Ey âşık u sâdıklar! Hakk'ın cennetine ve rızâsına râgıblar, cemâline âşıklar!
Okumuş olduğum âyât u beyyinât, ahkâmı eskimeyecek olan, dâimâ genç ve dinç, mü'mine şifâ, kâfire hüsrân olan Kur`ân-ı Mübîn'in sûrelerinden Sûre-i Haşr'dan bir âyet okudum. Bir kaç haftadan beri aynı âyet üzerinde duruyoruz ve ondan tâliblere, âşıklara şifâ sunuyoruz.
Bu âleme gelen bir çok şeyle karşılaşır ya mühim olan, ehemm-i mühim olan dört şeyle karşılaşır. Bunların bir tânesi, ölüm bir nehirdir, bu âleme gelip de bu nehirden içmeyen olmayacakdır. Herkes bu nehirden tadacakdır ve içecekdir. Ecel nehrinden. İkincisi kefen bir libasdır, bu libâsı bu âleme gelen herkes elbisesini çıkaracak, libâs-ı fâhiresini, bu libâsa bürünecekdir. Tabut bir binekdir ki, buna binmeyen olmayacak. Muhakkak sûretde bu âleme gelenler tabutla bu âlemden firâr edip Rabblerine mülâkat edecekler. Dördüncü, kabir bir kapıdır, mahşere giden, kıyâmete varan, ebedî âlemin kapısıdır, bu kapıdan geçmeyecek kimse yokdur.
Bu içilecek olan ölüm nehri yani ölüm, insanoğullarına iki türlü gelir. Biz şimdi burada küffâr-ı hâkisârın ahvâlinden bahsetmeyeceğiz, onlar için ölüm gâyetle acıdır ve korkunçdur. Mü'minlerden de âsîler, hilkatlerinin iktizâsının ne olduğunu bilmeyenler, düşünmeyenler, arayıp bulmayanlar, o ölümün acısı tadarlar.
Ölüm baldan daha tatlı, şekerden daha elezzdir. Kimin için bilir misin? Niçin geldi ve niçin gidiyor, niçin halk olundu, bu âleme niye geldi, bunu düşünenler için. Bu âleme niye geldin, bunu düşün. Cenâb-ı Hakk Celle ve Tekaddes Hazretleri bu âleme niçin geldiğimizi Kur`ân-ı Azîminde haber vermekde. Esteîzübillah. "وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ vemâ halaktü'l-cinne ve'l-inse illâ li ya'budûn". "Biz görünen ve görünmeyen kuvvetleri, insanları ve cinnileri halk eytledik ki bunlar beni bilip bana ibâdet eyleyeler". Yani insanın ve cinlerin vazîfesi, görülmeyen kuvvetlerin vazîfeleri, Allah'ı bilmek, bulmak ve Hakk'da olmak ve Hakk'a ibâdet kılmak, kulluğunu bilmek, aczini öğrenmekdir.
Çünkü nefsini bilmeyen Allah'ı bilemez. Nefsini öğrenmeyen, kendi vücûd iklîmini okumayan, kendi kitâbını tefekkür etmeyen. Yani kendi kitâbından murâd, vücûdunu, nefsini yani. Çünkü hepimiz birer kitâbız. Hattâ hattâ her şey bir kitâbdır okuyan için. Seriyyeden süreyyâya kadar. Yani arzdan semâvâta kadar. Yani gözlerin göremediği yerlere kadar kitâbdır, satırdır. Okuyabilen için, gözünde ibret olan için, kulağı hak kelâmı işiten için, dili Allah'ı zikreyeleyen için, gönlü Allah'ı seven için bir kitâbdır, okumak lâzımdır. İnsan kendi vücûdunu okumalı, kitâbını. Kitâbın sana okutulmadan kendi kitâbını bu âlemde okumalısın.
