Nûh Peygamber Kıssası - Sohbet - 6 Mayıs 1983 ABD

3 Kasım 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Dua

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Amerika'daki bir sohbetlerinde buyurdular ki:

Bundan evvelki haftalarımızda bahsetmiş olduğumuz hayat köprüsü, gene onun üzerinde duracağız. Ve bugün de artık son yani dördüncü hafta oluyor, inşâallah Pazar günü ben vatanıma döneceğim. Tekrar sizinle kavuşmak üzere Cenâb-ı Hakk'a ilticâ ediyorum, niyâz ediyorum. Bi's-sıhhati ve'l-âfiye Allahu Teâlâ tekrar bizleri kavuşdursun ve birbirimizden hoşnud ve razı kılsın. 
İşte bu âleme gelen, yani dünyâ âlemine gelen kişi, kendi istek ve arzusuyla gelmez. Öyle demişdik gene öyle söylüyoruz. Bu âleme gelen kişi kendi istek ve arzusuyla gelmez fakat bir bahr-ı ummâna düşmüş gibi olur. Ve bu bahr-ı ummânın içerisinde büyük bir gemi vardır ve onun bir kaptanı vardır ve tâifeleri vardır. Bu denize düşenlere o zât seslenir, "Gelin gemime binin, canınızı helâk olmakdan kurtarın". Ve ip atar aşağı doğru, ip atar, o ipe kim tutunursa, o gemiye kim ilticâ ederse canını garkdan kurtarır, selâmete vâsıl olur. 

