Kul hüvellezi zeraeküm fi'l-ardi ve ileyhi tuhşerûn. Ve yekûlune metâ hâze'l-va'dü in küntüm sâdıkîn. Kul inneme'l-'ilmu 'indallah ve innemâ ene nezîrun mübîn.
Sadakallahü'l-azim.
Okumuş olduğum âyetden denizlerden bir katre, güneşden bir hüzme, kâinâtdan bir zerre olarak size bundan evvelki haftalarda ilmimizin yetdiği kadar, sizin nasîbiniz kadar, sizlere anlatdık. Yine aynı âyet üzerinde duracağız. Çünkü Kur`ân-ı Kerîm'in bir âyeti, cemî' Kur`ân'ı tefsîre kâfîdir. Kur`ân mucizedir çünkü. Onun için gene aynı âyet üzerinde duracağız, nasîbimiz neyse onu söyleyeceğiz ve nasîbimiz kadar da öğreneceğiz ve onunla âmil olacağız. Yani işittiklerimizi yapacağız. İşitip de yapmazsak bir fâide temin edemeyiz. Muhakkak insan işittiğini yapmalıdır. Yani dîn husûsâtında. Sonra, yaparken de ihlâs ile yapmalıdır. Riyâen, gösteriş için yapmamalıdır yani Allah için yapmalıdır.
Okuduğum âyet-i kerîmede, "قُلْ هُوَ الَّذ۪ي ذَرَاَكُمْ فِي الْاَرْضِ وَاِلَيْهِ تُحْشَرُونَ kul hüvellezi zeraeküm fi'l-ardi ve ileyhi tuhşerûn", burada iki mühim madde var, âyet-i kerîmenin içerisinde. Bir tânesi ölüm, bir tânesi Allah huzûruna çıkmak ve bu kısa hayâtın hesâbını Allah'a vermek. Yani iki şeyi unutmayan, ebediyyete erişdi ve ebedî istikbâlini kazandı. Bunun bir tânesi ölümünü unutmamak. İkincisi Allah'ı unutmamak. Bir kimse bunları unutursa, ölümü ve Allah'ı, o kimse helâk oldu demekdir.
"Hüvellezî", o Allah ki, "zeraeküm fi'lard", sizi kürre-i arddan zer edecek yani biçecek. Getirdi, halk etdi, sonra helâk edecek, öldürecek. Rûh âlem-i ulvîye yani âlem-i berzaha, vücûd âlem-i süflîye. Fakat her rûh ulvî âleme gidemeyecek. Onların bazılarını gökden çevirirler. Rûh kabz oldu mu, yani vücûddan rûh çıkdı mı, semâya doğru urûc eder o. A'mâl-i sâliha erbâbı ise, nereden geldi, nereye gitdi, niçin geldi, niçin gitdi, niçinini, kulluğunu öğrendiyse, bildiyse, nefsini tanıdıysa, o vakit onu huzûra alırlar, semâya urûc eder. Eğer böyle olmadıysa, hayvan gibi yalnız yedi, içdi ve vücûdun ihtiyâcını gördü, rûhun ihtiyâcını görmedi, kulluğunu, abdiyyetini unutdu, Allah'I bilmedi. Vazîfesi bu idi.
Çünkü Allah dşyor ki Kur`ân-ı Kerîm'de, "وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ vemâ halaktü'l-cinne ve'l-inse illâ li ya'budûn", illâ li ya'rifûn. Yani Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki, "Cinleri ve insanları bana ibâdet etmeleri için halk etdim". Müfessirîn-i kirâm hazerâtı, "li ya'rifûn" diye tefsîr ediyorlar. Yani Allah'ı bilmek, Allah'ı bulmak, Hakk'lı gönül sâhibi olmak için Allah halk etdi bizleri. Kısa bir müddet içinde bu.
Dikkat etmiyor musun? Cenâze namazına gidiyorsunuz tabii, değil mi? Bazı gâfiller gibi olmuyorsunuz. Yani musallâya cenâzeyi koyuyorlar, kenara çekilip karşıdan bakıyorlar. Yani ölüm ona var bana yok diye. Halbuki cenâzeye kâim olmakdan murâd, cenâzenin namazını kılmak ve onun affı için Allah'a yalvarmakdır. Yani cenâze için duâdır namaz. Kılmazsan ne menfaatin var, niye geldin oraya? Karışmıyoruz ama dîn-i islâm noktasından böyle düşünmek lâzım geliyor. Şefkatin, merhametin, ölüye karşı bir hürmetin varsa, ölen kişiye karşı...Zâten mü'minler ölmezler, hayvanlar ölür. "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah" diyen, lisân ile bunu ikrâr eden, kalbiyle bunu tasdîk eden ve kalbleri uyanık olan, onlar ölmezler, onlar olurlar.