Gene Allah seni hesâna çekmeden, muhâsebe etmeden, sen kendi nefsini muhâsebe etmelisin. Onun için Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, âlemler fahri, Allah'ın mahbûbu, mergûbu olan Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâm, "Hâsibû kable en tuhâsebû" buyurmuş, "Allah sizi hesâba çekmeden siz kendinizi hesâba çekiniz". İşte okuduğum âyet de onu göstermekde. "Ey îmân edenler! Ey beni dilleriyle tevhîd edip, gönülleriyle bana inanıp beni sevenler! Bakınız, yarınki gün için ne hazırladınız". Yarınki günden murâd ölümdür. Bu ölüm herkese mevûddur yani va'dolunmuşdur. Ölümden kurtuluş yokdur. "وَلَوْ كُنْتُمْ ف۪ي بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍۜ velev küntüm fî burûcin müşeyyede", demir kalelere girsek, burçlara çıksak, semâvâtdaki burçlara, nereye gidersek gidelim, ölüm bizi bulacakdır. Yalnız âşık u sâdıklara ölüm baldan tatlı, şekerden daha elezzdir. Çünkü ölüm bâbında âşıklar için vuslat-ı cemâl vardır. Vuslat-ı cemâl demek yani senin anlayacağın, Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri dünyâ âleminde senin kisbine göre, bulunduğun makâma göre, îmânının lezzetine göre, ibâdetinin zevkine göre, zühdüne, takvâna göre sana tecelliyâtda bulunur ölüm ânında.
Meselâ fakîr olan bir mü'min ne kadar bu âlemde değil mi? Kâfirlere verilen o büyük büyük apartmanlara, villalara, sayfiyedeki yerlerine, otomobillerine imrenmeyiniz onlara. Onların gördükleri rüyâ. Ey âşık u sâdık! Senin de gördüğün fakr u zarûret, görmüş olduğun bu âlem, bu da rüyâdır. Misâllerini bundan evvel size vermişdik bunların. Fakat gene söyleyelim. İstifâdeden hâlî değil. Unuttuklarımızı hatırlayalım. Allah'ın nimetlerini sayalım ki Cenâb-ı Hakk'ı sevelim.
Allah'ın sana bahş etdiği nimetleri sen sayarsan, bilirsen Allah'ı seversin, Allah'a mutî' olursun, itâatkâr olursun. Ancak bir adam anlaması olmasa, o vakit o adam bulunduğu nimetin farkında olmaz. Ama saymadan da olmaz. Bir çok nimetleri saymamız lâzımdır. Sana vücûd verilmiş, göz verilmiş, kulak verilmiş, el verilmiş, ayak verilmiş, öyle bir nimete Allah seni müstağrak kılmış ki farkında bile değiliz. Meselâ insan bir gözünü on bin liraya satmaz, sağlam bir dişini yüz liraya vermez, sağ kolunu insan yüz bin liraya vermez, bir ayağını iki yüz bin liraya satmaz. Dikkat edersen bak ne kadar servete mâliksin. Bunun da fevkinde bir şey var. Ebedî âlemin miftâhı sana verilmiş. Ebedî âlemin miftâhı tevhîd-i şerîf. Lisânında "Lâilâheillallah" var. Herkese nasîb olmuyor bu. Bu îmân tâcı herkesin başına konulmadı. Bir çok insanları görüyorsun, bunlar da senin benim gibi insanlardır, birisi Brezilya'da yetişmiş, birisi Avustralya'da yetişmiş, Hazret-i Peygamber'in ismini işitmemiş, onlara hak ve hakîkâti öğretmeğe bir vâiz gelmemiş. Sana gelmiş. Sen batn-ı mâderde iken yani annenin karnındayken, daha rahimdeyken dahi sen ezânı işitiyordun, annen "Lâilâheillallah" diyordu, ananla beraber secde ediyordun, Allah'a rükû ediyordun. Senin için büyük bir iltifat var. Senin için büyük bir rahmet var. Senin tâlihin yüce. Sen kudsîsin. "Niye ona öyle olmuş, bana böyle olmuş?" diye sorma! Kâinâtda hiç bir şey müsâvî yaratılmadı. Kimi güzel, kimi çirkin, kimi kâfir, kimi mü'min, kimi hasta kimi sıhhatli, kimi zengin kimi fakîr, ayrı ayrı. Sana da bu düşmüş ihsân-ı ilâhîden.
