28 Haziran 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Evvelâ yerin göğün sâhibi, bilinen ve bilinmeyen âlemlerin mâliki olan Allahu Teâlâ Hazretlerine hamd ü senâ ederiz. Zîrâ işte bu kudret ve azamet sâhibi olan Allah, bizleri sizlerle tekrar kavuşturdu ve buluşturdu. O'na her nefesde, O'nun verdiği nimetlere ve vermiş olduğu, bize verdiği nefes ki onunla yaşıyoruz, her nefesde, iki defa hamd etmek lâzım gelirken, nefesi verirken Allah'a hamd edersek, alırken hamd edemiyoruz. Yani yapdığımız şükürler ve hamdler azdır. Çok azdır, çok azdır.
Yapdığımız hamd ve zikirler ve ibâdetler, bize şöyle geliyor yani, gözümüzde büyüyor. Şunun gibi ki, çölde yaşayan bir a'râbî sudan, denizden, deryâdan, ummândan bî-haberdir, biraz yağmur suyu toplanmış, o suyu halîfeye götüreyim diyerek, götüren kimseye benziyoruz yani biz. Allahu Teâlâ'nın hazîneleri her taraf O'na hamd ü senâ ile dolmuş. Ama biz bir şey yapdık zannediyoruz. Bedevînin bir bardak suyu halîfeye götürdüğü gibi. Çünkü bedevî için bir bardak su yâhud bir testi su, büyük bir hazîne ve defîne gibi zannediyor onu o. Biz de, yapdığımız ibâdetler çok geliyor bize, halbuki öyle değil. Bir nefesde Allah'a iki defa hamd etmek lâzım gelirken, birini veriyoruz, birini veremiyoruz.
Vermiş olduğu nimetleri saymakla tüketemeyiz. O kadar çok nimet vermiş ki, maddî ve manevî olarak, bunları saymaya insanların ne lisânı kâfî gelir, ne kalemi kâfî gelir. Yani şöyle ifâde edebiliriz ki, denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa, rûh sâhibi mahlûkât da kâtip olsa, semâlar ve ardlar kağıt olsa, Allah'ın bize vermiş olduğu nimetleri yazmaya başlasalar, yazanlar yorulur, kâtipler, mürekkepler tükenir, kalemler biter fakat Allah'ın bize vermiş olduğu nimetlere nihâyet yokdur. "وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَاۜ ve in te'uddû nimetallahi lâ tuhsûhâ" diyor Allah Kur`ân-ı Kerîm'de. "Size vermiş olduğum nimetleri sayamazsınız" diyor, o kadar çok diyor.
Verilen nimetin kıymetini bilmiyoruz ve bize verilen nimetleri de bilemiyoruz.
Bir gözü alalım, gözün ortasındaki bulunan ince bir nokta ki, gözün bebeği diyoruz, semâdaki bulunan yıldızlar, aylar ve güneşler ve kürre-i ardda bulunan eşyâlar ve renkler bunun içine giriyor. Zerre kadar yani bir iğne ucu kadar yere. Bu gözün şükrü nedir Allah'a? Hiç düşündük mü göz nimetini? Hepimiz göz sâhibi olduğumuz hâlde, bu nimetin hiç farkında bile değiliz.
Bir et parçasını konuşturuyor. Bir sinire işittiriyor, bir kemiğe. Bu nimetleri düşündük mü hiç? Akıl verdi, bu nimeti düşündük mü? Fikir verdi, bu nimeti düşündük mü? Hâfıza verdi, bu nimeti düşündük mü? Bu nimetlere mâlik olduğumuz hâlde, bunların farkında bile değiliz. Fakîrim diyen, dünyâda hiç bir şeyim yok diyen bir kimse, ona desek ki biz, "Vücûdunun a'zâlarını her birini satar mısın?". O da satmaya kalksa, iki gözü kaça verir, o gözleri muhâfaza için verilen kapakları kaça verir, gözkapağını, o gözü tozlardan korumak için verilen kirpikleri kaça verir, koklamayı, şemmeyi kaça verir, koklamasını kaybedecek, sağ kolunu kaça verir, sol kolunu kaça verir, parmaklarını, tırnaklarını kaça verir, dudağını kaça verir, dişlerini, sağlam dişlerini kaça verir tânesini, çenesini kaça verir. Zenginmiş fakat zenginliğinin farkında değil. Öyleyse her bir nimeti için Allahu Teâlâ Hazretlerine hamd etmeliyiz. Hamd edilmek O'nun hakkı, secde olunmak O'nun hakkı, yüceltilmek, takdîs olunmak, zikrolunmak ancak O'nun hakkıdır.
