18 Ağustos 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Amerika'daki bir sohbetlerinde buyurdular ki:
Yerin göğün sâhibi, bilinen ve bilinmeyen âlemlerin mâliki, rezzâkı olan Allah'a hamd ü senâ ederiz. Evvelâ babamız Âdem'i toprakdan, sonra bizleri de, onun evladlarını, Âdem'in evladlarını bir katre sudan halk etdi. Ve bizi inananlardan, mü'minlerden eyledi.
Bu âlem, bulunduğumuz âlem, gelip geçicidir. Bizden evvel geçenler, gelenler nereye gitdiler? Hiç kimse buraya gelirken gelmek istemez, buradan giderken de gitmek istemez. Bizi buraya kim getirdi ve bizi buradan kim götürüyor?
Zîrâ bir binâ yapıldı mı, o binâ en nihâyetinde yıkılır. Doğanlar, ölür. Ve buraya toplananlar, dağılırlar. Doğmasaydık, ölmeyecekdik. Buraya toplanmasaydık, dağılmayacakdık. Bu binâ yapılmasaydı, yıkılmaycakdı.
Bir cenâze gidiyormuş, giderken ehl-i merakdan biri sormuş, "Kimdir bu zât" diye sormuş. Merak etmiş. "Filanca efendi" demişler. "Neden öldü, hangi hastalıkdan öldü" diye sormuş. Oradan bir ârif-i billah demiş ki, "Doğduğundan öldü" demiş. Hastalıkdan ölmedi, doğduğundan öldü.
Şimdi, bu âleme bizi O getirdi. Ve O'ndan geldik. Ve gene O'na döneceğiz. Fakat dönme iki türlüdür. Meselâ ilim tahsîli için bir memleketden bir memlekete gitdiyse yani vatanından çıkıp bir memlekete geldiyse, ilmi tahsîl edip eline diplomasını aldıysa, yâhud para kazanmak için gidip, para kazanıp muvaffak olduysa, o adam sevgiyle ve muhabbetle döner. Vatanından çıkdı geldi, gurbete düşdü, mektebi bitiremedi, diplomayı alamadı, hayatda muvaffak olamadı, kazanç yapamadı, o da vatanına döndü ama, müteessir ve çok üzüntülü, hüzün içerisinde. İşte bu neyin misâlidir bilir misin? Vatan-ı aslîden gurbete geldik, yani bu dünyâ âlemi gurbetdir, vatan-ı aslî âhiretdir. Bu âleme gelip, Allah'ın dediği gibi, Allah'ın istediği gibi, Allah'ı bilip, Allah'ı bulup, Allah'lı olanlar ve Allah'ı sevenler, onlar diplomayı aldılar. Kazançlı olarak memleketlerine döndüler, sevinerek. İşte ölüm onlara gülerek gelecek. Çünkü onlar da vatanlarına sevgiyle, saygıyla ve muhabbetle ve muvaffakiyyetlerinin neşesiyle varacaklar. Evet, nereden gelip nereye gitdiklerini bilmeyenler, ömür sermâyesini burada yiyenler, Allah'a îmân etmeyenler, âhirete îmân etmeyenler, bunlar, sınıfı geçemediler, diplomayı alamadılar ve hiç bir kazançları olmadı, zarardan başka, bunlar da ağlayarak vatanlarına dönecekler.
