Ölüm ve Âhiret - Sohbet - 4 Mayıs 1984 ABD

11 Ekim 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Kudretullah

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerinin Amerika'daki bir sohbetlerinde birisi, "Ölümü unutmayın diyorsunuz, bunun için ne tavsiye edersiniz, ölümü unutmamak için ne yapması lâzım insanın?" diye sorunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Mezarlıkları dolaşsın. Cenâzelere baksın. Ölümü o şekilde görsün. Ama böyle bakar gibi bakarsa, istifâde edemez. "Tabutun içinde benim" desin, "ben yatdım oraya. Sâhibi olduğum bütün paralar, diplomalar, hısım akrabâlar, sevgililer, hepsi geride kaldılar, ben tek başımayımö şimdi burada". Çünkü hiç inkâra mecâl yok, yarın öyle olacak kendisine. 
Basdığı yerin, bir mahbûbenin yâhud bir mahbûbun, bir sevgilinin, yani sevilen bir erkeğin yâhud sevilen bir kadının yanağı olmadığını nereden bana söyleyebilir, değildir burası diye. Belki bir kıralın yüzüne basıyor ki o kıralın sağlığında o kıralın yanına gitmek için ohoooo günler, seneler beklemesi lâzım gelirken, şimdi kıral, kırallığından soyunmuş yatmış, çürümüş, onun üzerine ayağıyla basıyor, hiç ses çıkardığı bile yok. O da öyle olacak. O da öyle olacak. 
Onu öyle yapan kim? İşte bizi yokdan vâr eden Allah. Dirilten, öldüren, tekrar dirilten, öldüren, semâları direksiz ref eden, kâfirleri yüreksiz yaradan. Yedi kat yerinde altında kara taşın üzerinde kara karıncanın rengini gören ve ona yürüme kudretini veren ve ayağının tıpırtısını işiten gene o Allah işte. Doymayan gözler bir avuç toprakla doyuyor, doluyor toprakla. 
Kabirler açılmışdı İstanbul'da, Edirnekapı hâricinde, yol yapılıyordu. Ben gitdim bakdım oraya annemin kabrini kaldıracaklar mı diye. Bakdım kuru kafa yılan girmiş içerisine, bir gözünden girdi öteki gözünden çıkdı. Halbuki aklım var diyordu o kafa sâhibi vaktiyle. Kim bilir, kumandan mıydı, vâli miydi, paşa mıydı, neydi kim bilir? O da öyle olacak. Herkes o hâle gelecek. Ben de sen de o da. Herkes! Yalnız burada değil, bütün dünyâda, yüz sene içerisinde, bir asır sonra, hiç bir insan kalmaz, hepsi o hâle döner. Ne mal kalır, ne mülk kalır, ne ev kalır, ne bark kalır, ne çocuk kalır, ne âile kalır, ne iffet kalır, ne ırz kalır, ne güzellik kalır. Bütün dünyâ, kaç milyar insan varsa, hepsini bunların Allah öldürecek ve onun yerine misliyle getirecek, kudret sâhibi Allah. 

İşte bu kudretin karşısında biz ne yapıyoruz, hiçliğimizi isbât için dağlardan yüce olan burnumuzu yere sürüyoruz, secdeye kapanıyoruz. Biz başıboş bırakılmadık ki. "اَيَحْسَبُ الْاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًىۜ e yahsebü'l-insâne en yütrake südâ". İnsan başıboş mu bırakıldığını zannediyor? Yoook, hâşâ. Ne dünyâda, ne ölümde, ne âhiret âleminde. Niye getirildik buraya ve niçin götürülüyoruz? Ne gelirken istedik gelmeyi, ne giderken istiyoruz gitmeyi. Nedir bu getiren, götüren nedir? 

Onun için iki şeyi unutmayacaksın hiç. Biri Allah. Seni her yerde, her zaman, her mekânda, her efâlini görmekde, her şeyini bilen O. Hattâ kalbinden geçen efkârına vâkıf gene O. O kalbinden geçen efkârın hâlıkı gene O. Sana senden yakın, esteîzübillah, وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ ve nahnu akrebü ileyhi min habli’l-verîd”. O sana senden yakın, sen uzaksın. Biz sôfiyye, sôfîler, kalbimizi tasfiye ederek bize yakın olan Allah’a biz de yaklaşmak istiyoruz. O’na teslîmiyyetle ve O’nu sevmekle. Sevilmeye lâyık çünkü. Âşık olduğumuz güzellerin, kadın olsun erkek olsun, âşık olduğumuz güzellerin de hâlıkı O, O halk etmiş, O’nun sanatı. Âşık olduğumuz güzeller, kadın olsun erkek olsun, onların güzellikleri gelip geçici. Güzel bir kadın otuz sene sonra berbat. Kadınlar ihtiyarlamaz ama neyse. Dört kaşlı olan bir delikanlı da ihtiyarlıyor, beli bükülüyor. O güzellik geçiyor ama O’nu halk eden güzel, güzeller güzeli, O’nun güzelliği hiçbir zaman solmuyor. 