Günlerde bir gün, belki anlattım ama tekrar söyleyeceğim, tâzelenirse iyi olur, günlerde bir gün Behlûl Dânâ, Hârun Reşîd'e, bu Hârun Reşîd, islamların, Abbâsîlerin en kuvvetli hükümdarı, halîfesi, dünyânın yarısına mâlik bir zât idi, "Senin mülkün bir bardak sudan başka bir şey değildir" dedi. O çok söylemiş, ben daha ufağını biliyorum. Ama ben kıssayı böyle anlatacağım, onun olduğu için.
Aklıma gelmişken bir kıssasını anlatayım, sonra geçelim. Behlûl Dânâ bir gün mezarlık kenarında dolaşıyormuş, Hârun Reşîd rast gelmiş. "Behlûl, burada ne işin var?" demiş. O da demiş ki, "Paramı çaldılar, hırsızı bekliyorum" demiş. Hârun demiş ki, "Ne malûm hırsızın buraya geleceği?". "Yok yok, en sonunda o buraya gelecek" demiş. "En nihâyet buraya gelecek, yakalarım ben, buraya gelecek o, kaçamaz" demiş.
Dedi, "Ey Halîfe, senin bütün mâlik olduğun mülkün, hilâfetin, saltanatın, bir bardak su değildir" demiş. Hârun Reşîd demiş ki, "Sen ne söylüyorsun! Benim emrim altında bu kadar denizler, deryâlar, nehirler, topraklar var, araziler var, bunlar hepsi benim mülkümdür" dedi. "Öyle ama" dedi, "bir bardak su kıymetinde bile değildir" dedi. "Ben sözümü isbât edebilirim" dedi. "Çölde kalsan ve susuz olsan, su bulamasan ve ölüm hâline gelsen, ben de senin karşına çıksam, elimde bir bardak suyla, desem ki, 'Mülkünün yarısını bana verir misin, sana bu suyu vereceğim, bir bardak suyu' desem, verir misin vermez misin". Hârun Reşîd şöyle bir düşündü ve dedi ki, "Veririm" dedi, "yarı mülküm de bana kâfî gelir zâten" dedi. "Yaa demek ki mülkünün yarısını bir bardak suya verdin, suyu içtin çıkaramadın, içeride kaldı, bir zât çıkdı dedi ki, 'Geri kalan mülkünü bana verir misin, o bir bardak suyu ben senden çıkarayım şimdi aşağıdan'. Verir misin vermez misin?" Hârun dedi ki "Veririm" dedi. "Görüyor musun?" dedi Hârun'a, işte senin koskoca mülkün, mâlik olduğun mülk bir bardak su kıymetindedir" dedi.
İşte böyle. Hepimiz aynı durumdayız. Allah'ın vermiş olduğu nimetlerin sayılarını bilmiyoruz ve Cenâb-ı Hakk'a ola ki vermiş olduğu nimet için şükretsek birine şükrediyoruz, birine edemiyoruz. Meselâ nefesi verirken şükrediyoruz, alırken şükredemiyoruz. Nâkısız yani.
Gene bir kıssası aklıma geldi. Onu da söyleyelim. Dersimize revnâk verecek. Behlûl'e gelmiş demişler ki, Behlûl çok zengin evlâdı kendisi, alâ rivâyetin Hârun Reşîd'in kardeşi diyenler de var, demişler ki, "Baban öldü, bu kadar mal sana kaldı" demişler Behlûl'e. Behlûl kabristana bağırmış, demiş ki, "Babamdan kalan malı bir kuruşa satıyorum, alan yok mu?" diye bağırmış. Oradan bir meczûb çıkmış, deli çıkmış makbereden, "Ben alırım" demiş. "Ben de sana sattım, ver kuruşu" demiş, bir kuruşa satmış. Demişler ki, "Bu kadar malı mükü sen bir kuruşa niye verdin? Dağıtsaydın hiç olmazsa" demişler. Demiş ki Behlûl Dânâ, "Yarın verilen malın hesâbını Allah kızgın sacın üzerinde soracakdır" demiş, "şunu şuna verdim, bunu buna verdim diyeceğime, kırk paraya sattım derim sacdan bu tarafa atlarım" demiş. "Zâten alan da akıllı değil" demiş, "deli aldı zâten" demiş.