Bazı kıt düşünceliler ve hak ve hakîkati bilmeyenler, âşinâ gönül sâhibi olmayanlar, onlar derler ki, "İnsan öldü mü kurtuldu". Ne kurtulması! Ondan sonra iş başlıyor. "Efendim âhiret var mı yok mu? Öldük, çürüdük, toprak olduk, bir daha dirilir miyiz dirilmez miyiz? Bunu kim görmüş kim haber vermiş?" diye bana soru sorarlarsa, görmüyor musun, "وَاٰيَةٌ لَهُمُ الْاَرْضُ الْمَيْتَةُۚ اَحْيَيْنَاهَا وَاَخْرَجْنَا مِنْهَا حَبًّا فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ ve âyetü'l-lehümü'l-ardu'l-meyte, ahyenâhâ ve ahrecnâ minhâ habben fe minhü ye'külûn". Ölü ardı Allah diriltiyor, oradan ilkbaharda ağaçlar, nebâtât yetişiyor, rengârenk, tatları ayrı ayrı, güller, çiçekler ihyâ oluyor. İşte bu insanların dünyâya gelip büyümesine işâret. Sonra ne oluyor? Sonbaharda ve kışda yok oluyorlar. İşte insanlar da bunun gibi. Doğdukları vakitde, nebâtâtın büyümesi gibi. Ve çocukluk gençlik çağı, ilkbahar gibi. Dinçlik çağı yaz gibi. İhtiyarlık çağı, son bahar ve kış gibi. Ama bu on iki ayın içinde oluyor, bizimki, altmış senede oluyor, yetmiş senede oluyor. İşte ölü ardın dirilmesi ihyâ-i emvâta yani ölülerin tekrar dirileceğine bir nişâne, bir remzdir. Ölmeleri de ölüme işâret. Ve tekrar dirilmesi, Cenâb-ı Hakk'ın insanları tekrar öldürüp tekrar dirilteceğine büyük âyât u beyyinâtdır.
Bir münkir ölü kemiklerini aldı, getirdi onları böyle ufaladı, toz yapdı eliyle, sonra Peygamber'in yüzüne üfledi, Hazret-i Muhammed'in, "Bunlar mı dirilecek?" dedi. Hemen Allah şu âyeti Peygamber'e indirdi : "اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ * وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُۜ قَالَ مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يمٌ * قُلْ يُحْي۪يهَا الَّذ۪ٓي اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَل۪يمٌۙ". Tercüme yapacağım, basit. Yapacağımız tercüme, deryâdan bir katre, güneşden bir huzme, kâinâtdan bir zerre. Diyor ki şimdi âyetin manâsında, "İnsanoğlu neden halk olunduğunu bilmiyor mu ki, unutdu mu bunu, bize apâşikâr hasım oldu, karşımıza çıkıyor. Hilkatini unutdu da bize darb-ı mesel mi getiriyor ölü kemiklerini, bunları kim diriltecek diye. Söyle habîbim, senin modelin biçimin yokken seni yokdan vâr eden, bir katre menîden halk eden Allah, seni tekrar yaratmaya kâdirdir".
Buraya gelmişken şimdi konuşalım. Biz şimdi bütün dînî bilgilerimizi, bu husûsdaki inancımızı, dînî bilgilerimizi, bir tarafa koyalım böyle, şöyle düşünelim. Biz âhirete inandık, Allah'a inandık, öldükden sonra dirilmeye inandık, bu bizim îmânımızın ve Allah'ın kudretini kabûl etmemizin bir remzi ve işâretidir, böyle inandık biz. Ve Allah'ın dediklerine inandık. İnandık böyle bu şekilde. Fakat bunların hiç birisi zâhir olmadı, öldük, bunların birisi zâhir olmadı, böyle inandık, öldük. Bir kuvvet bize çıkıp sorar mı, "Sen dünyâda niçin Allah'a inandın, niçin ölümden sonra dirilmeye inandın?" diye bir kuvvet çıkıp sorar mı? Yok zâten bir şey. Ama biz burada yok dersek, inkâr edersek, orada var çıkarsa ne cevap veririz? Yaaa. Yok dersek burada, ya var çıkarsa. Öyleyse inkârı bırak, ikrâra gel. Dâimâ inananlar kazandı. Ve dinliler dinlendiler. Allah'a inananlar kazandılar.