Hani biliyorsun ya, işittin, söylemişdim, gene söyleyelim. Kelb sordu Bayezid-i Velî'ye. Sultan Bayezid'e değil, Bayezid-i Bistâmî Hazretlerine. "Ey Allah'ın sôfîsi, âşıkı!". İyi dinle! Kulağını benden yana ver! Düşün, tefekkür eyle! "Ey Allah'ın velîsi, senin ile benim aramda ne fark var? Sende can varsa, bende can var". Yalnız kelbe mahsûs değil, bütün mahlûkât-ı ilâhiyye. "Sende kan varsa, bende kan var. Sende damar varsa, bende damar var. Sende aşk varsa bende de aşk var. Sende korku varsa, bende de havf var. Aramızdaki fark nedir bizim?" dedi. Hazret-i Velî düşündü, durdu.
Hakîkaten mühim bir soru.
Görmüyor musun? Mandaları kesiyorsun, sığırları boğazlıyorsun, koyunları kurbân ediyorsun, etini yiyorsun, ne hakkın var senin, onlar da mahlûkât-ı ilâhiyye, senin gibi yaradılmış. Farkın ne acabâ?
Köpek sordu, Sultân Bayezid durdu. "Efendim, nasıl olur, bir velî durur mu?" Durur. "فَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ fevka külli zî ilmin alîm". Allahu Teâlâ bir bileni bir bilenin üzerine âlî kıldı. İlimde el elden üstündür, tâ arşa kadar. "Ben biliyorum" deme! "Men kâle ene âlim fe hüve câhil". Kim ki ben biliyorum dedi o câhil kimsedir. İnsan okudukça cehli artar. Hiç olduğunu öğrenirsin. Gene hiçlik içinde sultân olduğunu bilirsin. Zâhiren hiçsin, çürüyeceksin, toprak olacaksın, ama ebediyen sultansın.
Sultan Bayezid kaddese sırrah Hazretleri, düşündü, cevap veremedi. Köpek dedi ki, "Yâ velî, ben sana cevap vereyim. Ne ben Allah'dan bu köpekliğe tâlib oldum yani beni köpek halk et diye Allah'a tâlib oldum, ne sen insan olayım diye Allah'a müracaat etdin. Allah sana, senin canına insan elbisesi giydirdi, bana hayvan elbisesi, kürkü giydirdi. Bana köpek kürkü giydirdi, sen insan kürkü giymişsin. Aradaki fark bu".
İşte bundan kurtulmak için bir Kelime-i Tevhîd ki, "Lâilâheillallah". Onun için Cenâb-ı Allah, "Kâfirler hayvanlar gibidir" diyor. Yemek-içmekde, yatıp-kalkmakda, hayvandan hiç bir farkı yokdur kâfirin. Hattâ kâfir, dalâletde hayvandan, vahşî hayvandan daha ednâ ve eşnâdır. Onun için Cenâb-ı Allah gene Kitâb-ı Kerîminde, "اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ ülâike ke'l-en'âmi belhüm edal" buyuruyor. Yani onlar, o kâfiler, yaşayışda hayvanlar gibidir, dalâletde hayvanlardan daha ednâ ve eşnâdır. Bir arslan, üç adamı parçalar, bir adamı parçalar, bir insan hayvanı, bir atom bombası îcâd eder, milyonları mahveder. Bir çöllü, bir adamı esîr eder, bir adamı köle eder. Münevverim diyen medenîler milyonları köle ederler. Köleliği kaldırdık derler, milyonları köle ederler, köleliği kaldırdık nâmı altında. Anlayanlara söyledik, geçiyoruz.