Şimdi, deniz, hayât mücâdelesi, bu âleme misâldir. Gemi de dîn gemisidir. Ve içerisindeki bulunan kaptan da ve tâifeler de peygamberlerdir. Ve atılan ip de mukaddes kitâblardır yani İncil, Tevrat, Zebur, Kur`ân ve sâir suhuflardır. Her kim bu kitâba tutunursa, o gemiye binerse, canını gark olmakdan kurtarır. Kitâb-ı mukaddes'e tutunmayanlar, dîn gemisine girmeyenler mutlakâ helâke mahkûm olurlar. 
Zâten Nûh aleyhisselâmın tûfânı ve gemiye halkın ilticâsı da bunu göstermekdedir. Nûh Peygamber'e tâbi olanlar nasıl kurtuldularsa, işte peygamberlere tâbi olanlar, Nûh'un gemisine binmiş gibidir. Nûh'un gemisi bir mecazdır, esası vardır ama, her peygamberin dîni bir gemi gibidir, oraya kim sığınırsa kendi canını helâkden kurtarır. Onun misâlini vermekdedir. Hayâtı da denize benzetmişdik, korkunç bir deniz yani. Hased, kibir, gadab, hubb-ı câh, hubb-ı mâl, riyâ, sum'a, yalan dolan, bunlar da işte o denizin dalgaları gibidir. Çünkü bu âleme gelen mutlakâ bunların içine düşmekdedir. 
Biliyorsunuz bütün kitâblarda yani Tevrat'da olsun, Zebur'da olsun, ve İncil'de ve Kur`ân'da olsun Nûh'un kıssası vardır, Nûh aleyhisselâmın kıssası. Kur`ân'da bunu haber vermekde. Zâten Kur`ân-ı Kerîm dört kitâbın özü ve Allah'ın şeksiz ve şübhesiz sözüdür. Nûh Peygamber 950 sene peygamberlik yapdı. O vakit ömürler uzundu. Kitâb-ı mukaddesin söylediğine göre, Kur`ân-ı Kerîm'in haber verdiğine göre böyle. 
İsmi Nûh değildir onun, nevhadan Nûh demişlerdir, nevha kelimesinden. Çünkü bir gün bir köpek görmüş, köpek uyuz, onu görünce peygamber, eteklerini toplamış, sürtünmesin üzerine diye, o köpek lisâna gelmiş, demiş ki, "Yâ Nûh, nakşı mı beğenmedin, nakkâşı mı?" demiş. "Nakkâş Allah, nakış ise benim uyuzumdur" demiş. "Allah verdi bu derdi bana" demiş. Bunu söyleyince, peygamber ağlamaya başlamış. Onun için nevhadan geliyor Nûh ismi, dâimâ ağlar idi mübârek nebî. Çünkü sanatkârın nakşını beğenmemek sanatkârı beğenmemekdir. Allah'ın mahlûkunu beğenmemek de, Allah'ı beğenmemekdir. 
Evet, Nûh aleyhisselâm 950 sene halkı davet etdi dîne, fakat gâyetle az bir insan Hazret-i Nûh'a îmân etdi. Hattâ kendi evladlarından bir tânesi de îmân etmedi. Yani Allah'a ve Peygamber'e îmân etmedi. Kendi evladı olduğu hâlde, sulbünden geldiği hâlde. Zîrâ Allah'a îmân ve Allah'ı sevmek, Allah'a muhabbet, Allah tarafından insanlara verilen bir tâcdır, her kafaya bunu Allah lâyık görmez. Kimin ki kalbi Allah aşkıyla atıyor, Allah'ı seviyor, bilsin ki Allah tarafından onun başına muhabbet tâcı giydirilmişdir. 
İçimizde bir şübhe var, "Allah bizi seviyor mu?" diye. Nasıl anlayacağız bunu. Eğer biz Allah'ı seviyorsak, bilsin ki Allah bizi sevmekdedir. O kişi bilmeli ki Allah onu sevmekdedir. Nakşa bakarak Cenâb-ı Hakk'ı sevmeye, Allah'ın bize verdiği nimetleri görerek, Allah'ı sevmeye gayret etmeliyiz ki, Allah'ın muhabbetini celbedelim. Vücûd kitâbını okumalı, Allah'ın verdiği nimetleri görmeli. Çünkü bizler, insanoğulları, denizdeki bulunan balığa benzer. Balığın etrâfını su kaplamışdır, fakat balığın sudan haberi yokdur. Allah'ın nimetleri bizim her tarafımızı çevirmişdir, bizim bu nimetlerden haberimiz yokdur. Ancak nebîler, peygamberler, bize bu nimeti hatırlatırlar. 
Bak düşünelim şimdi. Semâ üzerimize nasıl direksiz kaldırılmış. Ard yani toprak altımıza nasıl döşenmiş ve nasıl münbitleşdirilmiş. Yağan yağmurlar, yağan karlar, rüzgarlar, güneşin açılması, ilkbahar, sonbahar, yaz, kış, bunların bütün bu hâle gelmesi, senin ve benim kursağıma inecek bir lokma ekmeği hazırlamakdadır. Bir tek üzüm tânesi 365 günde meydana gelmekde, yağan yağmurlar, doğan güneş, güneşin harareti, toprağın münbit olması, vermesi, bu 365 günde meydana gelir, bir tek üzüm tânesi. Bunu nasıl isrâf edebilirsin! Bu verilen nimet de tesâdüfî olarak verilmiyor ki, hepsi tanzim edilmiş. Bir tencere farzet, bir kazan farzet bir bahçeyi. O bahçenin bahçıvanını da bir aşçıbaşı farzet. Bahçeyi ekmesi, sulaması, güneşin harârareti aynı olduğu hâlde, tencerede pişen yeme ayrı ayrı oluyor, kimi acı, kimi tatlı, kimi ekşi, kimi lezzetli, kimi lezzetsiz, kimi şifâ, kimi zehir, hepsi aynı tencerede kaynamakda. Tesâdüfî mi halk olundu? Hâyır, hâşâ! Hep tanzim olunmuş, hepsi hesâblı başdan aşağı. İnsanoğlu da öyle, başıboş mu bırakıldı? "اَيَحْسَبُ الْاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًىۜ e yahsebü'l-insânü en yütrake südâ", insan başıboş mu halk olundu? Ne dünyâda, ne ölüm hâlinde, ne kabir âleminde, ne mahşer âleminde, başıboş bırakılmadı. 
Bir makina düşün, bu makina bir ot yiyor, o makina et yapıyor, süt yapıyor, bir de necâset yapıyor, ayırıyor. Etini yiyoruz, sütünü içiyoruz, necâsetini bir tarafa ayırıyoruz. Bu makinadan murâdım bir hayvandır, bir ineği farzet, gözönüne getir. Bu hayvanın bazısına biniyoruz, bazısının sütünü içiyoruz, bazısının etini yiyoruz, bazısının derisinden istifâde ediyoruz, bazısının kemiğinden ve sâir a'zâlarından istifâdelerimiz var. Kendi kendine olmadı bu iş. Meselâ aslanı alıp da arabaya koşamıyoruz. Yâhud kaplanı, yâhud parsı. Yâhud filin kıçına bir araba takılmıyor. Yâhud tarlaya götürüp tarlayı süremiyoruz. Ama sığırı yâhud atı, katırı yâhud merkebi götürüyoruz tarlayı da sürebiliyoruz, üstüne de binebiliyoruz. O da hayvan, bu da hayvan. Neden, niçin böyle oluyor bu? Neden? 
Hattâ evliyâullahdan birisi, kerâmetini izhâr etmek için aslana binmiş, eline de bir yılanı kamçı yapmış, şehre gelmiş böyle. Diğer bir velî onu görüyor, diyor ki, "A zâlim, bu aslanı Allah binilmek için halk etmedi, yılanı da kamçı olarak kullanmak için halk etmedi" diyor. "İn aslandan aşağı" diyor. O kerâmet gösteriyor, aslanla geliyor. Çünkü Allah'a kim itâat ederse, mutî olursa, bütün mahlûkât ona mutî olur, onu gösteriyor. 
Peki mahlûkât niye halk olundu? İnsanlarda bulunan amelin remzi olarak Allah bunları halkeyledi. Bir adam görüyorsun zâhiren adam, içinde kobra yılanı var. Hep kobra yılanının yapdığı işi yapıyor, halkı zehirliyor, vuruyor. Bir insan görüyorsun insan şeklinde gâyet güzel ama içinde bir akrep var, herkesi sokuyor. Onun misâlini gösteriyor Cenâb-ı Hakk bu hayvanları halk etmekle. Gene böyle bir insan görüyorsun, içinde bir tavuskuşu var. Kibirli yani. Fakat alt tarafı çirkin, ayakları. Düşünecek olursa nereden geldiğin, ana rahmine nereden geldiğini kibirlenmmesi lâzım gelecek. Düşünemiyor onu. Zâhirde insan hakîkatde hayvan. Her bir insan bir hayvanın remzi. Kim ki insandır, o vakit nefsini, amelini insan etmişdir, içi insan, dışı insan olmuşdur. İşte bütün bunlar, bu musîbet deryâsına düşenlerin hâllerini göstermekde, yani bu âleme gelenlerin. 
Nefes verip alıyorsun, nefesi verdin, alamadın ne olacak? Aldın veremedin ne olacak, verdin alamadın ne olacak? 
Uykuyu alalım elimize, uyku ölümün bir remzi. Akşamdan yatıyorsun, sabahleyin kalkıyorsun yağmur yağmış, kar yağmış, fırtına olmuş haberin yok hiç. Gene sevgilimiz yatıyor orada, sevdiğimiz, annemiz, babamız, sevgilimiz, âilemiz, karımız, kızımız, çocuklarımız yatıyor, diyoruz ki, "Gündüz bu yoruldu, şimdi istirahat ediyor". Halbuki o korkunç bir rüyâ görüyor, uykudan uyanmak istiyor ama uyanamıyor. Peki bu neye remz bu? Zâhirde biz görüyoruz, o rahat ediyor, istirahat ediyor, dineleniyor ama hakîkatde o azâb görmekde, uyku içerisinde. Yâhud güzel bir rüyâ görüyor, ters tarafını alalım. Bu neye benziyor bu? Kabristanlara gidiyoruz, bakıyoruz, zannediyoruz ki orada ölenler rahata kavuşdular. Öyle değil! İşte uykudaki insan gibi onlar, kimisi azâbda, kimi rahmetde. Onun misâlini gösteriyor uyku sana, rüyâ. 
Hayât verdi, gündüz çalışmak için kuvvet verdi, akıl, idrâk verdi. Gece istirahat için uyku verdi. Ve bize nimetler hazırladı. Meselâ bizi dünyâ âleminde elli sene, altmış sene, yetmiş sene bütün nimetlerine Allah gark etdi. Peki bu nimetleri veren Allah'ı sevmeyecek miyiz, O'nu tanımayacak mıyız yani? "Ben ne bileyim Allah var mı yok mu?", bunu söylüyor. Peygamberlere söylemişler, "Ben akıllı bir insanım, var olsa kendisini göreceğim ben, nerededir bu" diyenler var, ahmaklar. "Ama benim aklım ermiyor". Senin aklın neye erecek, senin aklın ancak ata benzer, denizin kenarına vardı mı ileri doğru gitmez, kalır orada o. 
Şimdi kulağını benden yana ver bakayım. Dünyâda ne görüyorsak, nebâtât olsun, hayvânât olsun, insanlar olsun ve sâir şeyler olsun, aklı olan insan, dört soru sorması lâzım. Birincisi neden yapıldı? İkincisi ne şekilde yapıldı? Üçüncüsü niçin yapıldı? Dördüncüsü kim yapdı? Meselâ şu bardağı alalım yâhud şu gülâbdanlığı alalım. Neden yapılmış bu? Madenden yapılmış. Pekala ne şekilde yapılmış? Muhtelif dılılardan yapılmış. Peki niçin yapılmış? İçine bunun gülsuyu konulacak ve insanların eline bundan dökülecek, istifâde edilecek. Kim yapmış? Bilmiyoruz, bir usta yapmış bunu. Mâdem ki eser meydanda var, yapanıu görmesek de, mutlaka bunun bir yapanı olduğunu düşünmemiz lâzım gelecek ve teslîm olmamız lâzım gelecek. "Efendim bu madenden yapılmış, muhtelifü'l-edla' yani muhtelif dılı'larla yapılmış". Evet. "İçine gülsüyu da konuluyor, dökülüyor". Evet. "Ama ben bunu yapan ustayı görmediğim için bunu yapan yok, kendi kendine olmuş" diyen adama ne dersiniz siz. Soruyorum. Ne dersiniz? Ahmak denir ona. Mâdem ki ben varım beni halk eden var. "Efendim beni halk eden annem babam". Ona secde et öyleyse. Acaba yumurta mı tavukdan çıkdı, tavuk mu yumurtadan çıkdı? Hangisi? Haydi! Bu kâinâtı görüp "kendi kendine oldu" diyen adama deli derler. "Bu kâinât kendi kendine oldu" diyen adam, bu bardağı görüp de, "kendi kendine oldu" diyen adamdan yüz bin defa daha delidir hem de.