Hayat o kadar kısa ki, ana rahminden çıkdık pazara, bir kefen aldık döndük mezara. Bu kadar. Müddeti az, fakat manâsı çok. Allah'a inananlar, ne ölümün şiddetini, ne ölümün acısını, ne hayatın acısını duyarlar. İnsan sevgilisini severken, sevgilinin tırnakları senin bir tarafını yırtmış, duyar mı acısını? Soruyorum. Top oynayanlar bile top oynarken yediği tekmenin acısını duymazlar, sonra çıkar acısı. İşte Allah'a tam inanan, dünyada çekmiş olduğu cefâlar, mücâdeleler, münâkaşalar, bir takım noksanlıklarla karşılaşmalar, onlara hiç bir tesiri olmaz. Çünkü sevdiği ile sevişiyor. O esnâda hiç acısını duymaz o işin. İşte inananlar dünyâ cefâsına boş verirler. Çünkü onlar, Allah'la başları hoşdur, O'nunla sevişdiği için dünyânın cefâsı onlara, sevişirken batan tırnağa, yüzülen deriye benzer yani duymazlar hiç. Îmânsızlar dünyânın bütün emlâkine, mallarına mâlik olsalar, kalbleri bir türlü sükûna ve necâta ve felâha varmaz. En nihâyetinde intihar eder gider. İntihar eder. Allah'ın binâsına kundak koyar.
Amerikalı kardeşlerimi fazla üzmek istemiyorum. Yalnız şu müjdeyi vereceğim. Bir ölüm var bizim için. Bunu hiç kimse inkâr edemez. Münkir de inkâr edemez, mü'min de inkâr etmez. Çünkü görüyoruz dâimâ, gidenler gidiyorlar. İşte Allah'ı bilenler, Allah'a inananlar, Allah'ı zikredenler, Peygamber'e îmân edenler, kıyâmet gününe inananlar, bunlar, o son dakîka geldiği vakitde, bunlara cennet bahçesinden bir gül getirilir. Derler ki, "Bunu kokla" derler ona. O gülü koklar, bir de bakar ki cesedi tabutda yatıyor, kendisi âlem-i ulvîye gider.
Hattâ Tevrat'dan ve İncil'den ve Kur`ân'dan bir misâl getireyim buna, bir kıssa ile. Yûsuf aleyhisselâmın hanımı, onu köle diye getirip satdılar Mısır'da, Kıtfîr'in karısı Züleyhâ Yûsuf aleyhisselâmı sevdi, âşık oldu. Ayıp bir şey değil, aşk güzel bir şeydir. Ama iffete dokunmamak şartıyla. Ooooo Züleyhâ öyle bir âşık oldu ki Yûsuf'a, birisi gelip Züleyhâ'ya dese ki, "Ben bugün Yûsuf'u gördüm", hazînesini açıyor, oradan incileri, zümrüdleri alıp onun başına atıyor. Sevgilimin ismini bana haber verdi diye. Sevgilisinin ismini andı diye hazîneyi açıyor ve onun başına elmaslarını, incilerini, mercanlarını, yakutlarını döküyor. İsmini andı diye. Halbuki yalan söylemişler. Biliyorlar ya Züleyhâ'nın zaafını, Yûsuf'a karşı zaafı var, gelip haber veriyorlar, mahsûs yapıyorlar ki Züleyhâ'dan para koparsınlar diye. Bu şekilde. "Yûsuf'u gördük bugün". Hemen Züleyhâ açıyor, altınları onun başından aşağı atıyor.
Ben de senin sevgili Allah'ından bahsediyorum, benim başıma sen odun mu vuracaksın, bir şey mi atacaksın, ne atacaksın bakayım. Eğer Allah'ı seviyorsan, Allah'ı ben zikrediyorum, benim başıma sen de Züleyhâ gibi bir şey at bakalım ama taş atma.