Binâenalâzâlik işte mü'minler, ölüm, mü'minlere, âşık u sâdıklara, niçin halk olunduğunu bilenlere, bu lezzeti tadanlara, Allah'ı kendinde bulanlara, Resûlullah'a gönül verenlere, bunlara ölüm baldan daha tatlıdır ve elezzdir. Hattâ Yakûb aleyhisselâm otuz sene sonra Mısır'dan çıkan Yûsuf'un gömleğinin kokusunu duyup da, "Yûsuf'un kokusu geliyor" dediği gibi, âşık u sâdıklar Azrâil'in emr-i ilâhîyi alıp da kendilerine geldiğini duydukları vakitde sevinirler, Allah'a mülâkat için. Ama kâfire böyle değil. Kâfire pek acı. Âsîye pek acı. Onun için mücerred, bir tevhîd var ki sana verilmiş, yedi cehennemin kapısını kilitlemiş. Bu tevhîd, lisânen söyleyip kalb ile tasdîk olmak şartıyla. Lisânen söyledin kalbinde yoksa münâfıksın. Kalbinde var lisânında yoksa zâhirde mü'minlerin gözünde çirkinsin, kâfir görürler seni. Mü'minin içi ve dışı bir olacak, özü sözü bir olacak, özünden gelecek, gözünden gelecek. Gözünden gelir özünden gelmezse münâfık olur. Binâenalâzâlik mü'minler, onun için bir nehir, "küllü nefsin zâikatü'l-mevt, her nefis ölümü tadıcıdır" diyor. Tatmak, tatmak yani yok olma değil. Gözlerden nihân olmak. Fakîr biliyordun kendini, zenginliğini ve sultanlığını Allah sana bildirecek ölümle beraber. Nasıl vuslat-ı cemâl olmasın?
Meselâ, misâl veriyorum size, basit bir misâl ki herkes anlayabilsin yani. Âlimler, bilgililer, onlar bizi hoş görsünler. Çünkü, "kellimü'n-nâsi alâ kaderi ukûlihim", herkese anlayabileceği gibi konuşmak lâzım.
İki adam yatıyor. Dâimâ size bu misâli veririm. İki adam, bak. Birisi, meselâ Sheraton'da, Hilton'da, Park Otel'de filan. Bir tânesi de köprü altında. Dünyâ için bunları numûne-i imtisâl verebilirim. Biri serseri, köprü altında, taş üstünde yatıyor. Eroinci, içkici filan, böyle sefîl bir insan.
Kimseyi kınama sakın ha! Ayıplama! Onu gördüğün vakitde Allah'a şükreyle, "Yâ Rabbi, bana bunları nasîb etmedin" diye. Hemen ayna gibi ayyâb olma! "Efendim, ben yapmadım". Yapmadın ama yarın yapmayacağın ne malûm? Yarın ne olacağımız malûm değil. Nice ârifleri bizgördük ki türlü ahvâle döndüler. Nice fâsıkları gördük ki hepsi birer veliyyullah oldular. Ve bir kimsenin mâzîsiyle de uğraşma! "Vaktiyle bu adam sefîh bir adamdı, şimdi sen bunun sofuluğuna bakma" filan deme! Tövbeler mâ-sebakı temizler. Yani mâ-sebakdan murâdımız, geçmiş günahlarını temizler. Resûlullah, sultân-ı enbiyâ, burhân-ı asfiyâ, habîb-i Hudâ Efendimiz Hazretleri, "Et-tâibü mine'z-zenbi ke men lâ zenbe leh" buyurdu. Yani günahına tövbe eden, günahı işlememiş gibidir, affolur. Allah af ile de bırakmaz bazen. Kendini sevdirirsin Cenâb-ı Hakk sorar meleklerine, "Bunun ne kadar günahı vardı?". Estağfirullah. Allah onun günahını bilmiyor manâsına değil. Sana bana anlatmak için sorar meleklerine, biz öğrenelim diye. "Ne kadar günahı var?". "Yâ Rabbi yüz milyon günahı varmış". "Affetdim" der Cenâb-ı Hakk. Sonra gene sorar, o yüz milyon günahına tövbesinde sâbit oldu mu, "o yüz milyon günahı sevâba çevirin" der Allah. "يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ yübeddilullahu seyyiâtihim hasenât". Allah seyyiâtı hasenâta tebdîl eder. Allah de yalnız, gönlün Allah'lı olsun.