İşte bu sırr-ı Kur`ân'dır "küllü men 'aleyhâ fân"dır
İki kapılı bir handır konan göçer karâr olmaz
Bir yerden bir yere nakil meselesidir. Duâya muhtâcdır. Yani namazını kılarsın, senin kıldığın namazla Allah belki o meyyitin suçlarını affeder. Veyâhud o meyyitin namazını kıldığından dolayı senin suçlarını Allah affeder. O da var, öylesi de var.
Meselâ İmâm-ı Şâfiî rahimehullah Hazretleri demiş ki Seyyide Hâtun'a, Seyyide Hâtun Âl-i Muhammed'den bir hâtun, evlâd-ı Hüseyn'den. Onu çok severmiş, yani hürmet ediyor ona.
Malûm-ı ihsânınız Peygamber'in sülâlesine ve sâdâta ve şürefâya gelirken ayağa kalkmak lâzımdır. Yedi adım öteden gelirken ayağa kalkacaksın, yedi adım gidinceye kadar ayakda duracaksın sâdâta. Neden? Çünkü nûr-ı Muhammedî, cüz-i Ahmedî taşıyor o. Ama fî zamâninâ, seyyid kimdir, şerîf kimdir, âlim kimdir, âbid kimdir, zâhid kimdir, bilmiyoruz böyle şey. Ancak kimin malı var, kimin parası var, iffeti olmasın, nâmûsu olmasın ama parası var ya! Tapdığı onun o çünkü, ilâhı, ona tapıyor.
Halbuki bizim bu konuşduklarımız, kıyâmet gününe inananlar, cennet ve cehennemin vâr olduğunu kabûl edenler içindir, konuşduğum sözler benim. Ama sen ister bunu kabûl et, hani cennet cehennem var mı yok mu kıyâmet var mı yok mu, öldükden sonra dirilmek var mı yok mu, ister kabûl et, ister etme, bu olacak bu. Senin inkârınla değil. Benim ikrârımla da değil. Olacak bu muhakkak. Yapdığının cezâsını göreceksin.
Mâdem ölüyoruz, rütbeler mülgâ. Görüyorsun ya, yatıyorlar musallâya, "er kişi niyetine" yâhud "hâtun kişi niyetine" diyorlar. "Filanca beyefendinin niyetine" denmiyor, "filanca hanımefendinin niyetine" denmiyor, er kişi, hâtun kişi. Çünkü rütbeler kalkmışdır. Pâdişah olsa dahi. Er olabildinse ne mutlu sana. Rütbe bakımından erden bahsetmiyorum, rütbeden, erden. Allah eri! Allah'ı bildin mi? Allah'ı zikretdin mi? Allah korkusuyla kalbin çarpdı mı? Allah korkusuyla gözyaşı dökdün mü? Allah aşkıyla bir kerre ağladın mı? İşte er bunlar. Er kime derler? Allah'ın zikrinden onu hiç bir şey men etmez. Bütün cihân kâfir olsa, onu zikirden men etmeğe kalksalar, onu zikrullahdan men etmez, kimse edemez. Mal, mülk, kasa, rütbe, kese, evlad, hiç bir şey! O zikrullahda dâim ve kâimdir. Lisânında ismullah, gönlünde muhabbetullah, muhabbet-i Resûlillah. Er işte bu! Kadınlar da er sayılır.
Demiş ki Cenâb-ı Şâfîi rahimehullah...
Dört mezheb vardır, mühim mezhebler. Çok mezheb var, fakat dört mezheb var, mühim olan mezhebler. Mâlikî, Hanbelî, Şâfiî, bir de Hanefî. Türklerin ekserisi Mezheb-i Hanefî'dendir, Türklerin ekserisi. Binâenalâzâlik, bu İmâm-ı Şâfîi, bu mezheb imâmı, müctehid ki Âl-i Muhammed'dendir, yani Kureşî'dir kendisi ve kutubdur, kutublardandır. Maneviyyatda mertebesi çok yüksek bir zât-ı muhteremdir, bir zât-ı akdesdir. Maneviyyatda kutubdur. Âl-i Muhammed'dendir yani Peygamber'in sülâlesinden, yani Kureşîdir.
