muhterem de, o da böyle pencerenin içine oturmuşdu, başında böyle beyaz takke vardı, bana kasîde okuyordu :
Bunu okuyordu, ben tek başıma zikrediyordum. Sonra beni aldı o zât, götürdü bir eve, yani tekkenin haremine götürdü beni. İçeri girdiğim vakitde orada bir oda gördüm. O odada bir kadın oturuyordu, bir de siyâhî kadın vardı, o da yatıyordu yerde. Oradan merdivenle yukarı çıkdık, bir oda gösterdi bana, içinde çöpler vardı, "O çöpleri temizle, bu oda senin odan" dedi. Sabahleyin kalkdım, benim istihâre ederken niyetim Kâdirîhâne'ye halîfe olmak içinde, fakat bu taraf çıkmışdı. Üç gün durdum, sabretdim, "Ne yapacağım şimdi ben, ne söyleyeceğim" diye. Üç gün sonra karar verdim ve bu tekkeye geldim. Akşam kapıyı çaldım, bir dervîş kapıyı açdı bana, dedi, "Ne istiyorsunuz?". Dedim, "Efendi içeride mi?". "İçeride" dedi. "Söyle, İstanbul vâizlerinden Hacı Muzaffer Efendi geldi, görmek istiyor seni, müsaade ederler mi?". Dervîş içeri gitdi, söyledi, "Buyursunlar "demiş. İçeri girdim, Şeyh Efendi ayağa kalkdı bana, çünkü İstanbul'da tanınan bir insanım ben, beni bir köşeye oturtturdu, bana kahve ikrâm etdi. "Sebeb-i ziyâretiniz nedir?" diye bana sordu. Ben de meseleyi anlatdım. Dedim, "Kâdirîhâne beni halîfe yapmak istedi, ben istihâre etdim, istihârede sizi gördüm, böyle böyle oldu" dedim. O da bana mukâbele etdi, dedi ki, "Sen istihâre etmişsin, bir de ben istihâre edeyim, bakalım ne çıkacak. Pazartesi akşamı buraya gel" dedi. Pazartesi akşamı gidecekdim, bakdım o gün bir dervîş gelmiş, bana bir kağıt yazmış göndermiş, "Bu akşam gelme Cuma akşamı gel" diyor. Cuma akşamı gitdiğim vakitde, bana dedi ki, "Ben de istihâre etdim, seni İsmâil Maşukî Hazretlerinin evinde gördüm" dedi. Bunun üzerine bana Aşkî lakabını verdi. Kâdirîhâne'ye halîfe olacakdık, bu Hazret'e dervîş olduk.
Sonra bana bir takım dersler verdi, evrâd u ezkâr. Onları okuduk. Ve bana dedi ki, "Gördüğün rüyâyı bana söyleyeceksin, sakın başkasına söyleme" dedi. Aradan altı ay filan geçdi. Bir gece rüyâda bizim evin kapısının önüne üç kişi geldiler, beni aşağı çağırdılar. Bana dediler ki, "Sana imamlık imtihanı yapacağız" dediler. "Peki" dedim. "Kur`ân oku" dediler bana. Ben Kur`ân'dan Mûsâ aleyhisselâmın kıssasını okudum. Tûr'a çıkıp Tûr'da Allah'ı görmek istediğini ve Cenâb-ı Hakk'ın sen beni göremezsin dediğini, buraları okudum. Fakat