İslâm da öyle. İslâm mâ-sebakı temizler. Ondan evvel yapılan suçlar, kötülükler filan, bir tevhîd ile, bir tevhîd ile silinir. Ömründe bir tevhîd edebildinse kurtuldun nârdan, ateşden. "Efendi ben yüz bin defa tevhîd etdim". Yüz bin ama o yüz bin içinde bir tevhîd için tevhîd ediyorsun. Seksen sene namaz kılarsın, bir namaz için namaz kılarsın. Seksen sene secde edersin Allah'a, bir secde için secde edersin. Bildiğin gibi değil hâdisat öyle. Bir tânesi kabûl olsa kâfî. Onun için Süleyman Çelebi'nin Mevlid'de dediği gibi,
Bir kez Allah dese şevk ile lisân
Dökülür cümle günah misl-i hazân
dediğinin sebeb-i illeti odur.
Kimseyi ayıplama sakın hâ! Zinhar! İyi dinle! Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem haber verdi, muhbir-i sâdık. Sözünde sâdıkdır. Sözleri gün gibi çıkıyor. Görene! Köre ne! Saâdet, izzet istiyorsan İslâm'a gir, tövbe et, Allah'ın ibâdetinde bulun, Hazret-i Muhammed'in çizdiği yoldan yürü, bâb-ı Muhammed'den dâhil ol, cemâle, rıdvâna, rızâya nâil ol. Resûlullah'a uymayanlar zelîl oldular, sefîl oldular. Hem dünyâda, hem âhiretde. Onun için Hazret-i Muhammed'in boyasıyla boyan. Muhammed'in kokusunu duy, sallallahu aleyhi vesellem. O'na aşk ve muhabbet ile bağlan. O'na bağlananlar, O'nu sevenler, nahrûm olmadılar, bâb-ı ilâhîden boş dönmediler. Hattâ bir adamın yerden semâvâta kadar ibâdeti olsa, içinde muhabbet-i Muhammediyye yoksa, o ibâdet onun başına vurulur. İlle muhabbet-i Muhammediyye! İlle Resûlullah'a bağlılık! İsmini şittiğin vakitde salât ü selâm oku, âline, ehl-i beytine, evlâdına. Kalbin titresin Resûlullah üzerine. Necâtın O'dur, felâhın O'dur, kurtuluşun O'dur, cennetin O'dur, cemâlin O'dur. Hazret-i Muhammed Mustafâ sallallahu aleyhi vesellem. Peygamberine çok bağlanacaksın.
"Efendim ben Peygamber'i okudum". Nerede okudun? "Mekke'den Medîne'ye gitdi, orada kadınlarına ev yapdı, sonra orada on üç sene kaldı, sonra vefât etdi". Bu Peygamber'i okumak değildir. Resûlullah'ı bilmek için Allah kapısına mürâcaat etmek lâzım. Allah kapısına varmak için Muhammed'in yolundan gitmek lâzım. O vakit öğretecekler sana. Sessiz, sözsüz, sadâsız, harfsiz, kalbine bir fütûhât nâzil olacak, bir safâ erecek, o vakit Fahr-i risâlet'i öğreneceksin, bir mikdar bir şey. Peygamber'i, hakîkat-i Muhammediyyeyi Allah'dan gayrı hiç bir kuvvet hakkıyla bilmedi. Allah yaratdı, Allah bildi. Kullar hepsi Peygamber'i tarîf etdiler, kendi görüşlerini söylediler, Peygamber'i söylemediler. Ashâb da öyle, rıdvânullahi aleyhim ecmaîn, Resûl'ü tarîf etdi, herkes gördüğünü söyledi.