Efendi Hazretleri dinleyiciler arasında rehâvete kapılanlar, uyuklayanlar olduğunu görünce buyurdular ki :

Uyuma! İleride çok uyuyacaksın. O gün gelmeden uyuma biraz. Benim sözlerim sana ninni gibi gelmesin. Yakın bir zamanda gözlerin faltaşı gibi açılır sonra, dışarı çıkar. "لِيَوْمٍ تَشْخَصُ ف۪يهِ الْاَبْصَارُۙ li yevmin teşhasu fîh'il-ebsâr".

Demek ki Hakk Teâlâ'nın nice nimetlerini görünce  Allah'ı sevmemiz lâzım gelecek, ve Cenâb-ı Hakk'ı tasdîk edeceğiz ve seveceğiz. Ama Nûh Peygamber'in kavmi, biz oraya gelelim şimdi, Nûh Peygamber'in kavmi bir türlü akıl erdiremediler bu işe. Ve Peygamber'le mücâdele, muhârebe etdiler. Çünkü insanlar, Allah diyenlerin çenesini taşla kırmaya, Hakk diyenlerin ağzını burnunu dağıtmaya azmetmişlerdi. İnsan sûretindeki hayvanlar. Mücâdele devam ediyor. Neden? Peygamber diyor ki, "Sizin zâhiriniz insan, sizin bâtınınızı da insan edeceğim". "Hayır" diyor onlar, "biz insan olmak istemiyoruz". Tâ Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi veselleme gelinceye kadar, Peygamberimiz de dahil, peygamberlere kan kusdurdular. Yani din böyle bedava mîrâs gibi mi geldi zannediyorsun sen? Öyle değil. O Allah'a inananları, Îsâ'ya inananları, getirirlerdi arenalara dolduruyorlardı, hep biliyorsunuz, aslanlara kaplanlara parçalatıyorlardı onları. Sonra Ashâb-ı Uhdud'u bilmiyor musun? Ashâb-ı Uhdud, böyle hendekler kazarlar, ateşler yakarlar, mü'minleri onun içinde yakarlardı. Götürür atarlardı mü'minleri, Allah'a inananları. Mûsâ Peygamber'e îmân edenleri Firavun ne yapıyordu? 
Ama Firavun'a da pek kabahat bulmayalım yani. Neden diye sorarsan, bir ordusu vardı, hazînesi vardı, askeri vardı, vatanı vardı, memleketi vardı, Firavunluk yapıyordu. Öyle Firavunlar gördük ki on parası yok gene Firavun herif, ordusu yok gene Firavun. Ötekinin hiç olmazsa ordusu vardı, hazînesi vardı filan. Bizim Firavunların hazînesi yok, askeri yok gene Firavun. Firavun'dan daha eşedd. Eğer maâzallah bunlar Firavun olsalardı, onları kat kat geçeceklerdi. 
Dîn de bedava gelmedi böyle babadan kalma. Bir kalb dinlenirse eğer, yani din sâhibi olursa, dinlenir. Din sâhibi olmazsa, dinlenemez o. Yaaa! Bütün dünyâ onun olsa gamı bitmez nedendir bu? Başı felâha, râhat, safâya kavuşmaz. Dâimâ içerisindeki sıkıntılar onu boğmakdadır. Ama Allah'a inanlar, dinlenenler, dinlenirler. Zengin olsun, fakir olsun, râhat ve safâdadırlar. Ama hakkıyla îmân edenler. Îmân etdik deyip de îmân etmeyenler müstesnâ. Dışarısı müslüman, içerisi kâfir. O vakit münâfık o zâten. O hiç râhata kavuşamaz o. Şu gülün kokusunda Hakk'ı bulursa, şu gülün güzelliğinde Allah'ı bulursa, o vakit dinlenecek mutlakâ. kenefin kokusuyla gülün kokusunu ayırmayan dinlebilir mi? Dinlenemez tabii. 
Evet, biz gelelim Nûh Peygamber'e gene. 950 sene halkı davet etdi ve Peygamber'in ciğerleri rahatsız oldu. Çünkü Peygamber'e yapmadıkları hakâret kalmadı. Hazret-i Îsâ'yı çarmıha germeye kalkdılar. Hazret-i Mûsâ'nın başına gelen felâketler, kendi kavmi tarafından. Hazret-i Muhammed'e kendi kavmi tarafından yapılan cefâlar. Ebû Cehiller, UIbeyy ibn Halefler tarafından yapılan eziyet ve cefâlar. Hepsi böyle. Yirmi sekiz peygamberi Allah Kur`ân'da zikrediyor. Halbuki peygamberlerin yekûnü iki yüz yirmi dört bindir. Allah hepsini zikretse, telefon rehberi gibi olur, kimse içinden çıkamazdı. Yirmi sekiz tânesi kâfî geldi. Bırak Firavun'u sen, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm kendi kavmi tarafından sûikasda uğradı. Yaaa! Onun da kıssaı ayrı, şimdi anlatsak vakit geçecek. Zâten aldı yürüdü vakit, sizi fazla oyalamayalım burada. 