Şimdi gelelim, deryâdan bir katre, topraklardan bir zerre, güneşden bir hüzme olarak, şükürlerden biraz bahsedelim.
Gözün şükrü, ibret ile bakmak ve Hakk'ı görmekledir. İbretsiz göz, sâhibinin başında gezen düşman gibidir. Nasıl ki düşmanını başında dolaştırdığın gibi, ibretsiz göz aynen bu mâhiyetde, düşmanını başında taşıyorsun. İbretli göz ve aynı zamanda üç şeyi görmek, âyât-ı âfâkiyye, âyât-ı enfüsiyye, âyât-ı elfâziyyeyi görmekledir.
Âyât-ı âfâkiyye, semâdaki yıldızları görmek, ayı görmek, güneşi görmek, dağları görmek, hayvanlar nasıl yaratıldı, denizler nasıl yaratıldı, rüzgar, toprağın eşkâli, bitimli bitimsiz topraklar, bereketli bereketsiz araziler, dağlar, dereler, tepeler, bunlar hepsi birer âyetdir. Âyât-ı enfüsiyye, vücûddaki bulunan a'zâ-yı cevârihin tedkîkâtı ve orada Hakk'ı görmek. Âyât-ı elfâziyye de kütüb-i mukaddeseyi tedkîk ve görmek.
İşte bu nimetleri bize gösterecek olan mürşidlerdir. Ama nefs-i emmâre sâhibi olan kimse bunların hiç farkında değildir. Zîrâ Cenâb-ı Allah insanları toprakdan, hayvanları toprakdan, cinnileri ve şeyâtîni ateşin özünden, melekleri de nûrdan halk etmişdir. İnsana akıl vermiş ve şehvet vermişdir. Meleklere akıl vermiş, şehvet vermemişdir. Hayvanlara akıl vermemiş, sırf şehvet vermişdir. Bir kimsenin aklı şehvetine gâlib olursa, o kimse Allah indinde meleklerden efdaldir. Bir adamın şehveti aklına gâlib gelirse, bir kimsenin, adamın demeyelim yalnız, kadınlar da var işin içerisinde, bir kimsenin şehveti aklına gâlib olursa, o kimse hayvandan daha aşağı olur. Nefs-i emmâre sâhibleri hayvanlar gibidir, yaşayışda, yemede, içmede. Fakat dalâletde, kötülükde, hayvanlardab daha ednâ ve eşnâdır.
İşte bunları bildikden sonra, nereden geldi ve nereye gidiyor ve niçin geldi ve niçin gidiyor, bu düşünme insana teveccüh etti mi, o kimse bu işleri aramaya başladı mı, nefs-i emmâreden kurtulmak yollarını tutmuşdur. Bir kimseye de, nefsini bildirmek için bir mürşid lâzımdır. Zirâ bir yola gideceğiz, o gittiğimiz yolda, yolu bilen bir adam bize önderlik yaparsa, varacağımız yere serîan ve hiç bir yere sapmadan, kısa bir yoldan vâsıl oluruz. Mürşidler insanları Allah'a götüren ve insandaki bulunan kıymetin ne olduğunu insanlara bildiren ilim sâhipleridir, ferâset sâhipleridir, irfân ve izân sâhipleridir. Bir tabîb-i hâzik gibidir.