İslâm da öyle. Müctehidler, imamlar, hepsi İslâm'ı tarîf etdiler, herkes kendi görüşünü söyledi, ilmi kadar söyledi. İçine gir ki bilesin. Hakk sende, sen neredesin? Hakk'la beraber ol, bak, sana İslâm'ın tadını, lezzetini duyuracak Allah. Namazda ezâ duymayacaksın, namaz kılmaya üşenmeyeceksin, abdest almayı canına minnet bileceksin, hakk için kendini ateşe atacaksın. Bildiğin gibi değil hâdise. Bildiğin gibi değil öyle. Ateş gördüğün nûr olur. Sen Allah'a halîl ol yalnız. Malûm ya, Halîl İbrâhim aleyhisselâm Allah'a halîl idi, Allah'ın dostu idi, Allah nâr-ı Nemrud'u nûr eyledi ona.
Bilmiyor musun, işitmedin mi Ashâb-ı Uhdûd'u. Ashâb-ı Uhdûd'u işitmedin mi? Kur`ân-ı Kerîm'den Sûre-i Burûc'u oku. Ashâb-ı Uhdûd, yani bir hükümdar vardı, zâlim, mü'minlere derdi ki, "Bu puta tapınız".
Sana şimdi bir şey yok, sen serbestsin güzel. Senin putun, benim putum, kalbimizde şimdi. Putu kalbinden kır çıkar. Hakk'dan gayrı ne varsa kalbinde senin putundur o. Yalnız mücerred putu zannetme yâhud totemi zannetme put diye, mabûd diye. Kalbinde Hakk'dan başka neye muhabbet ediyorsan o senin putundur. O perdeyi kırmayınca, o perdeyi yırtmayınca Hakk'la mülâkat edemezsin. Kalbini mücerred Allah ve Resûlüne hasredeceksin. Allah'ın muhabbeti, Muhammed'in muhabbetidir. Muhammed'in muhabbeti, Allah'ın muhabbetidir. Allah, Muhammed denildiği vakitde her şeyini fedâya hâzır olacaksın. Gözünü budakdan sakınmayacaksın. Ateşe girersen ateş nûr olur. Su seni boğmaz. Bıçak seni kesmez. Bunun hepsini Kur`ân haber vermekde. Ne su boğmaya kâdirdir, ne ateş yakmaya kâdirdir. Onlar sebebdir, müsebbib-i hakîkî Hazret-i Allah'dır, Celle Celâluhû Hazretleri. Kaç defa söyledik. Nemrud atdı İbrâhim'i nâra, yakdı mı? Yakmaz. İbrâhim peygamber oğlu İsmâil'i kesmek için bıçağı gırtlağına vurdu, bıçak kesdi mi Kesmez. Hazret-i Mûsâ vurdu asâyı Benî İsrâil'i Bahr-i Ahmer'e sokdu, Kızıldeniz'e yani. Kızıldeniz Firavunları boğdu, Firavunîleri, Benî İsrail'i boğmadı. SeninAllah bizi serbest bırakmış. Onlar mecbûrî, Hakk'ın emrine bağlıdırlar. Allah ne derse onlar öyle yapar. Ateş yak, yakar, yakma yakmaz. Şimdi haber vereyim sana. O kâfir îmân eden mü'minleri ateşe atardı. Mü'minlerin bir çokları bu ateşde yandılar, îmânlarından dönmediler. Sen bedava buldun îmânı. Câmiye gelenleri vuramaya kalksalar, dövmeye kalksalar, câmiyi terkedecek misin? Elbet terkederim.Yaaa! Onlar terketmediler. Hattâ ashâb-ı kirâm efendilerimiz hazerâtının, "Hazret-i Muhammed'i inkâr et, yoksa senin gözlerine bu dikenleri sokarız" deyip, gözlerine diken sokuyorlardı ashâb-ı kirâmın. Onlar gene "vemâ Muhammedin illâ resûl" diyorlardır. Mü'minlere gene diyorlardı ki, "Hazret-i Muhammed'i inkâr eyle". Bir ayağını bir deveye bağlıyorlar, diğer ayağını da bir deveye bağlıyorlar, iki ayrı tarafa develeri haydalıyorlar, ortasından müslümanı yırtıyorlar böyle, gene "vemâ Muhammedin illâ resûl" diyordu. Böyle bir korkuyla karşılaşırsan, böyle bir vukûâtla, îmândan dönecek misin? Soruyorum sana! Allah sizi mansûr u muzaffer, bizi mahfûz eylesin mi diyeceksin?
Evet, atıyorlardı ve mü'minler yanıyorlardı. En sonunda aralarından bir kadını getirdiler, kadının kucağında çocuğu vardı. Oku Kur`ân'dan, Sûre-i Burûc'da Ashâb-ı Uhdûd'un kıssasını. İbret olsun sana. Allah sana onları hikâye olarak kıssa etdi, okuyup da uykun gelsin, vaktin geçsin diye değil, âmil olasın diye söyledi Allah onları sana. Öyle yapasın diye, öyle yapasın için söyledi, sana inzâl etdi. Kadını getirdiler hendeğin başına, kucağında, memesinde yavrusu vardı. Bir de elinde çocuğu vardı. Evvelâ çocuğunu atdılar, büyük çocuğunu. Kadın âh dedi. İkincisini, kucağından yavruyu zorla çekdiler, evlâdını, onu da ateşe atdılar. Kadın bâb-ı şefkatde evlâdının bu hâlini görünce, "îmânımı ketm edeyim" dedi. Yani "îmânımı gizleyeyim" dedi. "Zâhirde puta secde edeyim, kurtarayım kendimi" diye düşündü faka çocuk ateşden haber verdi, "Anne! Bu nâr değil, gülzâr burası. Sakın hâ! Atla gel buraya, cennet burası" dedi. Bunun üzerine bunu duyan mü'minler hepsi ateşe atıldılar başdan aşağı. Kâfir de şaşıyordu, "Yâhu bunlar ne biçim şey, ateşe atıyorlar kendilerini" diye. Senin âbâ u ecdâdın da böyle ateşe atıldı ama manâsı bir kalıbları ayrı ayrı. Avrupa'da senelerce durdun, kâfirin ateşine göğüs gerdin ve kendini ateşe atdı âbâ u ecdâdın. İşte Çanakkale Harbi, işte İstiklâl Muhârebesi. Neden bu? Tevhîdin nûruyla. Tevhîd nûru gitdi mi hayvan gibi oluruz. Hayvandan daha ednâ ve eşnâ oluruz. İş tevhîdin nûrunda. Yaaa!
Sen unutdun, haberin yok senin bir şeyden. O hâmile kadınları getiriyorlar, yakın zamanda yani bundan altmış sene evvelini söylüyorum, çok uzak değil, onlar da ateşe atıldılar böyle, karınlarını yarıyorlar, çocuklarını, müslüman çocuklarını süngüye geçiriyorlardı. Bir arkadaşım var, yaşı müsâid, yemîn etdi, "Düşman Selânik'e girdiği vakitde biz Selânik'deydik, bizi kömürlüğe kapadılar" dedi, "biz kömürlükden bakdık, her düşman askerinin süngüsünün üzerinde bir müslüman çocuğu vardı" dedi.
Ahmak herif! Beyinsiz! Tevhîdi, vahdeti bozma! Kâfir gelirse, "Sen şu mezhebdensin, sen şu renkdensin" diye ayırmaz. Senin en büyük kabahatin müslüman olmandır. Kâfir geldi mi, hiç mezhebine, rengine bakmaz. Evvelâ seni böyle parçalar, mü'minleri parçalar böyle, muhtelif fikirler atar, mü'minleri birbirine düşman eder, sonra gelir hepsini birden keser. Misâlini verivereyim haydi, söylemeden geçmeyeceğiz.
İki koç dövüşüyor. Kurd da dağdan bakıyor. Bakmış, bakmış, ağzının sularını yalayarak, demiş ki, "Dövüşün, dövüşün, yorulun, ben şimdi gelirim ben sizin ikinizi de yerim" demiş. O da koç, o da koç çünkü. Yaaa!
Onun için bırak bu kafaları! İş değil bunlar. Sen Muhammed'den ayrılma! Sen bu toprakda oturuyorsan Resûlullah'a medyûn-i şükrân ol. Çünkü O, bin dört yüz sene evvel haber vermiş, söylemiş, "Ey mü'minler! Gidiniz, Kostantiniyye'yi feth ediniz" demiş, O'nun emriyle gelmiş senin âbâ u ecdâdın buraya. O'nun emri olmasaydı gelmezdi, Kostantiniyye'de ne işin vardı senin? Alamazdın burasını. Alsan da buranın halkından olurdun, buranın kulu kölesi olurdun. İşte bizden evvel geçen Türkler. Bulgarların aslı Türkdür. Misâl olarak vereyim size. Kitâbî olarak söylüyorum yani. Finler Türkdür. Macarlar Türkdür. Ama bunlar ne olmuş? O medeniyyetin tesirinde kalarak Türklüklerini kaybetmişler, kimi Macar, kimi Bulgar, kimi Finli olmuşdur. Her hangi bir millet, yalnız Türklüğe mahsûs konuşmuyorum. İslâm, Muhammedîlik, tevhîd nûru, ehl-i İslâm'ı "bünyânun mersûs" gibi yani demir kaleler gibi, kurşundan kaleler gibi meydana getirmişdir. Bunu bozarsak sonra pişmanlık fayda vermez. Vaktiyle söyledi, söyledi ulemâ da yobazlar diye onların çenelerini kırdılar taşla. Sonra düşman gelince, Rumeli'yi elinden alınca, o vakit başlarına taşı vurdular ama iş işden geçmişdi artık, bitmişdi. O gitdi, bitdi. Tamam, halas.
Ey mü'minler! Misâlini veriyordum. Birisi köprü altında yatıyor, serseri. Eroinci, meroinci filan.
Onu da, az evvel söyledim, ayıplama. Resûlullah buyurdu ki, "Bir mü'min, diğer bir mü'mini", dikkat buyur! "Bir mü'min, diğer bir mü'mini bir ayıpdan dolayı, yapdığı bir kabahatdan dolayı ayıplarsa eğer, ayıplayan mü'min o günahı yapmadan gitmez âhirete". Ve kâle'n-nebiyyü aleyhi's-salâtü ve's-selâm, "Men ayyera ehâhu fekad vaka'a fî nefsih". Muhakkak sûretde nefsinde bulacak onu. Ayıpladı mı, bulur. Cemiyetin kabahatidir. Çünkü şu dört şey bizim şiârımız olmuş ki İslâm'a bu muhâlifdir, Allah'ın isteğine muhâlifdir, Peygamber'i üzer bu. Umûmî olarak konuşuyorum, müslümanlara hitâb ediyorum.
Bu hutbe maalesef bütünüyle kayda alınamamışdır. Son kısmı bir mikdar eksik kalmışdır. Bu yüzden Efendi Hazretlerinin dünyâ hayâtına dâir verdiği misâl de eksik kalmışdır. O misâlin tamâmını şurada bulabilirsiniz.
Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 12 Ocak 1979 (14 Safer 1399) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.