O hâle getirdiler ki, yaşlılar çocukları getiriyorlar, Nûh'u gösteriyorlar, diyorlar ki, "Bu adam sehhârdır, buna îmân etmeyeceksiniz". Çocuklarına tenbîh ediyorlar, "Sakın hâ! Buna îmân etmeyin hâ!". Sonra bir gün yaşlı bir adam geldi, elinde asâ ile, yanında da genç bir çocuk vardı. Dedi ki torununa, "Bu adamı görüyor musun, buna îmân etmeyeceksin!". "Peki dede senin rızânı almak için ben ne yapayım?". "Al bu asâyı bunun kafasına vur". Çocuk aldı asâyı, Nûh'un kafasına vurdu asâyı, patladı Nûh'un başı, kanlar yukarıdan aşağı akdı ve sakallarından aşağı damladı. 950 sene, tam dokuz yüz elli sene. Nûh elini açdı, dedi ki Allah'a, "Yâ Rabbi, bu kavim bana îmân eder mi? Ben bunu bilmiyorum, sen biliyorsun ilmullah ile. Allah haber verdi, "Îmân etmezler". Bakın Peygamber'in sabrına. "Peki" dedi, "sulblerinden gelecek olan çocukları da bana îmân etmez mi Yâ Rabbi?". Allah dedi ki, "Yâ Nûh, onlar da îmân etmeyecekler". 
Bak peygamberler ne kadar merhametli ve şefkatli ki Allah'ın rahmet sıfatının tecellîyâtı peygamberlerden zâhir olur. Ve onlara vâris olan evliyâullah da öyledir, sabrederler sonuna kadar. Her şeyin nihâyetine kadar sabır. Musîbete sabır, ibâdete sabır, düşmanın yapdığı eziyet ve cefâya sabır. Ve Cenâb-ı Hakk öyle deyince o vakit ellerini kaldırdı, dedi, "Yâ Rabbi bu kavmi helâk et". O vakit Cenâb-ı Hakk dedi ki, onları hakka çağırma artık, fesna'il-fülk, gemi yap" dedi. Gemi yapılmamış o vakte kadar, gemi yok. Nasıl yapacak? Cenâb-ı Hakk dedi ki, "Martı yâhud ördek nasıl suda yüzüyor, ördeğin şeklinde bir gemi yap, bir yapı yap, ona benzet" dedi. "Gemiyi yap ve benim emrime muntazır ol. Senin ekmek pişirdiğin tandır var, tandırın içinde su çıkdı mı, o vakit gemiye bin". 
Ve Nûh Peygamber kolları sıvadı ve ağaç kesdi ve ördek şeklinde yâhud martı şeklinde bir binâ yapmaya başladı. Ve kavmini artık Allah'a çağırmıyor. Bitdi, halat kesildi yani ip kopdu. Bu âlemde de buna remz var. Peygamberlere vekil olan âlimler, sizi Allah'a çağıranlar ölüm ânına kadar çağırırlar. Ölüm ânı geldi mi o vakit o iş bitmişdir. Gemi yapma emri gelmişdir. O gemi de tabutdur. Ondan sonra keserler, bir daha çağırmazlar. Bitdi iş, tamam 
Bu sefer geliyorlar, Peygamber'e takılıyorlar, "Peygamberdin marangoz mu oldun". Taş atıyorlar bu sefer karşıdan. "Yâhu elimi çekdim sizden, benden ne istiyorsunuz?". Gene geliyorlar. Büyük bir gemi meydana geldi. Dediler ki Nûh'un yapdığı bu binâya biz gidelim pisleyelim, orayı kirletelim. Başladılar akın akın gelip gemiyi pislemeye. Fakat Cenâb-ı Allah onlara bir cezâ verdi, hepsi uyuz oldular başladılar kaşınmaya. Gemiyi kirletdiler iyicene ama uyuz oldular kaşınıyorlar bütün gün korkunç şekilde. Bir tânesi o uyuz hâliyle  gene gitdi gemiyi kirletmeye. Ayağı kaydı, pisliğe düşdü. O uyuzun üzerine pislik bulaşınca, kaşıntı durdu. Durunca bu sefer aldı üstüne sürdü, bakdı kaşıntı duruyor. Başladı sürmeye üstüne başına filan. Kaşıntısı durdu. Çıkdı haber verdi, "Yâhu uyuzunuzun geçmesini istiyorsanız, gemiye girip pisliği üzerinize sürün, uyuz geçiyor, iyi oluyor". Haydi hücûm bu sefer gemiye, yapdıkları pisliği onların kendi üzerlerine sürdürdü Allah. Gemiyi temzilediler. Öyle ki pislik kalmayınca sürtünüyorlar böyle, iyice temizlediler yani. Yaaa! Kalmamış pislik, uyuzlu olanlar var, onlar sürtünüyorlar böyle. Yalatdı yani, yalatdı yalatdı.
Ne anlıyorsun bundan. Bir kimseye hîle yaparsan kendi yapdığın hîleye kendin düşersin. 
Sonra, temizlendi gemi. Kimse gemiye gitmiyor pislemeye. Çünkü uyuz oluyor giden. Binâenalâzâlik, Allah onların şerrinden korudu. Ve kendi yapdıkları hîleye kendileri düşdüler. Cenâb-ı Hakk vahyetdi hayvanlara, ilhâm etdi. Vahiy peygamberlere olur, hayvanlara ilhâm olur. "وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ ve evhâ rabbüke ile'n-nahli", "biz arıya vahyetdik" diyor ama orada ilhâm manâsınadır. Hayvanlara ilhâm olur, hayvanlara ilhâm etdi Allah. Her hayvandan birer çift gemiye doğru geldiler. Hayvanlara iilhâm oluyor, dışarı çıkıyorlar yuvalarından. Arı çıkıyor, sinek çıkıyor, ayı ininden dışarı çıkıyor filan. Demek ki hayvanlara böyle ilhâm oluyor. Semâda, ardda ne varsa Allah'ın ordusudur, cünûdudur Allah'ın, cünûdullah yani. Hepsi Allah'ın emrindedir. Akın akın geldiler. Bütün mahlûkât, vahşîsi ehlîsi ne varsa. Girdiler içeriye. Tandırdan da su çıkdı. Nûh da kendine îmân edenleri, mü'minleri gemiye aldı. Semâ yarıldı. Sanki bahr-ı muhît-i kebîr yukarıdan aşağı dökülüyor semâdan. Hazret-i Nûh aleyhisselâm dedi oğluna, "يَا بُنَيَّ ارْكَبْۭۗ مَعَنَا وَلَا تَكُنْ مَعَ الْكَافِر۪ينَ yâ büneyye irkeb maanâ velâ tekün maa'l-kâfirîn, oğlum gavurlarla, kâfirlerle beraber olma, gel gemiye bin". Dedi, "Ben yüksek dağlara çıkarım, kendi nefsimi kurtarırım, sen işine bak baba" dedi. Yaaa! Hani babalarını beğenmeyen, babalarının fikirlerini beğenmeye gençler gibi o da, aynı. "Dağlara çıkıp otururum" dedi. Bilmiyor ki dağlar da patladı. Su dağlardan aşağı inmeye başladı. Hem semâdan hem aşağıdan. 
En sonunda eşek kulaklarını sallayarak gemiye geldi. İki ayağı içeride iki ayağı dışarıda, bir türlü içeri giremez. Hazret-i Nûh gördü, sular da geldi gemiye dayandı. O hâle geldi ki, emzikleri anneler böyle su basdıkça çocuklarını böyle yukarı kaldırdılar. Boğulmasın çocuklarımız diye. Su buraya gelince, bu sefer çocuklarını ayak altına koydular, üstüne basdılar, kendileri kurtulsun diye. Bir türlü eşek içeri giremez, gemiye. Hazret-i Nûh aleyhisselâm, "Gir yâ melûn!" dedi. Deyince eşek içeri girdi. Meğerse eşeğin kuyruğunu Şeytan tutmuş. Melûn deyince, Şeytan'ın ismi çünkü melûn, içeri girdi o. Çünkü dedi ki Cenâb-ı Nûh aleyhisselâm, "Hiç bir kâfir bırakma kâinâtda" dedi. Şeytan kâfirlerin başı, turmuş eşeğin kuyruğundan. Hazret-i Nûh, "Gir yâ melûn" deyince, eşekle beraber girdi içeriye.