altını getiremedim, başka bir sûreyle ikmâl etdim. İkisi tamama dediler, imtihanı verdin dediler, fakat üçüncüsü, itiraz etdi, dedi ki, "sûrenin altını okuyamadı, başka sûreye geçdi" dedi. Ben de itiraz etdim kendilerine, "Ben imtihan görmüş bir adamım ve imamlığım var benim ve bu şimdi yapmış olduğumun da bir zararı yok, imamlığa bir zarar vermez, okuduğum Kur`ân'da bir yanlışlık yok" dedim, üçüncü de kabûl etdi. Sabahleyin uyandım, fakat şeyhime gidip rüyâyı anlatamadım. Bu, Pazartesi sabahıydı. Salı gecesi üçe dörde kadar evrâd okudum, tesbîh çekdim filan, o gece bir rüyâ gördüm, çok çirkin. Çirkin ve kabîh bir rüyâ gördüm. Hattâ kızdım kendi kendime, "Üç dört saat böyle ibâdet yapıyoruz, gene böyle çirkin rüyâlar görüyoruz" dedim, kızdım kendi kendime, bağırdım çağırdım. Tabii Şeyh'e gidip gene söylemedim. Ertesi gece gene bir rüyâ gördüm. Ben Dergâh'a girdim, bakdım Tekke'den içeriye, halk içeriye dolmuşlar, namaz kılıyorlar fakat Kur`ân okumuyorlar, yalnız "Lâ ilâhe illallah, Lâ ilâhe illallah, Lâ ilâhe illallah" diyorlar, böyle rükû ediyorlar, böyle secde ediyorlar, hep tevhîdle, tevhîdle namaz kılıyorlar. İçeri girdim bakdım, şeyhim orada oturuyor, beni çağırdı, "Gel buraya" dedi. Beni kulağımdan tutdu, kaldırdı yukarı doğru, tokatla vurdu benim suratıma. Nasıl ki bir kutunun içerisinde bir toz şeker yâhud tuz olur da boşaltmak için altından böyle vurursun, onun gibi vurdu. Sabahleyin uyandım, dedim, "Rüyâ gördüm, gidip Efendi'ye haber vermedim, geldi beni dövdü, gideyim haber vereyim" dedim ve gitdim. Birinci rüyâyı anlatdım, bu üçüncü rüyâyı da söyledim, ama o ikinci çirkin rüyâyı söylemedim. Şeytânî bir rüyâ diye söylemedim onu. Bana dedi ki, "Hayır, olmaz!" dedi, "Sen bu rüyâyı göremezsin, bu iki rüyânın arasında çirkin bir rüyâ görmen lâzım senin" dedi. Öyle deyince, "Ben o rüyâyı gördüm ama size söylemeye utandım" dedim. "Hah şimdi oldu, haydi anlat bakayım" dedi. Hattâ herkesin ortasında anlatmaya utandığım için dervîşleri dışarı çıkardık. Anlatdım, "Tamam şimdi oldu" dedi. Sonra bana hilâfet verdi, sonra beni kendisine halîfe yapdı. Vefâtından bir sene evvel de beni kendisi posta oturtdu yani postunu bana verdi. Çünkü hasta oldu, inemiyordu devrâna, yukarıda delik var bizim meydanın üzerinde, oradan bakardı bana, beni seyrederdi. Bir sene kadar onun hayâtında ben şeyhlik yapdım.