Şöyle anlatalım onlara, bir misâl verelim. Bir yaza sabahı, bir gözü görenle bir a'mâ, bineklerine binmişler, ellerine kamçılarını almışlar, şehre gidiyorlar. Yolda giderken a'mâ elindeki kamçıyı yere düşürmüş. Kamçı değil de sopayı, kamçı yerine kullandığı sopayı yere düşürmüş. Düşürdükden sonra atından aşapı inmiş el yordamıyla arıyor sopayı. Ararken sabahın seher vaktinde bir yılan orada kıvrılmış uyuyor, onu eline geçirir a'mâ. Ve soğuk olmak münâsebetiyle hayvan kendini toparlayamaz. Eliyle bakar böyle, sopası düşdü ama eline gâyetle güzel bir kamçı geldi. Onun yılan olduğunu görmez a'mâ olduğu için. Ve atına biner. Gözü gören de ilerledikden sonra geri ddönmüş bakmış, a'mâ geride kaldı, beklemiş onu atıyla. Ve yetişmiş a'mâ gelmiş. Dedi, "Nerede kaldın?". "Sopam düşdü, sopamı ararken Allah bana güzel bir kamçı verdi" demiş, "gâyetle biçimli" demiş. Görünce gözü açık olan zât, "Aman! Senin tuttuğun şey kamçı değil, yılan, at onu elinden" demiş. A'mâ itiraz etti. Dedi ki, "Hayır. Sen çekemiyorsun, benim bulduğum kamçıyı, benim elimdem attırmak istiyorsun" dedi. "Yâhu kamçı değil, yılan! Sokacak elini senin". Dinlemedi. Dinleseydi kurtulacakdı. Dinlemedi, bir müddet sonra, yılanın beli ısındı, güneş meydana çıkdı, harâret yükseldi, yılan a'mâyı sokdu ve a'mânın ölümüne sebeb oldu.
Şimdi bu gözü açık olan kimse mürşide benziyor. Nefs-i emmâre sâhibi olanlar, a'mâ gibi, ellerindeki yılanla kamçıyı farkedemezler. Sopayı düşürse, eline yılan geçse, kamçı zanneder. Onuın için mürşide tâbi olduğu vakitde bir kimse mürşid ona nefs-i emmâresinin ne şekilde olduğunu gösterir, mir`ât ile. Eğer dinlerse mürşidi yakayı kurtarır. Dinlemezse, yılan a'mâyı soktuğu gibi, o nefs-i emmâre onu helâk eder. Nihâyet ya sehpaya çıkar, ya elektrik iskemlesine oturur veyâhud hapishânede sürünür. Ama mürşidi dinlediği vakitde, hem dünyâ hem âhiret saâdetine nâil olacağı muhakkakdır. Peygamberler ve peygamberlere nâib olan mürşidler ve âlimler, nefs-i emmâre ehline seslenirler : "Gittiğiniz yol yol değildir, tuttuğunuz da kamçı değildir, yılandır". Dinlerlerse kurtaracaklar.
Şimdi burada bir mesele var. Kimse kimseye baskı yapamaz, kimse kimseye karışamaz dedi birisi de. Şunu düşünmek lâzım gelir, şunu insâf ile düşünmek lâzım gelir. Bir a'mâ görmüyor, bir uçuruma doğru gidiyor. Gözü gören adam bunu bırakacak mı uçurumdan aşağı düşmeye bırakmayacak mı? Kendi hâline bırakmak insanlık mıdır? Bırakmamak mı insanlıkdır? Bir a'mâ uçuruma doğru gidiyor, bir zât seslendi, dedi ki, "Hey! Gitme dur, önünde uçurum var, aşağı düşeceksin". Bir tânesi söylemedi, gitti a'mânın kolundan çekdi. Bir tânesi bakdı, bakalım ne olacak nihâyeti diye ve a'mâ uçurumdan aşağı düşdü, öldü. Şimdi, bunun hangisi efdaldir. Benim kafam kazan gibi, beynimin içerisi de keçe gibi, konuşmaya çalışıyorum, kelimeleri bulamıyorum konuşduğum vakit. Hangisi efdal? Soruyorum. Uğraşsa da kurtarmaya kendini kurtaramaz fakat o adam onu uçurumdan kurtarabilir.