Burada da bir işaret var. Nedir? Diline sâhib olacaksın. Ağzından çıkanı düşüneceksin. Ağızdan çıkan söz bir tohumdur mutlakâ bir gün meyvasını verir. Bir de bakdı Nûh Peygamber gemisinde Şeytan. “Ulan ne arıyorsun burada sen!”. Dedi, “Yâ Nebiyyallah, sen dedin ya “Gir yâ melûn”, işte ben emrine imtisâlen içeri girdim” dedi. Bundan ne anlaşılıyor? İnsan lisânına sâhib olması lâzım. Çünkü lisan bir tohumdur. Manâ tarlasına ekilen bir tohum gibidir, mutlakâ meyvasını verir. Onun için diline sâhib olacaksın. İnsanların felâketi iki yerdendir. Birisi çenesi arasındaki et parçası, dil. “Ey dilim seni ederim dilim dilim” demiş. İkincisi but arasındaki et parçası. Yani şehveti. Bunlar insanı helâk eder.” Selâmetü’l-insan fî hıfzi’l-lisân”dır. O vakit anladı Nûh aleyhisselâm yapdığı zelleyi. 

Şimdi, emretdi oradaki mahlûkâta. Şimdi acâib şeyler anlatacağım. Acâibât anlatacağım, hiç biri işitmemişdir bunların. Dedi, “Katiyyen çiftleşmeyiniz. Allah’ın azâbı ne vakit kalkar bilmiyoruz, gemide nüfus çoğalmasın”. Doğum kontrolü.

Bir Amerikalının şimdi beş tâne, altı tâne, yedi tâne çocuğu olmalı. Doğum kontrolü ne demekmiş! Evlad büyütmenin, evlad dünyâya getirmenin zevkine varmalı. Bir çiçeği ekiyorsun, o çiçeği görmek bir zevkdir o. Evlâdını bir çiçek kadar zevkli görmüyor musun? Onu büyütmeyi, onu yetiştirmeyi. Yaaa, evlad zevkini duymalı insan, dünyâya evlad getirme zevkini. Onun için Müslüman diyarlarında maşallah on sekiz tâne çocuk. Zevkine varmışlar. Burada şimdi, “Çocuk dünyâya getireyim mi getirmeyeyim mi? Getirirsem vücûdumun şekli bozulur”. Sen kadınsın,  senin vazîfen bu, Allah seni çocuk getirmen için halk etdi. 

Fakat li hikmetillâhi teâlâ köpek dişisine atladı. Kedi gitdi haber verdi Peygamber’e, “Sen bizi bundan men etdin ama köpek yapıyor bu işi” dedi. Dedi, “Haber ver bana, ne vakit atladı o vakit haber ver bana”. Ve atladı köpek, gitdi kedi haber verdi. Nûh Peygamber gelince ayrıldılar. Nûh Peygamber duâ etdi, “Yâ Rabbi, bir daha bunlar yaparsa bunları birbirine yapışdır, yakalayayım ben bunları”. Ve duâ kabûl oldu. Köpek bilmiyor başına geleceği, köpek atladı gene dişisine. Kedi gitdi haber verdi. Geldi Nûh Peygamber, gördüler ama ayrılamıyorlar, yapışdı birbirine köpekler. Bir türlü kurtulamıyorlar, yapışmışlar. Dedi, “Yâ Rabbi, bunların üzerine su dökülmeyince bunları ayırma ve bunlar halkın arasında rezil olsunlar, halkın ezâ ve cefâsına uğrasınlar”. Ve öyle olur şimdi. Çocuklar kovalarlar, onlar ikisi birbirine yapışık, o sokakdan o sokağa giderler. Fakat köpek Allah’a duâ etdi, dedi, “Yâ Rabbi, ben bir kabahat yapdım ama  beni ihbâr eden bu hayvan, kedi hayvanı için, o beni rezil etdiği gibi Yâ Rabbi, sen de onu rezil et” dedi. Köpeğin duâsı kabûl oldu. Şimdi kedi de dişisine atladığı vakitde iş bitdi mi, “Miyaavvv” diye bağırıyor, bütün mahalle duyuyor. Kedi ile köpek arasındaki düşmanlık oradan itbaren başladı. Yaaa.

Pisledi hayvanlar gemiyi. Pisleyince hayvanlar, Cenâb-ı Allah domuzun burnundan fâreyi halk etdi, o pislikleri yesin diye. Domuz aksırdı domuzun burnundan fâre halk olundu. Takdim tehir yapdık, Allah kaplanın burnundan da kediyi halk etdi, fâreye musallat kıldı. 
Kırk gün böyle yağmur yağdı. Bütün dünyânın üzerine sular çıkdı, kara hiç görülmedi. Kırk gün sonra, yağmur durdu. Allahu Teâlâ emretdi semâya, su durdu. Yerde sular çekiliyor filan. Acaba kara göründü mü diye merak etdiler. Hazret-i Nûh aleyhisselâm güvercini gönderdi, güvercin ağzında otla geldi, gemiye döndü. Anladılar ki kara göründü, kara var.

Şimdi soruyoruz, bu giden güvercin dişi miydi, erkek miydi? Erkekdi. Çünkü konuşmadan geldi. Dişi olsaydı konuşacak ve otu düşürecekdi aşağıya.

Şimdi bir kıssa anlatacağım ve sözü kesiyorum burada. Bu musîbet deryâsında üç derde mübtelâ olan zevâtın başına gelen hâdisâtı anlatacağım. Kim ki bu ahlâklara sâhibdir, başlarına bu musîbet gelecekdir. Peygamber'e uyar bu ahlâkı terk ederse, paçayı kurtarır. Üç tânesini anlatacağım. Uzun öünkü dersimiz. Altı ay da anlatabilirim bunu. Altı ay anlatabilirim yani böyle bu şekilde, Allah kuvvet verirse, anlatabilirim. Üç tânesini anlatacağım ben, keseceğim. Ve ibret alanlar, bu ahlâklar kendisinde olduğu vakitde, bunları terkederse, kendisini felâha kavuşdurabilir. Belki sizi sıkdım ama. Haydi bir Kelime-i Şehâdet getirelim, "eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh". 