Mısır'ın ekâbir sosyeteleri işittiler bu işi ve Züleyhâ'yı ayıplamaya başladılar. Kendini bilmeyen karşısındakini ayıplayabilir. Dediler ki, "Nasıl olur, koskoca bir Kıtfîr'in, sultânın karısı kölesine âşık olsun, ne ayıp şey bu! Ne kadar denâet bu! Koca bir sultânın karısı, kölesine âşık olmuş, hürriyyeti bile elinde yok kölenin". Ayıplıyorlar böyle bu şekilde. Bunun üzerine Züleyhâ onların haddini bildirmek için, büyük bir ziyâfet tertîb etdi. Demek ki o devirde de insanlar medenî olarak yemek yiyorlarmış. Ayrı ayrı onların önlerine tabaklar koydu, ayrı ayrı nimetler koydu. Ve onların önüne bıçak ve çatal ve kaşık koydu ayrı ayrı. Bugünkü servis gibi servis yapdırdı böyle. Ve onların önlerine portakallar, turunçlar, yani bıçakla soyulacak meyvaları koydu. Hep kadınlar bakıyorlar, bu köle kimdir, Züleyhâ'nın âşık olduğu köle kimdir, göremiyorlar o meclisde, cemiyetde yok. Bekliyorlar böyle, hepsi heyecan içerisinde, kalbleri çarpıyor, Züleyhâ'nın âşık olduğu köleyi görmek için. İşte onlar bu heyecanla köleyi göreceğiz diye beklerken böyle, Züleyhâ emir verdi, dedi ki, "Ey Yûsuf, buraya gel". Der demez Yûsuf'un ismini işittiler, herkes yüzünü kapıya doğru çevirdi, Yûsuf'u görmek için, köleyi. Fakat bir gördüler ki, insan değil, beşer değil, "mâ hâzâ beşer, hâzâ melekün kerîm", kerîm bir melek. Ve elma kesiyoruz, portakal soyuyoruz diye ellerini kesdiler fakat hiç acısını duymadılar. Hiç acısını duymadılar, çünkü Yûsuf'un güzelliği onları teshîr etmiş, elleri bıçakla kesildiği hâlde, hiç acısını duymadılar. Çünkü Yûsuf'un güzelliği var karşıda.
Bu neye benziyor, neye misâl getirdim bunu biliyor musun? İşte ölüm ânında mü'minlere Cenâb-ı Hakk cemâlini yâhud cenneti gösterir, ona bakarken, Yûsuf'a bakarken kadınların ellerini kesdiklerinin acısını duymadığı gibi, ölen kişi de, vücûdundan ayrılan rûhun acısını duymaz, güzelliğe bakarken. Ona misâl verdik.
Îmânsız ölenler ise, yani Allah'a inanmamış, âhirete inanmamış, onlara bir güzellik gösterilmez. Onlara amellerinin sûreti gösterilir. Melekler onların yüzlerine ve arkalarına vurarak, ruhlarını kabzederler. Güzellik yok. Kendi amellerinin çirkinliğini görürler, iki türlü acı duyarlar.
Benim bu sözlerim size hikâye gelmesin. Bunlar hepimizin birer birer başına gelecek.
Gelelim şimdi, geçen hafta bırakdığımız yerden dersi bağlayalım. Geçen hafta gelmeyenlere söylüyoruz. Şeyhine dedi ki...Gene başdan söyleyeyim, yeni gelenler var, onlar bilmiyorlar. Dedi ki, "Efendi otuz senedir senin yanında ben sana hizmet ediyorum. Artık bana müsâade et" mürîd mürşidine, "artık bana müsâade et vatanıma döneyim, orada halkı irşâd edeyim". O da dedi ki, "Otuz seneden beri sen benden ne öğrendin bakayım, bunları bana haber ver?" dedi mürîdine. O da dedi ki, "Dört şey öğrendim". Geçen hafta dersi burada bırakmışdık, geçen Cuma gecesi. "Dört şey öğrendim". "Nedir öğrendiklerin?". "Dünyâda kalacağın kadar dünyâya çalış. Âhiretde kalacağın kadar âhirete çalış. Ateşe tahammül edeceğin kadar günah işle. Allah'a muhtâc olduğun kadar Allah'a ibâdet kıl".