Sen Allah’ı benim gibi biliyorsan, Allah buna benziyor diye, aldandın o vakit sen. O, her yeri gören O. O’nun için sağ, sol, ön, ard, üst, alt yok. Mekânı yok, mekânların mekânı O. Senin varlığın, benim varlığım, bu kâinâtın varlığı, O’nun varlığıyla kâim. Biz memleket-i rabbâniyyeden geldik, Allah memleketinden yani, gene oraya döneceğiz, O’na rücû’ edeceğiz. 

Onun için Cenâb-ı Hakk’a sevgiyle sarılmak lâzım, cemâline âşık olmak lâzım, kemâline teslîm olmak lâzım, celâlinden korkmak lâzım. Çünkü bugün hastaları hasta yapan, ölüleri öldüren O, hastalığı veren O, aç bırakan O, doyuran da O, insanı zillete düşüren, azîz kılan gene O. 

Birisi bana burada öyle söyledi, bir yere götürdüler beni, “Allah’dan korkulur mu” diyor. Kimden korkacaksın ulan Allah’dan korkmayınca. İşte kanserliler, ülserliler, aklını yitirip deli olanlar, milyonlara mâlik olup şimdi tımarhânde yatıp malına sâhib olamayanlar. Hep Allah’ın celâliyle oluyor bunlar. Yaaa böyle. 

Onun için âmnetünün altı rüknü vardır. Bir adam Müslüman olacağı vakitde, altı rüknü dil ile ikrâr, kalb ile tasdîk etmesi şerâitdendir. “Âmentü billahi ve melâiktihî ve kütübihî ve rusulihî ve ve’l-yevmi’l-âhirive bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ ve’l-ba’sü ba’de’l-mevt hakkun elhedü en lâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh”. Fakat bunun içerisinde ehemm-i mühim olan ikisidir. Biri Allah’a inanmak. Hakkıyla inanmak. Hakkıyla Allah’ın kuvvetine, kudretine, sun’-ı ilâhîsine ârif olmak ve Cenâb-ı Hakk’ın efâlini ve sıfâtını bu âlemde görmek. Cemâli âhiret âleminde. Belki burada da gösterebilir kendisini, kâdirdir ama her kula müyesser olmaz. Hazret-i Muhammed’in yolundan gidersen, O’na mi’râcda cemâlini gösterdiği gibi sana da keyfiyeti mechûl, altı cihetden münezzeh olarak gösterir. Nasıl? Ne bileyim ben. Görenle gösteren bilir. O kadar. Tarîf olmaz o. 

İşte bir tânesi Allah’a inanmak. Biri de öldükden sonra dirilmek ve bu kısa hayâtın hisâbını, bu ilme vâkıf olan, sâhib olan, her şeyi gören, her şeyi bilen Allah’a vermek, bunu kabûl etmek. En mühim budur. Altı rükündür, iki rüknü ehem-i mühimdir.

Übey ibn Halef denen iblîs, mezarlıkdan çürümüş kemikleri almış, gelmiş Hazret-i Peygamber’in huzûruna, kemikleri böyle elleriyle ufalamış, Peygamber’in yüzüne karşı üfürmüş, püfff, “Yâ Muhammed, bunlar mı dirilecek” diye soruyor. Halbuki görmüyor ki her ânda insan ölüyor ve her ânda diriliyor. Her ân! Ke lemhi’l-basar yani gözü açıp kapayıncaya kadar. Hattâ göz açıp kapamakdan daha süratli. Her ân ölüp diriliyoruz. O kadar süratli oluyor ki, zannediyoruz ki biz yaşıyoruz. Elektrik gibi. Elektrik söner ve yanar ama süratli olduğu için hep yanıyor görüyoruz. Öyle değil. Hayât da böyle. Allah’ın bütün sıfatları, ihyâ sıfatı, imâte sıfatı, rezzâk sıfatı, fettâh sıfatı, hannân, mennân, deyyân, sübhân, bütün sıfatları her ân zâhir olur, her ân tecellî eder yani. Herkes bunun farkına varamaz. Bilmiyor onu kalkıyor, kemikleri avucunda ufalamış böyle, Peygamber’in yüzüne karşı üfürüyor. Bunu düşünemiyor. Çünkü kafası var, beyni yok. Beyni var, düşüncesi yok. Aklı var, aklına güveniyor. Halbuki akıl bir beygire benziyor. Adamı denizin kenarına kadar götürür, ileri götürmez ki o. O akl-ı maâş o. Bir de akl-ı maâd var, Allah’a teslîmiyyet var, aşk var, kerem var, ihlâs var. 