Demiş ki, "Ben öldüğüm vakitde Seyyide Hâtun benim üstüme namaz kılsın" demiş.
"Efendim, kadınlar cenâze namazı kılar mı?", kılarlar. Kadınlar cenâze namazı kılarlar. Ama şimdi fî zamâninâ ulemâ men etmişler. Çünkü neden? Bağırıp, çağırırlar, üstlerini yırtarlar diye. Yine kabre gitmeleri men edilmişdir, feryâd u figân ederler diye. Bir de kendi başlarına kabre giderlerse, edebsizler tarafından belki kendilerine tecâvüz olunabilir diye müctehidîn-i kirâm hazerâtı kadınların tek başına kabristana gitmelerini men etmişdir. Yoksa kadınlar cenâze namazı kılarlar. KıImazsa mes'ûl olmaz, kılarsa me'cûr olur.
Ve kılmış. İyi dinle! Onun için, anlatmak için söyledim bunu. Kılmış Seyyide Hâtun, sonra İmâm-ı Şâfiî'yi manâda görmüşler. Benim gibi adamlar değil tabii, o devirde Allah'a karîb olan velîler görmüşler. "Yâ İmâm, Allah sana ne muamele etdi?" demişler.
İyi dinle! Kulağını benden yana iyi ver. Benim sözlerim seni Hakk'a götürecekdir. Buradan girip buradan çıkmasın.
"Allah sana ne muamele etdi?". Buyurmuşlar ki, "Seyyide Hâtun benim namazımı kıldığı için Allah beni affetdi. Fakat benim üzerime yüz yirmi bin kişi namaz kıldı, benim namazımı kıldıkları için Allah yüz yirmi bin kişiyi affetdi" demiş.
Onun için bazen bir imam cenâzeyi yıkar, mukaddes bir adamdır o zât-ı muhterem ind-i ilâhîde, onun elini sürdüğü yerleri ateş yakmaz. Bir imam vardır, günahkardır, cenâzeyi yıkar, yıkanan cenâze Allah'ın kurbiyyetinde bir velîdir, onu meshetdi diye Allah imamı yakmaz bu sefer. Geçiyoruz.
Mühim bir şey söyleyecekdim. Hah, buldum, söyleyeceğim. Cenâze namazı kılıyoruz değil mi? Cenâze namazının kâmeti var mı kâmeti? Kâmet ne demek, gençler belki bilmiyorlar. Yani diyor ya, hayye ale's-salah, hayye ale'l-felâh, kad kâmeti's-salah, hemen namaza duruyoruz ya. Cenâze namazının kâmeti var mı? Ya ezânı? Bazen salâ veriyorlar, cenâze olduğunu haber vermek için. Ne kadar güzel salât ü selâm vermek Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme. Cenâze namazının ezânı ve kâmeti nerededir? Niçin cenâzeye namaz kılıyoruz da onun kâmeti ve ezânı okunmaz? Onu soruyorum. Değil mi? Cenâze namazı kılıyoruz, kâmeti ve ezânı yok. Ne vakit okunuyor bunun ezânı acabâ?
Doğduğu vakitde yavruyu, babası biliyorsa babası, babası bilmiyorsa dedesi, dedesi bilmiyorsa hangi câmide, hangi imamın arkasında namaz kılıyorsa, hangi imamı seviyorsa, hangi hatîbi, hangi vâizi, hangi dîn adamını, onu çağırıp, "Efendi, benim evlâdımda bir isim koy". Neden? O kudsî zât çocuğu kucağına alıyor, onun sağ kulağına ezân okuyor, sol kulağına da kâmet veriyor. İşte bu ezânla kâmet cenâze namazının kâmeti ve ezânıdır. İyi dinle! Nasıl ki ezân okundu, kâmet edildi mi hemen namaza duruyoruz, dünyâ hayâtının kısa olduğunu bildiriyoruz. Namaz ile kâmet arasında ne kadar fark var? İşte hayat bundan ibâret. Yani,
Ana rahminden çıkdık pazara
Bir kefen aldık döndük mezara
Bir mezarcı bir veliyyulahın elini tutmağa gemiş, mezar kazıcı yani.