"Öldü, yokluğa gitdi". Ne yokluğa gitmesi. Biz yoklukdan vâra geliyoruz. Yokun da hâlıkı Allah. Öyle başlıyoruz, "Lâ" ile başlıyoruz, "Lâ ilâhe" evvelâ. "Lâ", yok, "ilâhe", ilâh yok. Bak yokla başlıyoruz evvelâ. "Lâ ilâhe", İbâdete lâyık hiç bir ilâh yok. Yok, yok, sonra, ancak "illallah", isbat. Birisi nefiy birisi isbat. Başımızı zikirde öyle çeviriyoruz, "Lâ ilâhe illallah, Lâ ilâhe illallah". "Lâ" dediğimiz vakitde, sağa ve başımızı arşa vererek, kaldırarak, "illallah"ı kalbe indiriyoruz. Ancak Allah var, hiç bir ilâh yok ibâdete lâyık. Bu tevhîd, "Lâ ilâhe illallah", bu tevhîd, bütün felsefeleri, hepsini ibtâl etdi. İflâs etdi hepsi, iflas.
Şimdi bu dervîşin öğrendiği dört şeyin üzerinde duralım.
Allah'a muhtâc olduğun kadar Allah'a ibâdet et.
Şimdi korkutayım mı sizi? Tımarhânelere akıl hastalarıyla dolu. Hastahâneler, hastalarla, kanserlilerle dolu. Mezarlıklar insanlarla dolu, toprağın altı. Kâinâtda bir yaprak oynamıyor Allah'ın murâdı olmayınca. Bir yaprak dahi Allah'ın kudretiyle, Allah'ın isteğiyle oynuyor. Öyleyse, gözümüzün nûrunu söndürürse, bize kim şifâ verebilir? Doktor mu? Hangi doktor hangi hastalıkda mütehassıs ise o hastalıkdan ölür. Kulağımızı sağır ederse? Bütün dünyâ nimetlerini, milyonlarca dolar verse de yemeye ağız vermese, altın tasa kussan ne olacak? Tasın altından ama miden kabul etmiyor, ne yapacaksın yani? Ayaklarının kudretini alırsa, düşünceni alırsa, yani akıl hastası olursan seni evine de koymazlar, çoluğun çocuğun senden korkarlar çünkü. Allah'a muhtâc değil misin? Derler ki, "Evet babamız ama, annemiz ama, akıl hastası ne yapacağı malûm değil. Evi mi yakacak, benim üzerime benzin mi dökecek, tutuşturacak mı gece yarısı?". Bir deli çıkdı dünyâyı ve Amerika'yı birbirine katdı. Aspirin içerisine zehir koymuş. Bir deli, bak ne yapıyor bir deli. Biz Türkiye'de Amerikan aspirini almaya korkduk. İsmini verdiler bereket versin. Oraya bile aksetdi, bir delinin yapdığı iş. Yaaa. Onun için çocuk annesini, deliyi yani, akıl hastasını, annesini hastahâneye yatırsa, babasını yatırsa, ayıplayamayız, bakmadılar etmediler diye. Çünkü delinin ne yapacağı malûm değil.
Akıl hastahânesinin öünden geçen bir zât içeriye seslenmiş, demiş ki, "İçeride kaç hasta varsınız, kaç tâne deli var içeride?" demiş. İçeriden bir akıl hastası ona şu cevâbı vermiş : "Siz dışarıda kaç tâne akıllısınız?" demiş "bana haber ver, ben içeridekilerin sayısını sana söyleyeyim".
Binâenalâzâlik, herkes bir delidir. Baş deli ben. Herkes. Kimi para delisi, kimi kasa delisi, kimi kese delisi, kimi makâm delisi, kimisi bir erkeğe âşık olmuş onun delisi, kimisi bir erkek deli olmuş kadın için, kadın delisi. Bir de ne var? Allah delisi var. Herhâlde dervîşler Allah'ı seven delilerden.