Sonra vefât etdi, göçdü. İhvân arasında, "Şeyh kim olacak" diye ihtilaf çıkdı. Çünkü benden otuz yaş büyük adamlar var, eski adamlar, onlar dediler ki, bir tânesi Hüsâmeddin Bey'di, dedi ki, "Ben esmâyı tamâm etdim, Muzaffer Efendi'nin hilâfeti var ama esmâyı tamâm etmedi" dedi. Bu şekilde itiraz etdi. Sefer Efendi, Kemal Efendi , bir de Kadir Bey vardı, onlar benim tarafımı tutdular, o zât yalnız kaldı. Ben ona mukâbeleten dedim ki, "Sen böyle söyledin ama Efendi hayâtında iken postunu bana verdi ama istihâre edelim, kime çıkarsa ona biat edelim dağılmasın bu topluluk". Onun üzerine dedi ki o zât-ı muhterem de bana, "Öyleyse ben sana biat edeyim" dedi Hüsâmeddin Bey. "Hayır ben onu da kabûl etmiyorum" dedim, "İstihâre edelim, istihâre kime çıkarsa ona biat edelim" dedim ve böylece dağıldık. Bir hafta geçdi, geldik Tekke'ye toplandık gene. O zât geldi, dedi ki, "Kapıyı kapayınız, buraya biatlı dervîşler gelsin, muhibler gelmesin" dedi. Ve kapıyı kapatdı, dedi ki, "Çocuklar şimdi beni dinleyin" dedi ve yemîn etdi, dedi, "ben istihâre etdim, istihâremde şöyle bir şey çıkdı, işte size yemîn ediyorum, ben mihrâba geçdim, halk benim arkamda namaz durmak istediler, fakat bana iktidâ etmiyorlar, cemaat üç kişi, iki kişi böyle dağılıyorlar, yani bana iktidâ etmiyorlar" dedi. "O aralık Hazret-i Pîr zuhûr etdi ve bana dedi ki, 'Çekil ordan, mihrabdan!' diye bana seslendi, ben itiraz etdim, kıldıracağım diye namazı, o vakit benim ensemden tutdu, çekdi beni mihrabdan aldı ve Muzaffer Efendi'yi mihraba sürdü" dedi. "Hattâ o cemaatin içerisinde ölen şeyhim Fahreddin Efendi de vardı" dedi, "Ve böylece bütün millet sana iktidâ etdi" dedi. "Onun için evvelâ ben biat ediyorum" dedi ve geldi bana biat etdi. "Bundan böyle kendisi Hocaefendi değil, artık bizim Azîzimiz" dedi. Ondan sonra biz posta oturduk. Sonra Allah bize daha büyük feyz ü bereket verdi, dervîşlerimiz çoğaldı, Tekke'nin kapısını açdık, gelen geçen çoğaldılar filan. İşte bugüne kadar bu şekilde irşadla meşgûl olduk. Bundan sonra ne olacağını bilmiyorum.
Tabii ben onların canı sıkılmasın diye bir çok şeyleri anlatmadım. Kâh davuluna kâh kasnağına vurduk konuşduk.
İşte böyle şeyh olduk. Fakat adam olamadık. Şeyh olmak kolay, fakat adam olmak güç. İnsan doktor olur, reisicumhur olur, başkan olur, vezir olur, hacı olur, şeyh olur fakat adam olamaz çünkü adamlık güç.
Bir baba çocuğuna diyordu ki "Sen adam olamazsın, adam olamazsın, adam olamazsın" O çocuk İstanbul'a geldi, okudu ve koskoca Osmanlı İmparatorluğunun veziri oldu, sadrazamı oldu. Fakat babasının söylemiş olduğu onun söz kalbinde yer etmişdi, "Babam bana adam olamazsın derdi, getireyim şimdi babamı köyden, gelsin görsün benim vezir olduğumu" dedi ve getirtti babasını. Tahtına oturmuşdu, koltuklarını kabartmış, "Baba hatırlıyor musun, sen bana adam olamazsın derdin, bak ben vezir oldum, sadrazam oldum" dedi. Babası ellerini birbirine vurdu, "Eyvâh! Eyvâh! Sen gene adam olamadın. Tâ köyden beni askerkere yayan yürütüp buraya getirttirdin. Ben sana demedim ki, sen sadrazam olamazsın diye, adam olamazsın dedim ben sana. Sen sadrazam olmuşsun ama adam olamamışsın".
Onun için adam olmak çok güç. İnsan adam olduğu vakitde, Allah'ın âleti olur. Gören gözü Hakk'la olur, söyleyen sözü Hakk'la olur, yürüyen ayağı Hakk'la olur. Yoksa sakalla bıyıkla insan adam olmaz. Eğer kılda kerâmet olsaydı, keçinin kılı daha çokdur.
Öyle "ben şeyh oldum" demekle olmaz! Mutlakâ bizim Peygamberimizin onun diplomasında imzâsı olması lâzımdır. Yaa öyle olması lâzım.