Efendi Hazretleri Kelime-i Şehâdet'den sonra "Lâ ilâhe illallah lâ ilâhe illallah" diye tevhîd etmeye başladılar. Dinleyenlerden de ona iştirâk edenler oldu. Bir müddet tevhîd etdikden sonra sohbete şöyle devâm buyurdular :

Şimdi, bu belâlardan üç tânesi. Birisi, gadabına mağlûb olmak. İkincisi şehvetine mağlûb olmak. Üçüncüsü tamah, doymamak yani gözü doymamak. Kanâat sâhibi olmamak. Üç tânesine âid üç hikâye anlatacağım, bir hikâye içerisinde ve nihâyet vereceğim duâ edeceğim. 

Allah Âdem'i halk etdiği vakitde, üç nûr halk etdi, üç de zulmet halk etdi. Âdem aleyhisselâm bakdı, üç tâne nûra, dedi ki, "Allah sizi ne kadar kudsî, mukaddes yaratmış. Sizin isimleriniz nelerdir, bana haber verin" dedi. Nûrun bir dedi ki, "Benim ismim akıldır". "Makâmın neresidir?" diye sordu. "İnsanın kafasıdır" dedi. "Âdemin kafası". İkinci nûra sordu, "Senin ismin nedir? Makâmın neresidir?". O da dedi ki, "Benim ismim hayâdır, benim makâmım gözdür". Üçüncü nûra sordu, "Senin ismin nedir? Senin insanın vücûdundaki makâmın neresidir?". Dedi ki, "Benim ismim merhametdir, ben insanın, âdemin kalbinde bulunurum" dedi.
Sonra Âdem döndü sol tarafına, üç tâne zulmet gördü. Allah dedi ki sor onlara da, nedir onlar diye. Âdem sordu, dedi zulmetin birine, "Senin ismin nedir? Ne kadar çirkin yaratılmışsın. Ne kadar kötüsün sen. Çirkin yaratılmışsın. İsmin nedir, makâmın neresidir?". "Benim ismim kibirdir" dedi bir tânesi. "Benim makâmım da insanın başıdır" dedi. Hazret-i Âdem dedi, "Sus! Yalan söyleme! İnsanın başında akıl bulunur. Senin ne işin var orda". "Evet" dedi, "İnsanın başında akıl bulunur ama, aklı gitdi mi yerine ben kâim olurum" dedi. İkinci zulmete sordu, "Senin ismin nedir? Makâmın insanın neresindedir?". O dedi ki, "Benim ismim tama'dır ve insanın gözünde bulunurm" dedi. Hazret-i Âdem dedi ki, "Sus! Yalan söyleme! İnsanın gözünde hayâ bulunur". "Evet" dedi, "İnsanın gözünde hayâ bulunur ama hayâ gitdi mi yerine ben kâim olurum" dedi. Üçüncü zulmete sordu, "Ne kadar çirkin yaratılmışsın, senin makâmın neresidir, ismin nedir?". "Benim ismim haseddir. Benim makâmım insanın kalbidir" dedi. "Ben bir kalbe girdimmi felâket yaparım" dedi. "Sus! Kalbde merhamet bulunur". "Evet" dedi, "Merhamet gider onun yerine ben kâim olurum o vakit".

Çooook şerhetmek lâzım bunu, fakat bu kadarla geçiyorum, kâfî. Şimdi gelelim biz hikâyemize.
Meşhûr Mahmud-ı Gaznevî, pâdişah, sivil giyinmişdi, gidiyordu, bakdı bir demirci gördü. Demirci demir dövüyor, demir döverken duruyor, karşı duvara bakıyor, sonra gülüyor, koşuyor duvara doğru, tam duvarın yanına varınca ağlayarak geri dönüyor, tekrar demirini dövüyor. Sadrazamına dedi ki, "Git bunu öğren, anla bunun ahvâl ü harekâtını, nedir bunun başına gelen bu iş". 
Oradan yürüdüler, bakdılar, bir minârenin önünde bir adam, minâreye bakıyor, koşarak, gülerek çıkıyor minârenin üstüne, minârenin üstüne varınca, ağlayarak aşağıya iniyor. Dedi sadrazamına, "Bunun da ahvâlini öğren, bana haber ver, nedir bunun hâli".
Biraz daha yürüdüler. Bir pazar içerisinde bir kalabalık yerde, bir a'mâ, gözleri kör, sesleniyor, "Bana on para sadaka veren benim enseme tokatla vursun. Vurmazsa hakkı helâl olmasın. Mutlakâ beni dövün siz". Parayı alıyor ve tokatı yiyor. Böyle bu şekilde. Dedi, "Bunun da ahvâlini öğren, gel bana haber ver". O a'mânın ensesi, araba çeken öküzün boynu gibi olmuş tokat yemekden. 
Sadrazam evvelâ demirciye gitdi. Çünkü öğrenecek, pâdişaha bildirecek. Dedi, "Senin bu hâlin nedir? Sultan emrediyor, senin ahvâlini öğreneceğim ben". Dedi o adam, "Anlatayım ben sana meseleyi" dedi. "Harb zamanıydı, işle çokdu, bana emir verildi, ben kılıç yapıyordum, mızrak yapıyordum, dövüyordum böyle. Karım bana bir tavuk pişirmiş, buraya göndermiş. Çünkü ben istirahat edemiyorum, yemeği yiyip hemen işe başlıyorum. Tam tavuğu yiyeceğim vakitde bir kara kedi peydâ oldu karşımda, siyah bir kedi karşıma durdu, başladı arsızlık yapmaya bana, benim tavuğumdan istiyor. Ben kediyi kovdum, o kedi gene geldi. Ben kovdum o gene geldi filan. En nihâyet ben tavuğu yedim, sonra kızdım kediye gadablandım, yapdığı işden, arsızlıkdan dolayı, kemikleri tutdum ateş atdım yakdım. Yakınca o kedi karşıya gitdi, bak gene duruyor orada işte, ba ba ba orda, ordan bir hazîne gösterdi. Dedi ki, 'Tavuğun etini yemek senin hakkındı ama kemiklerini yemek benim hakkımdı. Sen bana niçin tatdırmadın kemikleri de yakdın. Eğer bana kemikleri yedirseydin bu defîne senin olacakdı' dedi. Şimdi ben buraya geldim mi, o defîneyi bana gösteriyor. Ben gidiyorum oraya defîneyi almak için, kayboluyor. Gülerek gidiyorum, defîneyi alacağım diye, ağlayarak geri geliyorum, defîneye mâlik olamıyorum çünkü" dedi. 
Tımarhâneye gidiyorsun, bazı adam duvara bakıyor konuşuyor böyle. Sen zannediyorsun ki duvara konuşuyor. Hayır! Duvardan konuşan var onunla. Sen işin farkında değilsin. Yaaa! Bunun üzerinde durmak lâzım uzun uzadıya ama geçiyoruz. Bir ders olur çünkü ayrıyeten.
Sadrazam ikinci adama vardı. O minâreye çıkıp ağlayarak aşağı inen adama. "Senin hâlin nedir, pâdişah emretdi, sen bu hâlini bana haber vereceksin, ben sultana bildireceğim" dedi. Dedi ki adam, "Ben müezzindim, minâreye çıkıp ezan okuyordum, bir sabah namazında çıkdım ezan okumaya, bir hayvan geldi, beni minâreden aldı, bir saraya götürdü. O sarayın toprakları miskdendi, altınlarla, gümüşlerle süslenmişdi bahçesinin duvarları ve çiçeklikleri. Dil tarif edemez. Havuzun kenarında gâyetle güzel bir hanım, çok güzel bir hanım oturuyordu, beni götürdü o hanımın yanına koydu. Ben hanımı görünce dayanamadım, elimi atdım. Hanım dedi ki, 'Sen bana haramsın şimdi, niye bana el atıyorsun, bırak. Seni ben istettim buraya, ben getirttirdim. Nikâhımız kıyılsın ben senin helâlin olacağım, o vakit ben senin âilen olacağım. Şimdi yapma, biraz sabret, şehvetine mağlûb olma, aklını başına al, sâhib ol şehvetine' dedi. Ben dinlemedim, kadına sarılmak istedim, kadın o beni getiren hayvana dedi ki, 'Sen bana insan sûretinde bir hayvan getirmişsin, al bunu götür yerine koy' dedi. O hayvan aldı beni getirdi minâreye bırakdı. Şimdi ben aşağı iniyorum, bakıyorum o kuş oraya geliyor, beni gene götürecek diye ben yukarı çıkıyorum. Çünkü ben kadına âşık oldum. Fakat kadın beni attırdı. Çıkıyorum yukarı fakat bakıyorum ki kuş yok orda. Aşağı iniyorum ağlayarak, gene bakıyorum kuş oraya gelmiş. Gülerek çıkıyorum, ağlayarak aşağı iniyorum" dedi. 
Şimdi, bu ne oluyor böyle? Şehvetine mağlûb olanların ahvâl u harekâtı bu. Bir kızla bir erkek sevişiyorlar böyle, birbirleriyle görüşüyorlar, nikah kıymadan yatıyorlar birbirleriyle, şehvetlerine sâhib olamıyorlar. Sonra çocuk oluyor, adam bırakıp kadını kaçıyor. Kadın çocuğu aldırıyor, bedbaht oluyor, ortalarda kalıyor. İşte şehvetine mağlûb olanların nihâyeti böyle. O adam gibi ağlamakla mükellef oluyor sonra. Bekliyor ki gelsin erkek diye. Karşıdan gördü mü gülüyor, erkek sırtını çevirdi mi ağlıyor. 