Kul Hakk'a ibâdet eder ve duâ eder, "Yâ Rabbi ben âciz bir kulum, kudret-i külliyye sende, senin dilediğin olur, senin dediğin olur. Benim dediğim olmuyor. Yâ Rabbi şunu şöyle yap, bunu böyle yap". Ve duâsında Allah'dan bir çok dilekler ve istekler ister. Allah da tenezzül buyurur kuluna der ki, "Ey kulum, benden sen bunu istiyorsun ama senin hakkında bu hayır olmayacak" der. "Gel bunu isteme ben sana cennetden bir makâm vereyim". "Hayır Yâ Rabbi, ben onu istiyorum". Öyleyse düşünelim. Her mekânda, her zamanda ve her ânda dâimâ Allah'a muhtâcız. Hem dünyâda hem âhiretde.
Her hükûmetin bir kânûnu vardır ve bir hapishânesi vardır. Binâenalâzâlik her kim dünyâda yaşarsa o memleketde yaşayan kimse o kânûnlara uymazsa mutlakâ onu hapishâneye atarlar. Allah'ın da kânûnları vardır ve devlet-i ilâhiyyenin kânûnlarını dinlemeyenler, Allah hapishânesi olan nâra müstehak olurlar.
Ben burada bir yerde konuşma yapdım, beni götürdünüz bir yere. Ama burada değil, Amerika'nın bir yerinde. "Allah'dan kork" dedim. "Allah'dan korkulur mu, Allah sevilir" dedi birisi. Allah sevilir ama evvelâ korkulur. Neden korkulur? Rabbim beni sevmezse diye korkulur. Allah bana kulum demezse, beni sevmezse diye korkulur. Kâinâtda her şeyin bir celâli ve bir cemâli vardır. Suyun cemâli, harâret basdığı vakitde, su içersin, harâretin teskin olur, mebde-i hayatdır. Celâli geldiği vakitde, her şeyi yıkar mahveder. Rüzgar, cemalinde, eser, serin serin rahat edersin, hava alırsın. Fakat fırtına, tayfun başladı mı, celâli geldi mi, felâket olur. Ateşin de cemâli geldi mi kış gününde seni hayata kavuşturur, ısınırsın, eşyânı kurutursun, yemeğini pişirirsin. Ama bir celâli gelirse, dünyâyı yakar kavurur. Allah'ın da celâli var, cemâli var. Allah'ın cemâli olduğu vakitde, cemâl tecellî etdi mi, Şeytan bile göbek atar, "Allah beni affeder" diye. Ama bir de celâli gelirse, o vakit Cebrâil bile rüzgarlı havada titreyen beze benzer. Eğer Cenâb-ı Hakk'ın yalnız cemâli olsaydı, celâli olmasaydı, o vakit Allah noksan sıfat sâhibi olmuş olurdu. Allah noksan sıfatdan münezzeh, kemâl sıfatlarıyla muttasıf, cemâl sıfatıyla muallâdır.
Evet, Allah'a inandın, Allah'ın cemâlini seviyorsun, düşün bakalım, bu yaşa gelesiye kadar kaç tâne yetîmi okşadın, anasız babasız çocuğu okşadın, kaç tâne açı doyurdun, kaç tâne ağlayanın gözyaşını sildin? Yoksa paraları gece yarısı sayıyor musun oturup yalnız, hesâbını mı yapıyorsun? "وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍۙ *اَلَّذ۪ي جَمَعَ مَالاً وَعَدَّدَهُۙ * يَحْسَبُ اَنَّ مَالَهُٓ اَخْلَدَهُۚ". Malı cem etdin, sayıyorsun, elinde muhalled mi kalacak zannediyorsun, ebedî mi kalacak zannediyorsun? Cennetin miftahı buradan satılıyor, alırsan eğer. Cehennemin derekâtı da buradan satılıyor.
Şimdi burada bir kıssa anlatıp oturuma nihâyet vereceğim, konferansa.
