Oku Ayetindeki Sır

18 Nisan 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

İhlas

İlk nâzil olan Kur`ân âyetinin başındaki "ikrâ" lafzı meâllerde "oku" diye tercüme ediliyor, hocalar, vâizler, hep bu manâ üzerinden îzâhlar yapıyorlar, tavsiyelerde bulunuyorlar. Gerçi, yanlış değil bu tercüme ama eksik. Çünkü kırâat etmek yalnız okumak manâsına gelmez, duyurmak, bildirmek, beyân etmek manâsına da gelir. Ayrıca toplamak, bir araya getirmek gibi manâları da vardır kırâatin. Nitekim Kur`ân da aynı kökden türemiş bir kelimedir ve bu üç manâyı da iş'âr eder. Yani hem toplayıcıdır, hem açıklayıcıdır, hem de çokça tilâvet edilen bir kitâbdır Kur`ân.

Bu itibarla, âyet-i kerîmedeki "ikrâ" emrinin Resûlullah'a ve O'na vâris olan zevâta hitâb eden manâsı başkadır, avâm-ı nâsa hitâb eden manâsı başkadır. Avâm-ı nâs okuyacak, okuduğunu anlayacak, anladığıyla amel edecek, amelini ihlâs ile yapacak. Onların oku emrinden alacakları hisse budur. İrşâda mezûn olan zevât ise, bunları yapmakla beraber, ilâveten bir vazîfeleri daha var ki o da hakâik-i Kur`âniyyeyi halka duyurmak, bildirmek, belletmek ve anlatmakdır.

Burada mühim bir incelik var. Efendimize ilk vahiy geldiğinde, ki Buhârî-i Şerîf'in Vahiy Babının baş tarafında tafsîlâtıyla mukayyeddir bu, Cebrâil alehisselâm evvelâ "İkrâ/Oku" demişdi Hazret-i Peygamber'e. Efendimizin cevâbı "mâ ene bi kâriin" şeklinde idi. Ekseriyâ "Ben okumak bilmem" diye tercüme ediliyor bu. Yani Peygamberimizin okuma yazma bilmiyor olmasıyla îzâh ediliyor bu cevâb. Evet doğru Peygamberimiz okuma yazma bilmiyordu, ümmî idi Efendimiz ama şöyle bir düşünsek, ortada ne bir kitâb var, ne bir metin var, ne bir yazı var, melek gelip, "oku" dediğinde, Hazret-i Peygamber niçin "Ben okumak bilmem" desin? "Neyi okuyayım?" yâhud "Nasıl okuyayım?" demesi gerekmez mi?

"Mâ ene bi kâriin"in manâsı, "Ben kendimi irşâda lâyık görmüyorum" demekdir. Yani "Ben kendi kendime bir şey söylemem, şahsımı ortaya koymam" demekdir bu. İşte hemen bunun akabinde "اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ ikrâ' bismi rabbikellezî halak"  ve devâmındaki âyetler inâzil olunca, işin rengi değişiyor. Çünkü Cenâb-ı Hakk O'na, "Sen kendinden bir şey söyleyecek değilsin, benim adıma konuşacaksın" demiş oluyor. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Allah katında en sevgili ve Allah'a en karîb olan insan olmasına rağmen, "oku" emrine karşılık, tam bir tevâzu ve mahviyyet içerisinde, "ben kendimden bir şey konuşmam" diyor, Cenâb-ı Hakk da buna mukâbil "Sen benim vahyimi dillendireceksin" diyerek O'nu bir tarafdan tasdîk, bir tarafdan da teşvîk ediyor. 

Demek ki irşâda mezûn olabilmek için, insanın kendi fikirlerinden, kendi bilgilerinden, kendi aklından, kendi düşüncesinden tamâmen tecerrüd etmesi, sıyrılması lâzımdır. Enâniyyeti, benliği bırakmalı insan, o hâle gelmeli ki, Hakk'ın kelâmını dile getirmeye lâyık olsun. Bu sırrı, bu hikmeti bir anlayabilsek, işler düzelecek, her şey değişecek. Bugün âlimi câhili, hocası talebesi, şeyhi dervîşi, herkes konuşuyor. Hiç biri de demiyor ki, "Acaba bende konuşma salâhiyyeti var mı?", "İlmimle âmil miyim? Özüm sözüme uyuyor mu?", "Bende halka vaaz u nasîhatda bulunma liyâkati var mı?", "Hakk'ın kelâmını dillendirecek, hak ve hakîkati dile getirecek bir ağız var mı, bir dil var mı, bir gönül var mı bende?" diye soran yok hiç. Dil temiz olmayınca, ağız tâhir olmayınca, gönül saf olmayınca, konuş babam konuş, hiç faydası yok. Bilakis zararı var. Hem konuşana zararı var, hem dinleyene. Konuşana zararı, onu şöhret belâsına uğratması, kibre, ucuba düşürmesi, hele de yanlış bir şey konuşursa ayrıca bir de vebâli var. Dinleyene zararı ise, söyleyen hakkı temsîl etmediği için, hak ve hakîkati kabûl etmemesi, reddetmesi, hattâ düşman olması yâhud doğru diye yanlışı bellemesi, bâtılı hak kabûl etmesidir. Halka nasîhat edecek olanlar, halkı irşâd edecek olanlar, halkı doğru yola sevkedecek olanlar, bir takım üstün vasıflara hâiz olmalılar ki bu işleri hakkıyla yapabilsinler. Mürşidlik yapacak olan kişilerin, irşâd edilecek kimselerden bir farkı yoksa, kellim kellim lâ yenfa' kabîlinden, konuşduklarından bir fayda hâsıl olmayacak, bilakis başda kendileri olmak üzere pek çok kimse bu işden zarar görecekdir.

Bir hadîs-i şerîfde "Âlimler peygamberlerin vârisleridir" buyurulmuşdur. Ama tek başına ilim verâset için kâfî değildir. Burada verâsetden murâd, Peygamber'in ahlâkına sâhib olmak demekdir. Velev ki ilmi az olsun kişinin, eğer ahlâkı Peygamber ahlâkı ise, ihlâs sâhibi ise, takvâ sâhibi ise, verâ ehlinden ise, söylediği söz tesirli olacakdır, faydalı olacakdır. Biz ise bu hadîsi yanlış anlamışız, ne kadar çok kitâb okursak, ilmimiz ne kadar çok olursa, o kadar çok anlatabiliriz, öğretebiliriz zannediyoruz. Halbuki bu ham bir hayalden ibâretdir. Sözümüzün isbâtı da bugünkü hâlimizdir. Her tarafda sayısız hoca, âlim, şeyh, hepsi birden bangır bangır konuşuyor, anlatıyor, kimisi lugat paralıyor, kimisi edebiyat yapıyor, tumturaklı lafları birbirine ekliyor fakat halka, insanlara hiç tesiri olmuyor bunların.

Listeye geri dön