Sadrazam üçüncüye gitdi. "Senin bu hâlin nedir, pâdişah emretdi, bana haber ver dedi, yazacağım ben" dedi. O a'mâ dedi ki, 'Ben kervancıydım". Vaktiyle kervanla götürüyorlardı. Şimdi zamanımızda arabalar var, otomobiller var, kamyonlar, tayyareler filan var. Eskiden kervan giderdi böyle eşyâ taşırdı kervanlar. "Kervancıydım ben, bir adam geldi, dedi ki bana, 'Semerkand'a gideceğiz' dedi. 'Yüz katır yükü eşyâ var bende, kaça götürürsün beni sen Semerkand'e'. Ben dedim ki işte şu kadar para. 'Peki' dedi, kabûl etdi. Biz yüz katırı yükledik, gidiyoruz. Fakat katırların sırtındaki yük küçük olduğu hâlde, katırların belleri iğrildi. Ağır bir yük var içerisinde. Ben gitdim, elimle bakdım, içerisi altın dolu. Ben niyetimi bozdum. Aldım o adamı, götürdüm bir ormana, çıkmaz bir derbende götürdüm adamı. Dedim ki, seni öldüreceğim ve ben bu malları alacağım dedim. O zât dedi ki bana, 'Beni niye öldüreceksin? Âhiret gününü düşün! Kıyâmet gününü düşün! Allahu Teâlâ'nın azâbını düşün! Allah'ın cehennemi vardır. Beni niye katledeceksin, ne istiyorsun benim kanımdan?'. Ben dedim ki, bu paralara ben sâhib olacağım. O dedi ki, 'Canım ben onun yarısını sana vereyim. Elli katırı senin olsun, elli katırı da benim olsun. Kâfî gelir bu. Niçin beni öldüreceksin?'. Yok olmaz öyle şey dedim ben. O dedi ki, 'Peki öyleyse öyle yapmayalım, seksen katırını sen al, yirmi katırını bana ver'. Olmaz, ben seni öldüreceğim dedim ben. Niye? Sen giden haber verirsin karakola, şehre vardığımız vakitde, polislere beni yakalatırsın dedim. O dedi ki, 'Yâhu yapma Allah rızâsı için beni öldürme! On katırı benim olsun, doksan katırı senin olsun". Hayır, seni öldüreceğim ben dedim. Fesübhânallah!
Sonra bana dedi ki, 'Sen düşünmedin mi ben bu altınları nereden buldum?'. E peki nereden buldun? Bende bir sürme var, sağ gözüme çekdiğim vakitde, toprağın içindeki defîneleri görüyorum ben. Şimdi ben senin gözüne çekeceğim bu sürmeyi. Bak istersen göreceksin. Sana bu sürmeden çekeyim ben, binlerce katır altın bulabilirsin'. Peki yap bakalım dedim. Gözüme sürmeyi çekdi, sağ gözüme, bakdım hakîkaten de toprağın altındaki bulunan madenleri, altın madenlerini görüyorum ben. Dedim ki ona sol gözüme de çek. 'Yoook, sol gözüne çekdirme, sol gözüne çekersen, gözlerin kör olur' dedi. Yok, hayır, onda başka marifet var, benden saklıyorsun, seni öldüreceğim ben dedim. 'Yâhu yapma evlâdım, sen niçin böyle yapıyorsun? Biraz tamahını terket. Bak işte sana hepsini verdim, bu sürmeyi de veriyorum' dedi. Hayır, sol gözüme de çekeceksin dedim. Pekala dedi ve sol gözüme çekdi, iki gözüm de kör oldu. Fakat adam beni orada bırakmadı gene, insanmış, beni aldı getirdi, Semerkand'a buraya, gözüm kör olduğu hâlde, getirdi bırakdı. O kadar hazîneye mâlik olduğum hâlde, adam bana bunları verdiği hâlde, ben tamah etdim, bir türlü gözüm doymadı benim, en nihâyet bu tamahım benim gözlerimin kör olmasına sebeb oldu. Başıma gelen felâket bundan ibâretdir" dedi. 
Bir söz daha kaldı. Şeytan'la Nûh Peygamber konuşdular, karşı karşıya gelip. Dedi ki Şeytan, "Yâ Nûh, bu felâket bu milletin başına nereden geldi?" diye sordu. Nûh Peygamber dedi ki, "Allah'a inanmadılar ve Allah onların başına gadab indirdi böyle". Dedi ki Şeytan, "Değil Yâ Nebiyyallah" dedi. "İşin başı benden çıkdı" dedi, "çünkü ben Âdem'e hased etmeseydim, halk kâfir olmayacaklardı, hasedden başladı bu iş" dedi. "Ben âdem'e hased etdim ve âdemoğullarını delâlete sevketdim ve Cenâb-ı Hakk da onlara bu belâyı verdi" dedi. 
Şimdi biraz Kurân okutacağım ve duâ edeceğim ve bitiriyoruz, dersimiz bitdi. Biraz Kur`ân okuyacaklar sonra ben duâ edeceğim. 