Böyle bir Muharrem Ayında...Bu günler bizim için, islâmlar için mübârek bir gündür, Muharrem Ayı. Bugün Cuma'da söyledim, burada gene tekrar söylemeye bilmem hâcet var mı, vakit zâten daraldı. Böyle bir Muharrem ayında, bir garîb zengin bir hacı efendiye müracaat etmiş, bir ihtiyâcını gördürmek için. Demiş ki, "Rahatsızım ilaç alacağım, param yok bana para ver" demiş. Fakat hacının da cömertliğini işiten herkes ondan istediği için hacı bıkmış vere vere, o adamı kapısından kovmuş. Kalbi kırılan o fukarâ oradan gözyaşı dökerek ayrılmış. O hacının komşusu bir mûsevîymiş. O adamın ağladığını gören komşu, o mûsevî o adamı çağırmış. Demiş, "Niye ağlıyorsun, hacı efendi seni niye kovdu evinden, kapısından?" demiş. "İhtiyacım vardı, o ihityâcımı görmek üzere hacı efendiye müracaat etdim. Fakat bir ters tarafına rast geldi adamın, beni kapısından kovdu" demiş ve boşanmış, ağlamaya başlamış. Dedi, "Ağlama. İstediğin parayla ne alacakdın sen?" Dedi, "ilaç alacakdım" dedi. "Ne kadar sana lâzım para?". "Beş dolar olsa kâfî gelecek" dedi. "O beş doları ben vereceğim sana" dedi, "üzülme" dedi, "ağlama" dedi, "ve komşunun da kusuruna bakma" dedi, "onun çok kapısını aşındırıyorlar, herkes istiyor ondan. Onun için sen ters tarafına rast geldin". O adam o beş doları aldı ve dedi ki, "Allah senin önüne bu parayı çıkarsın" dedi, "bunun mükâfâtını gör Allah'dan" dedi, duâ etdi gitdi.
Allah bahâne Allah'ıdır, bahâ Allah'ı değildir.
O gece hacı efendi bir rüyâ gördü. Kıyâmet kopdu, bütün insanlar mahşere toplandılar, ölüler dirildi, herkes mahşere toplandı. Sonra bu hacı efendi bir de bakdı ki karşısında cennet saraylarından bir saray, üzerinde hacının kendi ismi yazılı. Meselâ Muzaffer, Şeyh Muzaffer, öyle yazıyor üzerinde. O sarayın tuğlaları birisi altından birisi gümüşden, kapıları zebercedle, yakutla, zümrüdle, pırlantalarla işlenmiş. Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne şâirler hayâlle bunu söyleyebilmişler. Üzerinde Şeyh Muzaffer diye yazıyor. Şeyh Muzaffer gitdi girmek için oraya, o kapıdan içeriye, melekler çıkdı dediler ki, "Sen buraya giremezsin". "Neden? İşte benim ismim üzerinde yazılı". "Düne kadar senindi. Ama bugün ne oldu, sen kapıdan bir fukarâyı boş çevirdin, ağlatdın. Komşun mûsevî Simon o fukarâya yardım etdi, Allah şimdi o köşkü Simon'a verdi ve oradan Şeyh Muzaffer'in ismini sildiler, Simon'un ismini yazdılar, oraya koydular. "Giremezsin buraya" dediler. Gördü bunu kalkdı hacı sabahleyin, heyecan içerisinde koşdu komşusuna, Simon'a koşdu. "Aman Simon! Sen dün fukarâya kaç para verdin?". "Beş dolar verdim". "Al sana beş dolar" dedi, verdi. "Yok" dedi, "vermem beş dolara, olmaz. Ben verdim fukarâya gitdi". "On dolar". "Olmaz". "Yüz dolar". "Olmaz". "Bin dolar". "Olmaz". "On bin dolar". "Olmaz". "Yâhu on bin dolar, ne diyorsun". "Yüz bin dolar versen vermem" dedi. "Çünkü senin gördüğün köşkü ben de gördüm dün akşam" dedi. "Ben oraya girmeye hak kazandım, mü'min oldum" dedi. "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah" dedi, Simon köşke girdi, bizim köşke.