Şimdi, bu neye benziyor? Cemiyet kötüye gidiyor, sen ses çıkarmıyorsun. İdâreciler. Ses çıkarmıyorsun. Bakalım ne olacak. İşte a'mâyı çukura bırakan kimse gibi. Bakalım ne olacak diye bekleyenler. Beyaz zehir kullanılıyor. Şimdi bunu serbest bırakan adam, a'mâyı, uçurumdan aşağı nasıl düşecek diye, gözleyen kimse gibidir. Seslenen, âlimlerdir. "Yapmayın, etmeyin, iyi değildir" filan. Fakat men edemez. Tutan da, gitmeyeceksin diye tutan da böyle, idârecilerdir. Bu yalnız Amerika'ya teşmîl değil, bütün dünyaya, cihâna teşmîl olan bir hâdiseyi anlatıyorum ben. Allah o kimselere ki idâreyi onların eline verdi, onlar vazîfelerini idrâk edip, halkı kötülükden men etmezlerse, hâlleri çok vahîm olacakdır
Şimdi, nefs-i emmâre sâhiplerinin sıfatlarını sayacağız. Ve onların uçuruma doğru gittiğini, gözlerinin görmediğini, ellerine yılan alıp kamçı zannettiklerini kendilerine anlatacağız. Herkes bundan bir ibret alacak. Nefs-i emmâre sâhipleri a'mâ gibidir, ayaklarını nereye attıklarını ve nereye gittiklerini bilmezler. Çirkini güzel diye alırlar. Zehiri şifâ diye yutarlar. İşte kamçı diye yılanı eline alır, helâk olur. Sıfatları şudur. Bunlar yer, içer, mal biriktirir, mal cem eder ve emellerine hizmet ederler. Hayâl peşinde koşarlar. Yani iki şeye hizmet ediyor, birisi kitchen (mutfak), birisi bedroom (yatakodası). Ne Allah'ın verdiği nimetden haberi vardır, ne kendinin sâhip olduğu nimetden haberi vardır ve ne öleceğinden haberi vardır, ne bu âlemden sonraki ebedî âlemden haberi vardır, ancak hayat bunu bilir ve hayvanlar gibi yer, içer, hiç hayvandan farkı yokdur. Kibirli olurlar, hiç kimseye tevâzuları yokdur, kendilerini beğenirler. İnsanlara fenâlık yapmakdan hoşlanırlar. Hattâ gafletle ibâdet dahi etse, kendi ibâdetine güvenir ona dayanır, Allah'a güvenmez. Hâsid olurlar. Gammaz olurlar. Bunu bir zevk zanneder, bunu bir vazîfe zanneder, bunu bir iş zanneder. Malına güvenir, mal cem eder. Gadab sâhibidir. Bir fiske vursan, sana kroşe çıkarır, burnuna. Hakk'a çağırsan, seni azarlar ve seni öldürmeye kalkar. Hak diyen ağzı kırmaya çalışır. Adâlet isteyeni susturmaya çalışır. Şimdi bu zât, "Ey çukura doğru gidiyorsun a'mâ!" diye bağırana kulak vermezse, helâk olur. Eğer "Çukura gidiyorsun, helâk olursun" diyene kulak verirse, ona teslîm olursa, o ne yapar bunu, ıslâha başlar, terbiye etmeye başlar ve tedâviye başlar.
Şimdi burada mürşid bir doktor gibidir. Hasta da işte nefs-i emmâre sâhibidir, hastalığı nefs-i emmâredir. Buna ilaç verir. İlaç yerine ezkâr yani Allah'ın isimlerini, Allah'ı tevhîd etmeyi öğretir. Yapdığı işin kötülük olduğunu anladı mı, o tevhîd ki tevhîd bir kılıç gibidir, nefs-i emmâre de yılan gibidir, yani kobra yılanı gibidir, onun üzerine "Lâilâheillallah" diyerek o nefs-i emmâre yılanının kafasını ezmeye başlar. Kolay kolay ölmez. Zâten ölmek murâd değildir, ıslâh murâddır. Zîrâ nefsini bilen Allah'ı bilir. İlk dersi buradan verir. Eskiden yapdığı günahları iftiharla anlatan kimse, bu sefer utanmaya başlar. Mürşidin sözünü tuttu, tevhîde devâm ettiyse. Sıkılmaya başlar, eski yapdıkları saymaz. Ama nefs-i emmâre sâhibi, "Ben vaktiyle filancanın zorla ırzına geçdim, şöyle içkiyi içdim, bu kadar kumar oynadım, parayı kaybettim yâhud kazandım, bana biri bir vurmuşdu, ona öyle bir dayak attım ki dişlerini dökdüm eline verdim" der.
Mürşidinin sözünü dinledi, tevhîde başladı, kötülükleri terketmeye başladı mı, Allah ona manevî makâmlardan bir makâm gösterir. Gördüğü manâsını, rüyâsını mürşidine anlatır yâhud mürşid onun hakkında bir rüyâ görür, emir alır Allah tarafından ve onun ilacını değiştirir. Esmâsını değiştirir yani. Şimdi, makâm-ı levvâmeye çıkar. Gene unutur, eski günlerini hatırlar, gene fenâlık yapabilir. Fenâlık gene yapar çünkü huy canın altındadır, bir türlü ondan vazgeçemez, tekrar dönebilir. İçkiyi terkettiyse içkiye, zinâyı terkettiyse zinâya, kumarı terkettiyse kumara dönebilir. Unutur, döner fakat günahı işledikden sonra aklı başına gelir, bu sefer nâdim olur. Nefsi ölmemişdir, nefs sıfatını değiştirmişdir. Başlar nâdim olmaya, kendini levm etmeye, "Niye ben bunu yapdım!", "Utanmadım mı bunu yapmaya!", "Yakışdı mı sana!", kendi kendine konuşur.
