Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerinin yeri geldikçe anlattıkları zarîf hikâyelerden biri de şudur :
Ölüm döşeğindeki bir Ermeni, "Ben müslümân olacağım, bana hemen bir hoca bulun, bana îmânı telkîn etsin" demiş. Hemen bir hoca getirmişler. Ölmek üzere olan adamcağız, "Hocam, müslümân olmak için ne söylemem gerekiyorsa siz söyleyin ben de tekrâr edeyim" deyince hoca "Eşhedü" diyerek şehâdet cümlesini okumaya başlamış. Adamcağız da "Eşhedü" diyerek şehâdet getirmeye başlayınca orada bulunan bir bektâşî, minderi kaptığı gibi hemen adamın ağzına tıkamış. Bu acâib manzara karşısında hayrete düşen hoca, "Napıyorsun!" diye çıkışınca Bektâşî, "Bize gelince namaz kıl, oruç tut, zekât ver, hacca git diyorsunuz, ömür boyu anamızı ağlatıyorsunuz. Herif, bir ömür boyu yedi domuz etini, içti şarabı, keyfine bakdı. Şimdi son nefesde bir kerre "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah" deyip cennete gidecek. Yok öyle yağma. Girmesin pezevenk" demesin mi!
Hikâyedeki nükte ve remzlere gelince;
Bektâşî, hased illetine mübtelâ olan kimseye remzdir. Îmân ile müşerref olan Ermeni, Allah'ın ister maddî ister manevî her hangi bir lutfuna nâil olan kimseye remzdir. Hoca, sâhip olduğu nimetlerin başkalarında da bulunmasını isteyen ve bunun için gayret eden fedâkâr insanların remzidir.
Hepimiz kendi hayâtımızda bu üç sınıf insanı müşâhede etmişizdir. En çok da hikâyedeki Bektâşî gibi hâsidlerle karşılaşmışızdır. Zîrâ insanların çoğu hased illetine mübtelâdır. Bu illet, çok tehlikeli bir manevi hastalıkdır ve her hastalıkda olduğu gibi dereceleri vardır. Yani her hâsid aynı değildir. Şöyle ki :
Hasedin bir derecesi vardır ki kişi sâhib olduğu bir nimete başkasının da sâhib olmasına râzı olmaz, katlanamaz. Hikâyedeki bektâşînin bir gayr-i müslimin îmân etmesine râzı olamadığı gibi. Meselâ zengin bir patronun çalışanlarından birinin de kendisi gibi zengin olmasını istememesi gibi.
Hasedin ikinci bir derecesi vardır ki, hased eden kişi, başkasının elindeki nimetin o kişide değil de kendisinde olmasını ister. Meselâ bir makâm sâhibine hased eder ve "O makâma ben ondan daha lâyıkım" der ve o makâmı ele geçirmek ister. Meselâ bir zenginin malına hased eder ve "O benim gibi fakir olsun, onun servetine ben sâhib olayım" der. Bu ilkinden daha beterdir.
Hasedin üçüncü bir derecesi daha vardır ki, kendisi de aynı nimete sâhib olduğu halde, başkasının elindeki nimetin çıkması için kendi elindekinden vazgeçmeye razıdır. Meselâ hased ettiği kişi hasta olacaksa, kendisi de hasta olmaya razıdır. Hased ettiği kimse malını-mülkünü kaybedecekse kendisi de kaybetmeye razıdır. İşte bu en beteridir.
Hased, hased edene çok büyük zarar verdiği gibi tedbîr alınmazsa hased edilene de büyük zararlar verebilir. Nitekim Kur`ân-ı Kerîm'de "ve min şerri hâsidin izâ hased" âyetiyle hasedçinin şerrinden Allah'a sığınmak gerektiği yani ancak Allah'ın himâyesine girerek hâsidin şerrinden korunabileceğimiz beyân ediliyor. Hasedin hasedçiye verdiği zarar, şu hadîs-i şerîfde pek açık sûretde beyân edilmişdir : "Ateş odunu nasıl yok ederse, hased de iyi amelleri öyle yok eder".