Yâ Rabbi, bizi cennetine meccânen koy. Zîrâ yapdığımız ibâdât u tâatlar senin bize vermiş olduğun bir nimetin karşılığı değildir. İbâdet ve tâat etdik diye tâatımıza güvenmiyoruz Yâ Rabbi senin ihsânına, keremine, fazlına güveniyoruz. Kalblerimiz senin sevginle, senin cemâlinin aşkıyla çarpmakda. Ve aynı zamanda celâlinden korkuyoruz Yâ Rabbi. Zîrâ bir çok insanları görüyoruz ki celâlinle tecellî etmişsin, kiminin sıhhatini almışsın, kiminin gözünü, kiminin malını, kiminin mülkünü. Her şeye kâdir olan sensin.
Yüzlerimize nûr ver. Kalbimiz nûr et. Îmânımızın nûrunu ziyâdeleştir. Gözümüze nûr ver. Sem'imize nûr ver. Önümüzü, ardımızı, sağımızı, solumuzu, üstümüzü, altımızı nûr et, Ey Nûr!
Her şeyi senden isteyeceğiz. Peygamberin ve kelîmin Mûsâ'ya dedin ki, aleyhisselâm, ona öyle söyledin Yâ Rabbi, dedin ki, "Yâ Mûsâ, eşeğinin yemi bitse, yemini benden iste" dedin. Biz de senden istiyoruz Yâ Rabbi. Kullardan istersek, kullar bize kızar. Senden istemezsek, sen bize kızarsın. Sana muhtâcız Yâ Rabbi. Her ânda, her zamanda, her mekânda gönlümüzden muhabbetini çıkarma. Lisânımızla ismini anmakdan bizi men etme. Biz densizlerden, dinsizlerden eyleme. Gönüllerimizin murâdını ihsân et. Sen istediğini istediğine verir, istediğin vakitde almak kudretine mâlik olan gene sensin Yâ Rabbi.
Bizi evladlarımızla terbiye etdirme. Bizi sen maneviyyatınla terbiye et. Zîrâ sevgili peygamberin diyor ki, "eddebenî rabbi, fe ahsene te'dîbî, rabbim beni terbiye etdi" buyuruyor. Bizi sen terbiye et Yâ Rabbi, nefs elinden halâs et.
Senden istemek için kapına geldik, ellerimizi açdık. Biz kul iken bize ilticâ edenlerin, bize el açanların elini boş çevirmeyiz. Sen pâdişahlar pâdişahısın, hâşâ senin kapına gelen boş dönmez. Bizim rûhlarımızı mü'min olarak kabz et, sâlihlere ilhâk et, nârından âzâd et, dâhil-i cennet kıl, mazhar-ı zât eyle, sıfatınla sıfatlandır, zâtınla tecellî ederek bizi âlî kıl. Seni zikretmenin tadını bize tattır. Senin isminden tatlı bir isim olamaz. Senden başka güzellik yokdur. Hepsi, her güzellik solmaya mahkûmdur. Sevilmeye lâyık sensin, mabûd sensin, mahbûb sensin Yâ Rabbi. Bizi buradan boş çevirme, duâlarımızı kabûl et.
Topraklarımıza hayırlı bereketler ver. Tüccarlarımıza hayırlı ticâretler ihsân et. Okuyan talebelerimizin zihnini aç, kendilerini muvaffak eyle. Yağmurdan, zelzeleden, istilâ-yı zâlimden hıfz u emîn et. Bize korkulu günler yaşatma. Buraya uzakdan yakından gelip, murâdât-ı hayriyyesi olan kişileri murâdına erdir. Evlad isteyenlere hayırlı evlad ver. Koca isteyene koca ver. Duâmızı kabûl et.
Lillâhi'l-Fâtiha!