Ekseri cenâze gömenler, imam efendiler, cenâzeye bol bol gidenler, bol bol cenâze yıkayanlar ve mezarcıların kalbleri katı olur. Ölüyü göre göre, onlar ile Allah arasında bir perde hâsıl olur. Yani kalbleri katılaşır. Altı ayda bir cenâzeye giden, cenâzeyi gördüğü vakitde ağlayabilir, ölüm hatırına gelir. Fakat her gün cenâzeye giden bir kimse, hatırlayamaz ölümü. Hattâ ölümü bekler, eğer para kazanıyorsa ondan, "Birisi ölse de para alsam" filan diye. Öyle gâfildir. Ahmakdır çünkü.
O mezarcı ne gördüyse görmüş, bir veliyyullaha gelmiş.
İyi dinle! Hikâye diye dinleme! Olmuş bir hâdise. Belki senin de başına gelebilir.
Demiş, "Efendi, tövbeye geldim" demiş. "Ne iş yapıyorsun?" demiş. "Kabir kazıyorum ben. Meyyitlerin kabrini kazarım, mezarcıyım" demiş. "Peki şimdiye kadar niçin tövbe etmedin? Şimdi geldin, şu ânda, epey yaşın geçmiş, belin bükülmüş, saçına sakalına kır düşmüş".
Yani ölüm elçileri gelmiş. Haberin yok mu hâlâ? Saçına sakalına beyaz düşdü, ölüm elçileri sana geldi, ölümün habercileri, sen hiç farkında bile değilsin. Hâlâ günah işliyorsun. Hâlâ ibâdet ve tâatdan berîsin. Haberin yok abdestden, namazdan, gusülden, hacdan, salât ü selâmdan filan. Hiç! Hiç! Azîzim bir yolcu, gelecek olan vâsıtanın ne vakit geleceğini bilmediğinden dolayı dâimâ eşyâsını hazır tutup beklemesi lâzımdır. Niye? Vâsıta gelecek, hemen binmesi lâzım. Bilmiyor ne vakit geleceğini de. Aynı hayatda böyle olunuz. Malınızı, mülkünüzü, her şeyinizi toplayınız, akşam da vasiyetinizi başınızın altına yazınız. Çünkü o gelici olan vâsıta bir gün ansızın gelecek sana. Ne vakit geleceği malûm değil. Hemen hazır ol, yürü. Çünkü yol oğlusun, gurbetdesin, vuslata gideceksin, eğer gidebilirsen.
Dedi, "Efendi, ben geç kalmadım" dedi, "mâdem ki cân tendedir, geç kalmadım". "Evet, geç kalmadın, öyle, gel bakayım buraya" dedi.
"Efendim, benim haberim yok". Gençlere söylüyorum şimdi, hitâb ediyorum. "Benim saçımda sakalımda beyaz yok, bana haber gelmedi". Nasıl gelmedi? Hani deden? Hani komşuların? Hani her gün ölenler? Onlar sana haberci işte. O yolculuğu haber veriyor. Duyana! Görene! Köre ne! Duyana! Sağıra ne! Ben hakîkati işitmekden bahsetdim, dünyâ kelâmından değil.
"Efendim" dedi, "bir haftadan beri birhâl ârız oldu. Hiç şimdiye kadar görmezdim ben, hattâ cenâze beklerdim, gelsin de kabir kazayım, para kazanayım diye. Bir haftadan beri ben kabri kazıp hazırlıyorum, bir zât geliyor omuzunda bir heybeyle, bir zenbille, gelip kabrin içerisine döküyor". "Ne döküyor?". "Ya güller gülistanlar döküyor, ya güller, sünbüller, reyhanlar döküyor, yâhud akrepler, yılanlar döküyor" dedi. "Ama ben ne bu yılanları öldürmeye kâdir oluyorum ne gülleri alabiliyorum. Görüyorum, meyyiti getiriyorlar, bazı meyyite o yılanlar akrepler sarılıyor, bazıları güller içerisinde" dedi. "Ben bunu görünce artık mahşer gününü, kabir âlemini, öteki âlemi, gözlerimle görmeğe başladım, onun için tövbeye geldim. Beni tövbe etdir" dedi. Yani ben Allah'a rücû edeyim dedi. Acaba anlatabildim mi?