Efendi Hazretlerinin yanındaki hâfız efendilerden Hâfız İhsan Sedef ve Hâfız Kemâl Tezergil birer aşr-ı şerîf okudukdan sonra Efendi Hazretleri şu duâyı yapdılar : 

Yâ Rabbi, gözümüzden tamahı, kalbimizden hasedi, başımızdan kibri gider. Kafamızı akl ile, gözümüzü hayâ ile, kalbimizi rahmet ile süsle. Rahmetli bir kalb senin evindir. Semâlara sığmayan sen Allah, insan kalbine tecellî edersin. Bize bizden yakınsın, "وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ ve nahnü akrebü ileyhi min habli'l-verîd", ama bizi kendine öyle yaklaştır ki, söyleyen sözümüzü sen söyle, gören gözümüzle sen gör, yürüyen ayağımızla sen bizimle beraber yürü Yâ Rabbi. Sen hadîs-i kudsîde, "Nevâfille kullarıma ben öyle yaklaşırım ki, söyleyen sözü benim sözüm, gören gözü benim gözüm, yürüyen ayağı benim ayağım, tutan eli benim elim olur" diyorsun. Sana hakkıyla hiç bir zaman ibâdet yapamadık ve yapamıyoruz Yâ Rabbi, noksânımızı söylüyoruz, bizi bu şekilde kabûl et. Seni hakkıyla bilemedik, kudretine, kuvvetine, azametine aklımız ermedi. Zât-ı ulûhiyyetini akıl terâzisi çekmedi Yâ Rabbi. Sen mekânlardan münezzehsin, sen mekânların mekânısın. Vermiş olduğun sayısız nimetlere şükretmek şöyle dursun, onları saymakdan âciziz Yâ Rabbi. Senin cemâlini görmeye lâyık bir baş gözüne, bir kalb gözüne, senin kelâmını dinlemeye lâyık bir baş kulağına ve bir kalb kulağına bizleri sâhib kıl. Baş diliyle seni zikretdiğimiz gibi gönül diliyle, nidâ-i hafî ile seni zikredelim Yâ Rab. Seni sevmeye lâyık bir gönüle bizi mâlik kıl. Gönüllerimizi aşkınla, muhabbetinle süsle. Zîrâ sen bizi sevmezsen biz seni sevemeyiz. Yüzlerimizin karasına bakma. Onları rahmetinle sil. Yüzlerimizi nûrlandır. Kalblerimizi sürûrlandır. Kendine lâyık olan kullar zümresine bizleri dâhil kıl. Bizi cehennem ateşinde yakma, kerem, ihsân ateşinde yak Yâ Rabbi. Bizi cehennem derekesinde yakma, senin aşkınla yak Yâ Rabbi. Mücerred korkuyla gözyaşımızı dökme, sevgi ve aşk ile gözyaşımızı dök Yâ Rabbi. Seni hakkıyla zikredemedik. Sana lâyık olan zikri bizim lisânımızdan getir ve bizi buna kâdir kıl Yâ Rabbi.

Annelerimize babalarımıza rahmet et. Seni bilmeyen, sana âsî olanları da affet. Çünkü kalbler ve gözler senin yed-i kudretindedir. Dilediğini hidâyete, dilediğini dalâlete götüren sensin, sen kâdirsin. Sapkınları hidâyete mazhar kıl. Evladlarımızı isteğin üzere âdem kıl ve insanlığa hâdim kıl. Çocuklarımızla bizi terbiye etme. Köşelere yatırma, kapılara baktırma. Tabîb-i hakîkî sensin, manevî kalb marazımızın şifâsını sen verirsin, şâfî-i hakîkî sensin. 
"Ud'ûnî estecibleküm, bana duâ edin, duânızı müstecâb kılayım, kabûl edeyim" demişsin, bu söze inannarak, îmân ederek senin bâb-ı rahmetine geldik. "Kul yâ ibâdiyellezîne esrefû 'alâ enfüsihim lâ taknatû min rahmetillah, innallahe yağfiru'z-zünûbe cemî'â, innehû hüve'l-gafûru'r-rahîm". Yâ Rab, nefislerimizi isrâf etdik ama senin rahmetinden ümîd kesmedik. Günahları affeden sensin. Zelilleri azîz eden de sensin. Azîzleri de zelîl eden gene sensin. Vârı yok eden, yoku vâr eden gene sensin. Seni seviyoruz, senin rızânı aramak üzere buraya geldik, bunu biliyorsun Yâ Rabbi. Bizi buradan mahrûm gönderme. 
İhvânımı iki cihânda azîz kıl. Korkduklarımızdan emîn umduklarımıza nâil eyle. Bizi buradan mahrÛm gönderme. Bi's-sıhhati ve'l-âfiye vatanımıza avdet nasîb ü müyesser kıl ve uzun seneler birbirimizden ayırma bizi. Aramızdaki olan muhabbeti günden güne daha ziyâde kıl. Aramızda nefret ve kötülük atma Yâ Rabbi. Birbirimizden cüdâ etme. Bekâr erkeklere hayırlı kadın, bekâr kadınlara da sevdikleri erkekleri nasîb eyle. Evlad bekleyenlere hayırlı evladlar ihsân et. Ev almak isteyenlere, para sâhibi olmak isteyenlere hayırlı helâl paralar, hayırlı evler nasîb eyle. Rızık sıkıntısı çekenlerin rızıklarını bollaştır. Çok verip azdırma. Çok ver ama azdırma. Az verip gezdirme. Düşmana ve nefsimize bizi ezdirme. 
Etdiğimiz duâları Şebeke-i Resûlullah'da edilen duâlara ilhâk, Kabetullah'da edilen duâlara ilhâk, Arafat'da edilen duâlara ilhâk, Mekber-i Hüseyin'de edilen duâlara ilhâk, Kudüs-i Şerîf'de edilen duâlara ilhâk ile müstecâb eyle. Bizleri böylece memnûn eyle. Lillâhi'l-Fâtiha!

www.muzafferozak.com

Listeye geri dön