27 Nisan 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Bin yetmiş altı senesi Şevval Ayının onuncu günü idi, ricâsı benim yanımda farz derecesinde olan ihvândan bazıları, tarîkat ve hakîkat erbâbı nokta-i nazarından bu âyetin işâret etdiği manâları beyân ve kayd etmemi istediler. Bu ricâyı kavlen kabûl etdikten sonra, bütün kemâlâtın zâtında toplandığı Allahu Teâlâ'ya yöneldim. Hiç bir araştırma yapmadım, hiç bir kitâba bakmadım, tamâmen O'na yönelip ilhâmını bekledim. Nihâyet Allahu Teâlâ sırrıma bu sofrayı indirdi. Yedim, içdim ve bize lutfetdiği nimetler için Allah'a hamd etdim ve bize hidâyet etdiği için şükretdim. "وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُۚ". "وَمَا تَوْفِيقِي إِلاَّ بِاللّهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِيبُ"
İstedim ki "İnsanların en kötüsü yalnız yiyendir" tehdîdinden kaçınıp, "وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ" emrine uymak için sofrayı kağıtlara yazıp sereyim de hazmetme kâbiliyyeti olan ihvân ondan yesinler ve Allahu Teâlâ'ya şükretsinler ki O da onlara nimetlerini artırsın, huylarını, vasıflarını güzelleştirsin. İşte Allah'ın tevfîki ve irşâdıyla âyetin beyânına başlıyorum. Başarıya ulaştıran ve irşâd eden O'dur.
Allahu Teâlâ buyurdu : "وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلّ۪يهَا". Ümmetlerden her birinin, ferdlerden her ferdin, uzuvlardan her uzvun, nefs ve rûh kuvvetlerinden her birinin bir yönü, maksadı, belirli bir kıblesi vardır. Bu da Allah'ın isimlerinden bir isimdir ki "هُوَ مُوَلّ۪يهَا" yani ona yönelir. Müvellî, ism-i fâildir, yönelen manâsına gelir. Görünüşde insan yönelmektedir ama hakîkatde yöneldiği maksadın cezbesi onu çekmekdedir. Amel insanı Allah'a çeker. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurmuşdur : "اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُۜ". Artık anla!
Bunu anladınsa bilirsin ki insanlardan hiçbiri maksadından ve kıblesinden sapmaz. Ancak kendisini o cihete döndüren ve kendisine maksad olan isme, Allah'ın diğer bir ismi gâlib gelirse o zaman ilk maksadından döner. Allah'ın ismi onu, birinci maksadının elinden alırsa ona : "فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ" der. Bütün vecihlere döndüren isimlerle, insanların beğenip yöneldikleri maksadları kasdediyorum. Yani bu maksadlar, onları mıknatıs gibi cezbeder, çeker, ona yönelirler. Bundan dolayı "ilim, malûma tâbidir" demişlerdir. İnsan bir şeyi beğenirse ona yönelir. Sonra başka bir şeyi birinci maksadından daha çok beğenirse, aslında o şey birincisinden daha iyi olmasa da o kimse birinci maksadını bırakır, ikinci maksadı kendisine maksad edinir. Çünkü ikincisi, ona göre birincisinden daha hoşdur. Ona bakmakdan, ona yönelmekden zevk alır. Bir şeyin peşinden giden kimse, ondan daha câzib bulduğu başka bir şeyin peşine gider, ikincisi birincisinden daha güzel göründüğü için birincisinin yerine bu defa onu maksad edinir. Çünkü o şey kendisini cezbeder. "وَاللّٰهُ غَالِبٌ عَلٰٓى اَمْرِه۪". Muhakkak ki Allah güzeldir, maksad olmak ve bilinmek ister.
Bunu anladınsa bil ki yüksek maksad, alçak maksaddan daha lezzetlidir. Zîrâ ondaki güzellikler, alçakdakinden daha çok ve daha tamdır. Çünkü yükseklik tarafında letâfet daha çokdur. Alçaldıkça kesâfet artar. Latîf, letâfeti mikdarınca kesîfi ihâta eder. Her şey, yüksekliği mikdarınca latîfdir. Bir şey ne derece kesâfetden kurtulursa o derece kuşatıcı, rahat, iç açıcı, sevinç verici ve lezzetli olur. Kimin yükseklere bağlılığı daha çok olursa, rahatı daha çok, bilgisi daha tam ve kalbi daha geniş olur. Meselâ îmân tatlıdır, ibâdetle beraber îmân yalnız îmândan daha tatlıdır. Zühd, yalnız ibâdetden daha tatlıdır. Nefsi bilmek, tek başına zühdden daha tatlıdır.
Nefsi bilmek de derece derecedir. Nefs-i levvâmeyi bilenin lezzeti, emmâreyi bileninkinden çokdur. Çünkü nefs-i levvâme, yükseklik itibariyle nefs-i emmârenin kıblesindedir. Nefs-i mülhimeyi bilenin lezzeti, bunun aşağısında olan nefs-i levvâmeyi bileninkinden çokdur. Çünkü o da kendi altında olanın yani levvâmenin kıblesindedir. Nefs-i mutmainneyi bilenin lezzeti, mülhimeyi bileninkinden çokdur. Çünkü mutmainne, mülhimenin kıblesindedir. Nefs-i râdiyyeyi bilenin lezzeti, mutmainneyi bileninkinden çokdur. O da mutmainnenin kıblesindedir. Nefs-i mardiyyeyi bilenin lezzeti, râdiyyeyi bileninkinden çokdur. Çünkü o da râdiyyenin kıblesindedir. Nefs-i sâfiyyeyi bilenin lezzeti ise hepsinden çokdur.
İşte bu nefsi bilmek, ayniyle Hakk'ı bilmekdir. Çünkü Peygamberimiz aleyhisselam, "Nefsini bilen Rabbini bilir" buyurmuşdur. Yani nefsini bilen, o marifetle Rabbini de bilmiş olur. Yoksa nefsi bilmekden ayrı bir marifetle değil. Nefsini bilenin kıblesi Allahu Teâlâ'dır. Bu marifet ânında kendisine, "فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِۜ" âyetinin sırrı açılır. Allah kullarını bu marifete teşvîk ederek buyuruyor : "فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِۜ".
Yani ey Muhammed ümmeti, isimlere ve sıfatlara bağlı bütün maksadların menşeine, dünyevi ve uhrevî bütün arzuların kaynağına koşunuz. Dikkat ediniz! O, zât-i ilâhîdir, vücûd-i mutlak O'dur. O, öyle bir varlıkdır ki muayyen maksadlar, taayyünleri ve itibârları yönünden vücûd-ı bahtdan başka bir şey koklamamışlardır. Nerede olursanız olun, isimlerin muktezâsı ve sıfatların taayyününe göre Allah size gelir. Yani bütün sıfatları tamâmen kendinde toplayan zât-ı baht, onların maksad ve gâyeleri olan bu isim ve sıfatlardan doğan taayyünleri ortadan kaldırdıkdan sonra tecellî eder. Muhakkak ki Allah dilediği şeye önce esmâsıyla, sonra sıfâtıyla, en sonra da zâtiyle tecellî eder. Tecelliyât-ı ilâhîde mebde ve mezâhir itibariyle kesret ve taayyün vardır. Fakat zâtını gizlemişdir Allah. Meâd ve zâtî tecellîsi itibariyle de bütün mezâhirleri ve kesreti ortadan kaldırmaya kâdirdir Allah. "وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ".