7 Mart 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Daha önceki bir yazımızda Ebû Saîd Hazretlerinin bir sözünü îzâh ederken, boğazlamak tabirine dikkat çekmişdik ve bu tabirinden Kur`ân'dan alındığını söylemişdik. Ve hattâ yerini de söylemişdik, Sûre-i Kevser'dedir demişdik. Şimdi o sûre-i celîleye bir bakalım ve nefsi boğazlamak ne demekmiş görelim.
Sûre-i Kevser'deki âyetlere çok manâlar vermişler, türlü türlü tefsîrler yapmışlar, hattâ müstakil eserler kaleme almışlardır bu sûre-i celîle için. Fakat biz şimdi âyetlerin zâhir ma'nâları üzerinde durmayacağıım için o tefsirlere hiç girmiyoruz. Biz şimdi bâtın manâsına bakacağız yalnız. Malûm ya Kur`ân'ın zâhirinden yani ibâresinden çıkan ma'nâlar vardır, bir de bâtınından çıkan ma'nâlar vardır. Birinciye "dâll bi ibâretihî", ikinciye "dâll bir işâretihî" derler.
Kevser, kesrete işâretdir. Hakk'dan gayrı her şey, bu kesrete dâhildir. Başda insanın kendi vücûdu yani varlığı olmak üzere, gözüyle gördüğü, kulağıyla işitdiği, eliyle tutduğu, diliyle söylediği, aklıya idrâk etdiği, hayâliyle tahayyül etdiği, fikriyle tefekkür etdiği, kalbiyle muhabbet etdiği her şey her şey bu kesretin içindedir. Bu itibarla, kesret insanı Hakk'dan ayıran kalın bir perde teşkîl etmekdedir. Hakk'a mülâkât için bu kesret perdesinden kurtulmak îcâb eder.
İşte namaz bunun için farz kılınmışdır. İkinci âyetde, "Fe salli, öyleyse namaz kıl" buyrulmasının sırr-ı hikmeti budur. Namaza duran kişi, ellerini yukarı doğru kaldırıp arkaya doğru atar. Bunun ma'nâsı Hakk'dan gayrı ne varsa, hepsini geriye atıyorum, kalbimden, zihnimden çıkarıyorum, cümlesini nefy ediyorum, yok kabûl ediyorum demekdir. Hakk'ın huzûruna çıkmanın şartı budur çünkü.
Tabii iş bununla bitmiyor zîrâ bir de insanın kendisi var. Bu da tevhîde münâfîdir, isneyniyyetdir çünkü. Bir Allah var bir de sen varsın, nasıl olacak bu iş? Kendine bir varlık veriyorsun, benliğini ortaya koyuyorsun. Diğer bütün perdeler ortadan kalksa bile insanın varlığı en büyük perde. İşte o perdeyi de ortadan kaldırmak için, "li rabbike venhar" emri gelmişdir ki ma'nâsı "nefsini boğazla, kendini kurbân et" demekdir. Bu emre imtisâl ederek, nefslerini kurbân edenler, "وَلَا تَحْسَبَنَّ الَّذ۪ينَ قُتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتًاۜ بَلْ اَحْيَٓاءٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَۙ velâ tahsebennelezîne kutilû fî sebîllahi emvâtâ, bel ahyâun inde rabbihim yürzekûn" âyetinin sırrına ererek, ölümsüzlüğü elde etmiş olurlar.
Son âyet de bu ma'nâyı tekîd içindir. Zîrâ ehl-i dünyâ, bu yolda mücâhede edenlere ve nefsini Allah yolunda öldürenlere hakâret nazarıyla bakar, onlara ebter derler. Zîrâ onlar yalnız dünyâya kıymet verirler, dünyâ nimetlerine gönül verirler, mal mülk, para pul, çoluk çocuk gibi şeylerle iftihar ederler. Bekâyı, kalıcılığı bunlarda ararlar. Zannederler ki malları, evladları, şöhretleri sâyesinde kalıcı olacaklar, unutulmayacaklar. Bilmezler ki bunların cümlesi fânîdir, hattâ yok hükmündedir. Yani asıl ebter olan kendileridir.