Nefs Terbiyesi - Sohbet - 6 Nisan 1979 ABD

11 Ocak 2025 tarihinde yayınlanmıştır.

Nefs-i Merdıyye

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerine Amerikalının biri sordu, "İnsan kibirle nasıl mücâdele eder?" dedi. Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Hilkatini düşünür, o vakit kibirlenmez. Bir de şu var. Kibir, birine karşı olur. Fakat, düşünecek olursa, o kibirlendiği adam gibi kendisi de bundan bir müddet evvel su parçası idi. Öldükden sonra da çürüyecek. Öyleyse neye kibirlenecek? Mücâdelesini böyle yapsın. Bunu düşünürse kibirlenmez. Güzelliğine kibirlenecekse, çirkinleşecek. Sıhhatine kibirlenecekse, hasta olacak. Hayatına kibirlenecekse, ölecek. Malına kibirlenecekse, elinden çıkacak. Evveli su. Âhiri, öldüğü vakitde çürümek. Neye kibirlenecek? Yalnız İslâm'da kibirliye karşı kibirlenmek sadaka gibidir yani, onun kibrini kırsın diye.

Bir Amerikalı, Efendi Hazretlerinden bir sene önce bahsetdikleri "Boş eve hırsız girmez" meselesini îzâh etmesini isteyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Bir hânede cevher olursa oraya hırsız gelir almak için. Onun için iyi kalbli insanların kalbine Şeytan bir takım fikirler atar. O cevheri bozsun diye yani. O kimse akıllıysa, kalbe esen bu rüzgarların kötülerine tâbi olmaz. Meselâ ne fitne atdıysa onun karşılığı vardır. "Sen zenginsin" dese ona, malk mülk sâhibi olduğunu söylese ona, onun düşünmesi lâzım ki, bunun fakîrliği de vardır. O vakit Şeytan yol bulamaz. "İbâdet etme, sen daha gençsin" der. O zât, ibâdet eder, dinlemez. Yani kalbdeki bulunan hazîneyi bu şekilde almaya çalışır. Bakar o şekilde fütûhât yapamazsa, bu sefer iç tarafına girer, "Senden daha iyisi yok, sen herkesden iyisin. Bak senin yaşındaki kimseler ibâdet etmiyorlar, Allah demiyorlar, sen şöyle yapıyorsun, böyle yapıyorsun" diyerek bu sefer onu mürâîliğe ve aynı zamanda yapdığı hayırlı efâle, ibâdete mağrûr ederek yıkmaya çalışır. Bir kalbe fenâ fikirler gelmesi, o kalbin fenâlığından değildir yani onu demek istiyoruz. O fikirlere tâbi olmaması lâzımdır. Onları reddederse o iyi insandır. Dünyâda her fenâlığı yapmak için herkesde istidâd vardır. Yapmazsa insan olur, yaparsa âdîleşir. Onun gibi yani. Hattâ peygamberler bile, bizim islâm akâidine göre peygamberler günah işlemez, masûmdurlar, böyle olmasına rağmen bazen kalblerine küdûret gelmişdir. O vakit istiğfâr etmişlerdir. Bizim kalblerimize gelirse, biz yapmazsak onu, iyi güzel. Enbiyânın ve evliyânın kalbine böyle şeylerin gelmesi, onlar için bir nakîsa teşkîl eder. Yüksek oldukları için bize benzemezler. Şekilde insan ama bâtında yüksek insanlardır. Onun için hemen istiğfâr ederler onlar. 

"İnsan, nefsi ile mücâdele edebilmek ve sırât-ı müstakîmde ilerleyebilmek için ne yapmalıdır?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Evvelâ Cenâb-ı Hakk'a çok yalvarması lâzım gelir. Çünkü en büyük mücâdele nefs ile mücâdeledir. Peygamberimiz iki milletin birbiriyle yapdığı muhârebeleri küçük muhârebe saymış, nefs ile yapılan mücâdeleyi büyük muhârebe saymışdır. Onun için nefs ile mücâdelede Cenâb-ı Hakk'dan istiâne ederek yani yardım isteyerek mücâdeleyi yapmalı. Birinci vazîfe budur çünkü insana metâneti verecek, sabrı verecek, fenâlıklara karşı durma kuvvetini verecek olan Allah'dır. Onun için terk-i terk lâzım. "Bunu ben yapdım" veya "Bunu ben yapmadım" diyerek kendine benlik vermeyecek. Hakk'ın tevfîki olursa, "Allah bana bunu yapdırmadı elhamdülillah, beni kurtardı bu işden" diye Cenâb-ı Hakk'a güvenmesi lâzım gelir.
İkinci derecede, nefs ile riyâzatla mücâdele yapar. Çünkü Allah nefsi halk etdikden sonra ona sordu, "Sen kimsin ben kimim" dedi. "Sen neysen ben oyum dedi nefs". Sonra Allah onu bin sene ateşde yakdı. Çıkardı yine aynı soruyu sordu. Nefs yine, "Sen neysen ben oyum" dedi. Sonra Allah nefsi bin sene dondurdu. Yine aynı soruyu sordu. Nefs yine "Sen neysen ben oyum" dedi. Sonra Allah nefsi aç bırakdı. Aç bırakıp da sorunca, nefs "Sen Rabbü'l-âlemînsin, ben âciz bir kulum" dedi. Bunun ma'nâsı, insanların nefs ile mücâdeleyi riyâzatla yapması gerekdiğini göstermekdedir. Bu bir misaldir. Yoksa Allah nefsin seyrini bilmiyor da kimyâger gibi tecrübe etdi ma'nâsına değil. Yani bize bildirmek için böyle yapdı. Evvelâ Allah'dan tevfîkini isteyecek, sonra riyâzat yapacak.
Tarîkatlarda merâtib vardır. İlk önce nefs-i emmâre ile mücâdele başlar. Bir müddet sonra nefs-i levvâmeye döner. Nefs-i levvâme demek, nefs bazen onu kandırır, fenâlık yapdırır, sonra yapdığına nâdim olur o, iyiliğe döner. Nefs-i levvâmenin alâmeti pişmânlıkdır yani önce fenâlığı yapıyor, sonra pişmân oluyor. Nefs-i emmârede iken yapdığı fenâlıklarla iftihâr eder. "Vurdum, kırdım, ben şöyle yapdım, böyle yapdım" diyerek yapdığı körülüklerle iftihar eder. Nefs levvâmeye döndü mü, böyle bir kötülük kendisinden zuhûra geldiği vakitde, onun fenâlık olduğunu anlıyor ve Allah'a istiğfâr etmeye başlıyor. Sonra nefs-i mülhime var. Bu mülhimede şeytânî ilhâm ile rahmânî ilhâmı ayırmaya başlar. Bu da ulemânın yani âlimlerin mertebesidir. Sonra onun üstünde nefs-i mutmainne var ki işte insan oraya ayak basdı mı, mutmainnede insan olur. O vakit, kötülük yapmak değil, kötülüğü düşünmeyi dahi kerih görür, çirkin görür. İşte rüşd sâhibi olur o vakit. İşte bu da Allah'ın büyük fazlıdır kuluna. Kendini kurtardı demekdir.
Bunun da üç tâne derecâtı vardır. Râdıyye, merdıyye ve sâfiyye olarak. Nefs-i râdıyye, Hakk'dan ne gelirse râzı olur, merdıyyede Allah da ondan râzı olur. Sonra nefs-i sâfiye gelir ki, son mertebedir. Bu da şuna benzer. Meselâ bir suyun içerisine şekeri atıp karıştırıyoruz, eriyor ve kayboluyor suda. Fenâfillah olur yani Allah'da fenâ bulur. Suda şekerin kaybolması gibi. Sonra bekâbillah var ki, suyun içerisine zümrüdü atdık, yâhud pırlantayı atdık, karıştırdık. Ne oldu? Erimedi, içinde duruyor. Hakk'la beraber olur yani.  Hakk'da olur ve Hakk'la olur. Ne yaparsa Hakk'la berâber yapar o işi. Yani nefsi, irâde-i cüziyyesi kalmaz. 
Bu böyle burada anlatdığımız gibi basit bir iş değil, çok uzun bir mesele bu. Meselâ ne gibi? Bir kumandan düşününüz, küçük yaşdan devlet mücâdelelerine girmiş, uzun seneler mücâdele yapmış, târih ne yapdı onu, iki satıra sığdırıyor. Onun gibi yani. Kelime az, manâsı çok. Öyle bir saatde, iki saatde anlatılacak gibi değil. Bir adam, nefs-i sâfiyyeye ermesi için, bazen Cenâb-ı Hakk'ın lutf u keremi olur, yakın bir zamanda erebilir, mümkündür. Fakat mücâdeleyle gidecek olursa, yani insan kafasıyla düşünülecek olursa, altmış yetmiş senede o makâma erişemez yani. Ama karıncanın Kabe'ye gitmesi gibi olur. Karıncaya sormuşlar, demişler, "Nereye gidiyorsun?". Dedi, "Kabe'ye". Dediler, "Bu yürüyüşle mi?". "Gidemesem de yolda ölürüm hiç olmazsa" dedi. Yani öyle olur hâdise. Enbiyânın merâtibidir o, enbiyâ merâtibi. İşte o mertebeye erenler, onlara vâris olurlar yani. Peygamber olmaz ama vâris olur. 