Evet, bu seyirde, bu yolculukda, evvelâ Allah'a güvenmek lâzımdır, Allah'dan yardım beklemek lâzımdır.
Bir mürîd dedi ki şeyhine, "Otuz senedir senin yanında bulunuyorum, bana bir çok ilimler, bir çok âlemler yaşattın. Artık beni bırak gideyim memleketime, çoluğumun çocuğumun yanına, orada bildiklerimi halka öğreteyim". Şeyh dedi ki mürîdine, "Seni imtihan edeceğim. Bu imtihanım ne Kur`ân'dan ne Hadîs'den olacak ama bunların semeresi, meyvası olacak. Onun için aklını başına topla, soracağım soruya cevap ver. Şimdiye kadar benim yanımda kaldın ne öğrendin benden?" dedi. "Dört şey öğrendim" dedi. Şeyh kaşlarını çattı ve dedi ki, "Eyvaaah! Ne büyük bir musîbetdir ki, otuz sene sen benim rahle-i tedrîsimde otur, huzûrumda bulun, dört şey öğren, bu bir felâketdir, bir musîbetdir. İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn. Nedir öğrendiklerin?" dedi.
"Anlatayım" dedi, "Bakdım kâinâta herkesin bir yâri ve dostu, bir ahbâbı var. Fakat bu ahbâblıklar, bu dostluklar, zamanla değişmekde. Kimisi zenginken başında dostları var, zenginliği, serveti elinden çıkdı mı, dostları onu terketdiler. Kimisi âmir, memûr, yüksek makâmlarda bulunuyor, vaktâ ki tekâüd oluyor, elinden kudret çıkıyor, onun dostları ona ne yapdılar, sırt çeviriyorlar. Bir kimse güzelken, bir kadın güzelken, onun dostu çok ama biraz çirkinleşdi mi dostları onu terkediyorlar. Bir güzel erkek, genç bir erkek, onun dostları çok ama ihtiyarladı mı onu terkediyorlar. Kimisi hastalığa kadar ona dost oluyor, hastalandı mı onu terkediyor. En samîmî dost şunu gördüm, öldü, ahbâbını götürdü kabre koydu ve onun hakkında Allahu Teâlâ Hazretlerine istiğfâr etdi, Allah'dan afv diledi. Ondan daha ileri bir dostluk görmedim. Çünkü hiç kimse kabirden içeri girmiyor, sevdiği ile beraber yatmıyor. Ben dedim ki ben bir dost bulayım, hayâtım boyunca benimle beraber olsun, öldükden sonra kabirde benimle beraber olsun, kabirden kalkdıkdan sonra mahşerde benimle beraber olsun ve huzûrullaha vardığım vakitde, o dost benden ayrılmasın. Bir dost buldum kendime, bu da a'mâl-i sâliha" diyor. "Yani nefs-i emmâremi ıslâh etdim, a'mâl-i sâlihaya yapışdım. Öyle bir dost ki ne kabirde, ne mahşerde, ne huzûrullahda beni terkeder" dedi. "Çirkin ameller de gene insanı kabirde, kabirden sonra onu bırakmaz, huzûrullaha kadar. Bir yılandır o, boynuna sarılmışdır. Hattâ ondan kurtarmak ister kendisini, uğraşır çıkarmak için. Der ki, "Beni sen niye boynundan çıkarmaya uğraşıyorsun, benden kurtulmaya çalışıyorsun, dünyada beni sen hep işlerdin. Beni sen bu hâle getirdin. O da huzûrullaha kadar o şekilde kötülükle beraber gider. Onun için fenâlığı terketdim, yılanı terketdim, fenâlığı bırakdım, atdım. Allah bahçelerinden güzel güzel güller derledim, topladım" dedi. "Bir de şunu öğrendim" dedi. "Dünyâda yaşayacağın kadar dünyaya çalış. Âhiretde, ebedî âlemde kalacağın kadar, onun için çalış. Allah'a muhtâc olduğun kadar Allah'a ibâdet et. Ateşe tahammül edeceğin kadar günah işle. Bunları öğrendim senden" deyince, şeyh dedi ki, "İmtihana hâcet kalmadı" dedi. "Allah'a kasem ederim ki, ben Tevrat'ı ve Zebur'u ve İncil'i okudum ve Kur`ân'ı okudum, dördünün de manâsı bundan başka bir şey değil" dedi.