Kemikleri ufalamış üfürmüş böyle, püfff, “Yâ Muhammed bunlar mı dirilecek” demiş. İşte bu hareketiyle Übey ibn Halef bugünkü haşr-ı ecsâdı inkâr edeceklerin sözcüsü oluyor, tercümanı oluyor yani. Hâlâ devâm ediyor yani Übey ibn Halef’in itirazları. “Öldükden sonra nasıl dirilirmiş insan” diyenlerin o günkü dili o, tercümanı o ve devam ediyor aynı şey. Allah cevâb veriyor, “اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ * وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُۜ قَالَ مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يمٌقُلْ يُحْي۪يهَا الَّذ۪ٓي اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَل۪يمٌۙ e velem yera’l-insanü ennâ halaknâhüm min nutfetin fe hüve hasîmün mübîn, ve darabelenâ meselen ve nesiye halkah, kâle men yuhyi’l-izâme ve hüve ramîm. Kul yuhyîhellezî enşeehâ evvele merra, ve hüve bi külli halkin alîm”. "İnsanoğlu neden halk olunduğunu unutdu da şimdi bize apâşikâr bir hasım mı oluyor! Bu kemikleri mi Allah diriltecek diyerek bize mesel îrâd ediyor!” 

Tüh! Beyinsiz! İnsan nereden halk olunduğunu düşünecek olursa. Çünkü seni yaratmadan evvel senin ne modelin vardı, ne bir misâlin vardı. Seni modelsiz, misâlsiz yaradan Allah seni öldürdükden sonra tekrar yaratmakda acze mi düşecek yani! Bir karıncayı yaratması, bir sivrisineği halk etmesi, bir sineği halk etmesi, sizin snake değil bizim sinek, yani yılan değil bizim sinek, lazın dediği gibi, “Sizin çum değil bizum çum” dedi, kâinâtı halk etmesi Allah için birdir. Ha bir sineği halk etmiş, ha bir mikrobu, hâ kâinâtı.

Halbuki sen he ân ölüp diriliyorsun, elektrik gibi. Oooo kaç milyon defa öldün kaç milyon defa dirildin, haberin bile yok senin öldüğünden dirildiğinden. Ya vücûdundaki ordular? İçerideki ordular, milyonlar, harb ediyor mütemâdî sûretde içeride. Bir katre suyun içerisinde kaç tâne insan var biliyor musun, erkeğe verilen suda? Bütün dünyâ bilgisayarlarını toplasınlar, bir insanın beynini karşılamaz. Ne kadar bilgisayar varsa hepsini toplasınlar bir araya getirsinler, bir insanın beynini tutmaz. Sonra kalkmış inkâr ediyor. Görmüyor musun ilkbaharda ölü toprak nasıl diriliyor. وَاٰيَةٌ لَهُمُ الْاَرْضُ الْمَيْتَةُۚ اَحْيَيْنَاهَا وَاَخْرَجْنَا مِنْهَا حَبًّا فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ ve âyetü’l-lehümü’l-ardu’l-meyte ve ahyeynâhâ ve ahrecnâ minhâ habben fe minhü ye’külûn”. Ölü ard diriliyor, sana mezrûât veriyor, buğday çıkartıyor, üzüm veriyor, bilmem nohutdu, fasulyeydi, baklaydı filan. Çiçekler ayrı ayrı, rengârenk, kokuları ayrı, tatları ayrı, zevkleri ayrı. Bir bahçenin içerisinde elli çeşit mezrûât bitiyor, hepsinin lezzeti ayrı. Bir tencerede pişen yemek böyle olur mu? Hepsi bir olması lâzım gelir. Bir tencerede pişiyor. Bahçeyi tencere farzet. Görmüyor musun?
Nola bir tevbeye gelsen öliversen eyâ miskîn
Emânet cânın ıssına viriversen eyâ miskîn
Bu dünyâda yüriyenler sine giriserdir anlar
Yir altında kalırsarsın nice yıllar eyâ miskîn
www.muzafferozak.com

Listeye geri dön