"Kadınlar da erkekler gibi bu seviyeye gelme imkânına sâhib midir?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Evet, evet, evet, evet. Hem kadın çok çabuk vâsıl olur fakat çok çabuk düşer makâmdan. Erkeğin kırk senede vâsıl olamadığı menzile kadın bir sâatde vâsıl olur, bir ânda vâsıl olur. Fakat ansızın da düşer.
Bir kıssa anlatayım onlara. Hikâyenin sonuna kadar dinlesinler, sonra sorsunlar bana.
Bir Rabîa-i Adeviyye var. Bir veliyye, bir kadın. Bu kadın öyle bir mertebeye erdi ki Kabe'ye gitdiği vakitde Kabe'nin rûhu orada yokdur. Dediler "Nerede?". Dediler, "Rabîa geliyor, Kabe'nin rûhu onu karşılamaya gitdi". Yolda giderken eşeği öldü, dedi, "Yâ Rabbi ben bu çölleri aşamam bineksiz". Cenâb-ı Hakk eşeğini diriltdi onun yani Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın sırrı zuhûr etdi, ölüyü diriltdi yani. 
İslâm sôfîlerinden Hasan-ı Basrî bu kadının nikâhına tâlib oldu. Ve Allah'a sordu, dedi "Yâ Rabbi, âhiretde benim karım kim olacak?" diye sordu öteki âlemde. Allah Celle Hazretleri buyurdu ki, "Rabîa senin âilen olacak" dedi. Onun için gitdi, dünyâda da âilem olsun dedi ve nikâhına tâlib oldu. Elini böyle omuzuna koydu. "Çek elini" dedi o. "Niye?". "Âhiretde ben senin karınım, dünyâda değil" dedi. Dedi ki, "Ben sana bir kaç tâne soru soracağım, sorularıma cevâb verirsen ben senin karın olurum". "Sor bakalım" dedi. Hasan-ı Basrî de büyük âlim yani, sôfîlerin reisi, bizim reisimiz. Dedi Hasan-ı Basrî'ye, "Ben ölürken îmânlı mı ölürüm îmânsız mı ölürüm?". Hasan-ı Basrî, "Bunu ancak Allah bilir, ben ne bileyim bunu" dedi. "Kıyâmet gününde insanlar ikiye ayrılırlar" dedi, "şakîler tarafında mı bulunurum yoksa saîdler tarafında, iyi insanlar tarafında mı bulunurum?" dedi. "Onu da Allah bilir, ben bilmem onu" dedi. O vakit dedi, "Kadınlara Allah kaç akıl verdi kaç nefs verdi, erkeklere kaç akıl verdi kaç nefs verdi?". Hasan-ı Basrî dedi ki, "Bunun cevâbını veririm ben" dedi. "Allah kadına dokuz nefs verdi, bir akıl verdi. Erkeğe dokuz akıl verdi, bir nefs verdi" dedi. Rabîa dedi, "Ben bir aklımla dokuz nefsimi tutuyorum, dizginliyorum da evlenmek istemiyorum, sen dokuz aklınla bir nefsine hâkim olamıyor musun?" dedi. Onun üzerine Hasan-ı Basrî kerâmet gösterdi, atdı seccâdesini suyun üstüne, namaz kıldı orada, suyun üstünde. Vecde geldi yani. Rabîa atdı seccâdesini havaya, havada namaz kıldı o da. Onun üzerine dedi ki, "Hasan, sen yapdığına mağrûr olma, senin yapdığını odun yapar, balık yapar. Benim yapdığımı da sinek yapar, kuş yapar" dedi. 
Yani böyle kadınlar var. Kadınlardan büyük insanlar var. Meryem var, aleyhisselâm. Asiye var, Firavun'un karısı. Hazret-i Peygamber'in âilesi var, Hatîce. Ve Rabîa var. Ve bunun gibi yüz binlerce kadın var. 
Bir defa kadının en yüksek mevkîye sâhib olması, anne olmasındandır. Çünkü Allahu Sübhânehû ve Teâlâ buyurdu, "وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ vemâ halaktü'l-cinne ve'l-inse illâ li ya'bûdun, ben cinnileri ve insanları, görünen kuvvetleri, görünmeyen kuvvetleri bana ibâdet etsinler için yaratdım". Bu zürriyetin gelmesi kadından geliyor. Onun için Cenâb-ı Peygamber buyurdu, "Cennet annelerin ayağı altındadır". Kadının ayağı altında yani. Kadın annedir. Söküğümüzü dikerler, yemeğimizi pişirirler, çocuklarımızı beslerler, elbiselerimizi temizlerler, hânelerimizi beklerler. Biraz zırıltıları olur ama o kadar olmasın mı. Biraz zırıltısı da olacak. 