Evet, bir duâ edelim, o duâdan sonra dersimize nihâyet verelim.
Yâ Rabbi, bize nefsimize gâlib olmak kudretini ver. Kötü huylarımızı iyi ahlâklara tebdîl et. Dillerimizle senin ismini zikrediyoruz,gönüllerimize de sana karşı sevgi, muhabbet, aşk ver Yâ Rabbi. Bizi iyi insanlarla cem et, kötülerle buluşdurma. Kötüleri de iyi et Yâ Rabbi, her şeye kâdir sensin. Bize semâdan bereketlerini ihsân et. Topraklarımıza bereket ver. Evladlarımızın gönüllerini nûrun ile nûrlandır. Evladlarımızın gönüllerini senin aşkınla sürûrlandır. Kuldan hatâ, senden atâ, günahlarımızı affet ve setret. Yapdığımız ayıpları ortaya koyup bizi rezîl rüsvây etme. Üzerimize kaldıramayacağımız yükleri yükleme. Evladlarımızın gönüllerini dînine çevir. Zîrâ dînsiz gönüllerde hiç rahatlık yokdur. Kim ki senin dîninle dînlenir, o kimse dinlenir, rahata kavuşur, felâha erişir. Sen kapına gelenleri kapından boş çevirmezsin. Sana seslenenleri boş çevirmezsin. Allah diyenin hiç bir zaman mahrûm kaldığı görülmemişdir. Gönüllerimizin murâdına bizi nâil kıl ve hayırlı murâdlarımızı bize ihsân et. Çünkü istediğimizin bizim hakkımızda hayırlı olup olmadığını biz bilemiyoruz. Bize hayırlar ver, şerlerden koru. âsileri ve günahkârları da ıslâh et, insân et. Zâhirlerimizi insân etdiğin gibi içimizi de insân et. Kalbimizden senin muhabbetinden gayrısını çıkar. Gönlümüzü aşkınla süsle. Senin haşyetine, sana olan muhabbetle dökülen gözyaşları hürmetine. Ve tâ-be-seher, seherlere kadar "Allah Allah" diyenler, "Lâilâheillallah" diyenler, sana seslenenler hürmetine, bizleri buradan boş çevirme. Bizi sevdiğin için bizi hânene, evine aldın. Zîrâ sen istediğini dalâlete, istediğini hidâyete erdirirsin. Her emrinde gâlib sensin. Her umûrunda hakîm sensin. İstediğini istediğine verirsin. İstediğini istediğinden alırsın. Azîzleri zelîl, zelîlleri azîz edersin. Pâdişahları gedâ, gedâları pâdişah edersin. Bir katre sudan bizleri halk etdin, bize insân elbisesi giydirdin, sana nasıl şükredelim, nasıl hamd edelim, hangi lisânla bunu ifâde edelim Yâ Rabbi. Noksanımızı ifâde etdik. Duâlarımızı kabûl et. Hânelerimize muhabbet ver. Karı koca arasında bulunan ihtilâfâtı gider, günden güne birbirlerine muhabbetlerini ziyâde, itâatlarını günden güne ziyâde, ihsânlarını günden güne ziyâde eyle Yâ Rabbi. Bizi korkunç hastalıklardan koru. Hele bâhusûs akıl nimetimizi elimizden alma. Hânelerimize bereket ihsân et. Sübhane rabbike rabbi'l-izzeti ammâ yasifûn, ve selâmün ale'l-mürselîn, ve âlihim ve'l-hamdü lillahi rabbi'l-âlemîn. Kabûl-i niyâz, el-Fâtiha!
Dersi yarıda kesdim çünkü vakit dolmuş. Hasta olmama rağmen, rahatsız olmama rağmen, Allah gayret verdi ve o gayretle size bir şeyler söylemeye çalışdım. Noksanımı görmeyin. Noksanımı görmeyenin Allah noksanını görmesin.
www.muzafferozak.com