Birisi bir mürşide bende oldu, riyâzat yapdı, çalışdı, halîfe oldu, şeyhi onun eline bir mektûb verdi onun, dedi ki, "Oğlum, sen halîfemsin benim, halîfem oldun ama, ben utanırım icâzetin üzerine imzâ koymaya, çünkü senin büyük mürşidin, yani benim mürşidim hayatdadır, filanca şehirde oturmakdadır, git oraya, bu mektûbu götür, icâzeni de al, altına bir imzâ koysun. Ayıp olmasın, çünkü hayâtda" dedi. Edeb bakımından. Tarîkat demek âdâb demek, edeb demekdir. Hava soğukdu, sulu kar yağıyor, üç fersahlık yoldu. Yani bir adam yol yürürse günde yirmi beş kilometre filan yürümesi lâzım, üç günde ancak oraya vâsıl olabilirdi. İstanbul'a yakın bir yer, Silivri. O yürüdü gitdi, üç gün yürüdü ve büyük şeyhini buldu. Bir odada, bir han odasında. Kapıyı açdı bakdı ki, sobanın üstünde ellerini, kollarını kurutuyor. Şimdi burada var, havayla kurutuyorlar ya. O sünnetdir bizde, müslümanlarda, ateşin üzerine ellerini tutarlar, havlusuz kuruturlar.
Selâm verdi, "Efendim ben" dedi meselâ "Muzaffer Efendi'nin yanından geliyorum, bu mektûbu size gönderdi". Mektûbun içerisinde diploma var, icâzet var. Şeyh aldı mektûbu, hiç okumadı, sobanın içine atdı. Tabii mektûb hemen yandı. "Eyvâh!" dedi, "Bizim icâzet gitdi, bu adam deli gâliba, okumadan mektûbu ateşe atdı" dedi. Şeyh ona, "Namaz kıldın mı?" dedi. "Kılmadım" deyince, "Haydi namaz kılalım beraber "dedi ve namaz kıldılar. Akşam oldu akşam namazını da kıldılar. Yemek yediler. Yatsıyı da kıldılar. "Haydi yatalım şimdi" dedi ve yatdılar. Biri bir tarafa, biri diğer tarafa yatdılar.
Şimdi o diploma sâhibi rüyâsında görüyor. Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ashâbıyla beraber duruyor, büyük şeyh çıkdı huzûr-i peygamberîye, dedi, "Yâ Resûlallah, benim yetişdirdiğim bir adam, halîfe yapdım kendime, şeyh ilan etdik onu, siz onun diplomasına imzâ koymuşdunuz. O da şimdi birini yetişdirmiş, o da buraya gelmiş diplomasıyla beraber, imzâ istiyor diplomanın altına. Ne diyorsunuz, yani emriniz var mı ki, buna icâzet verelim, yoksa vermeyeceğiz". Efendimiz dedi ki, "Mâdem ki siz lâyık gördünüz, biz de lâyık görürüz, verin imzâ".
Büyük Şeyh, dürtdü onu, dedi, "Kalk haydi, kalk". "Gördün ya işte, sâhib-i şerîatdan sana izin aldık yani senin diplomana imzâ koydu. Sen kağıtdan imzâ istiyordun biz sana sâhibinden imzâ aldık. Sonra elini sobanın içine sokdu ve çıkardı oradan icâzeti, yanmamış, imzâyı koydu, haydi üzülme bunu da al yanına" dedi. Sonra "Bir çay demle de içelim" dedi.
Hikâyenin sonunda Efendi Hazretleri hikâyedeki şeyhin ağzından "Haydi bir çay demle de içelim" der demez sohbetin yapıldığı mekândaki hizmetlilerin çay ikram etmek üzere içeri girmeleri üzerine, orada bulunan Amerikalılar hayretler içinde kalıyor ve hem gülüyor hem de alkışlıyorlar. Efendi Hazretlerinin buna benzer kerâmetleri sayılamayacak kadar çokdur.