Fukarâdan veliyye Rabîa-i Adeviyye, zenginlerden Hârun Reşîd'in âilesi Zübeyde Hâtun'dur. Ona bir Kur`ân getirdiler, üzeri bütün mücevherâtla işliydi, yani milyonlarca lira kıymetinde. Açdı Kur`ân-ı Kerîm'i, şöyle bir âyet var, "Sevdiğinizi vermedikçe sevdiğinize nâil olamazsını", bunu okuyunca hemen fukarâya verdi onu. "Ben bunu sevdim" dedi, "mâdem sevdiğimin elime geçmesi için sevdiğimi vermem lâzımdır" dedi ve verdi. 
Bu hanım bir rüyâ gördü, rüyâsında, yüz binlerce, milyonlarca erkekle beraber oldu. Sonra câriyesini çağırdı. Siyâhîlerden bir câriyesi vardı, ona dedi, "Git, Şeyh İbn Sîrîn'e, ben bir rüyâ gördüm, bu rüyâyı söyle. De ki ben gördüm de ama. benim gördüğümü söyleme, ben gördüm de. Ne diyecek bakayım? Nasıl tevîl edecek?". Şeyh dedi, "Sen mi gördün rüyâyı?". "Ben gördüm". "Sen bu rüyâyı göremezsin" dedi ona. "Rüyâyı kim gördü bakayım, bana söyle". Dedi, "Sultanın karısı gördü". "Heh o bu rüyâyı görebilir". Dedi ki, "Git ona selâm söyle, bir hayır yapacak, bu hayırdan kıyâmete kadar insanlar istifâde edecekler". Onun üzerine işte Kabe'ye su getirdi o hanım. Kabe'deki Ayn-ı Zübeyde, Zübeyde Pınarı yani, o getirtdi Kabe'ye. Şimdi bütün oraya giden hacılar, milyonlarca insan o sudan istifâde ediyor. 
Öldü. Sonra rüyâda gördüler. Dediler, "Allah sana ne muâmele yapdı?". "Allah beni affetfdi". "Elbet Allah seni affeder, sen Kabe'ye su getirtdin" dediler. "Ondan affolmadım ben" dedi. "Allah dedi ki, o paranın içerisinde milletin hakkı vardı, fakat bir gün çalgı çalınıyordu sarayda, ezan okundu, ezanı işittin, çalgıları durdurdun, ezanı dinledin, onun için affetdim seni" dedi. 
Bu da gösteriyor ki, bu mesele, Allah bahâ Allahı değil. Allah kullarını affetmek için bahane arar, bahane Allahı. Çünkü eğer bahâ Allahı olsaydı hep zenginler kazancaklardı, fukarâya bir şey yokdu. Bunun misâli de şu.

Bir adam atla gidiyordu, bir yere geldi, orada atından aşağı indi, elini yüzünü yıkayacak, istirahat edecek, abdest bozacak filan. Hayvanını bağlamaya bir şey yok. Bir kazık çakdı yere, hayvanını oraya bağladı, sonra işini gördükden sonra, o kazığı orada bırakdı. Dedi ki, "Ben bu kazığı bırakayım, benden sonra atlı birisi gelirse, hayvanını bağlasın buraya" dedi, gitdi. Fakat onun arkasından bir yaya adam geldi, yürüyerek. Bakdı yerde bir kazık çakılı, dedi, "Hay Allah müstehakını versin, bu kazığı buraya kim çakdı!" dedi. Birinin ayağı takılacak, düşecek, başı patlayacak. Çekdi o da kazığı çıkardı, sökdü atdı. Allah ikisini de cennete koydu. 
Onun için Allah bahâ Allahı değil, bahane Allahı. Yani zerre kadar yapılan hayrı Allah unutmaz, mutlakâ yapana mükâfât verir. Bahâ Allahı olsaydı, Zübeyde gibi zengin olup su getirtecekdik, bir memleketden bir memlekete kadar. Halbuki ufak bir şeyden, Allah kulunu affeder ve cennetine vâsıl kılar. 

www.muzafferozak.com
Listeye geri dön