Onun için gitdiğiniz vakitde, yani bizim cesedimizi de kabre koydukları vakitde, ya güller ve sünbüller ve reyhanlarla kabir bezenir, ya cennet bahçesinden bir bahçe olur, veyâhud cehennem çukurundan bir çukur olur. Bizden evvel götürüp akrebini, yılanını atarlar oraya. Yılanını, akrebini, ateşini sen buradan götürürsün. Orada yılan, çıyan, akrep yok, buradan götürüyorsun ne götüreceksen. Cennetin miftâhı da buradan götürülür, cennetin derecâtı da, hûrilerin, gılmanların, vildanların bahâsı da buradan verilir. "Ed-dünyâ mezrûatü'l-âhire"dir. Hemen eteğini beline sok, gayret kemerini beline bağla, hemen Rabbü'l-âlemîn'in huzûruna dur, ibâdet tâata başla. Hemen serîu'z-zevâl ömür, gelip geçicidir. Çocukluk, gençlik, dinçlik derken, bir de bakıyorsun ki daha ihtiyarlığa varmadan, yol kabristana düşüyor. "Filanca nerede?". "Sizlere ömür oldu" diyor. "Allah Allah diri adamdı, akşam gördüm ben onu". Gördün ama ne yapalım, sabahleyin bir pehlivana uğradı ki, o pehlivanın sırtını kimse tuşa getiremez. O kimi tutarsa, pâdişah, paşa, zâlim, hâin, kim olursa olsun, sırtını tuşa getirir. Ona melekü'l-mevt derler. Onu hakâretle yâd etme, "Azrâil gibi adam" deme. En sonunda onunla karşılaşacaksın. Azrâil aleyhisselâm de. Nasıl olursan öyle tecellî eder. Ya gülerek gelir, sana bir gül koklatır, "Bunu sana Cenâb-ı Hakk cennetinden gönderdi" der, koklarsın, bir de bakarsın ki, rûhunu teslîm etmişsin.
Çok acıdır ölüm. Vallahi böyledir! Çünkü muhbir-i sâdık Muhammed Mustafâ böyle haber vermişdir. Yani rûhun cesedden ayrılması, üç yüz kılıç darbesi gibidir. Onun acısı gibi. Üç yüz kılıçla bir adamı vururlarsa, üç yüz tâne kılıçla böyle, neyse acısı odur diyor Peygamberimiz. Ama mü'minlere, âşık u sâdıkâna tereyağından kıl çeker gibidir. Hangisini istiyorsun? Mutlaka bununla karşılaşacaksın! Bu söz hocanın sözü değil, bu söz imamın sözü değil, müftünün, diyânet reisinin sözü değil bu. Allah'ın Resûlü Muhammed Mustafâ'nın sözüdür. Karşılaşacaksın. Hangisini istiyorsun? Üç yüz kılıç darbesi mi yemek istiyorsun?
"Efendi, bunun Kur`ân'da misâli var mı?". Tabii var. Yûsuf'un cemâlini gören Mısır hâtunları ellerini kesdiler, acısını duymadılar. İşte ârifler, sâdıklar, sâlihler, âşıklar, Allah diyenler mahrûm olmayacaklar, o anda ya Cemâl-i Muhammed Mustafâ, ya cennetin derecâtı, veyâhud lutf u kerem-i ilâhî ile Melekü'l-mevt cennetden sana bir elma yâhud bir gül getirir verir, "Bunu Allah sana gönderdi" der. Senin makâmına göre yani. Sen onu koklarken, kılıcının acısını duymazsın. Bir de bakarsın ki cesedini yıkıyorlar senin, teneşirin üzerinde.
Bu böyle olacak! Şişeler boş. Hiç şişenin dibi sana fayda vermeyecekdir, belki cezâsını göreceksin. Allah'ın sevmediği sıfatlara bürünme! Öyle içkiydi, fışkıydı, zinâydı filan bunlarla uğraşma! Aklını başına al! Allah yolunda yürü! Helâlından kazan helâlına sarfet. Allah'ın emrinden dışarı çıkma. Hazret-i Muhammed'in çizdiği yoldan yürü. Allah'ın rızâsına, rıdvânına, cennetine er. Nihâyet ölüm. Bu kadar kâfî.
Yâ Rabbi, bu sıcak günde, senin beytine bizi davet etdin, geldik, sen çağırmasan biz buraya gelemezdik. Burada biraz terledik ama yâ Rabbi yevm-i kıyâmetde insanların kafatası üzerine güneş indirildiği vakitde, yani kafatası içinde beyinle rkaynadığı vakitde, bizi Resûlullah'ın sancağı altına böylece cem et, arşın gölgesinde gölgelendir.
Efendi Hazretleri, bu hutbesini, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 20 Ağustos 1982 (1 Zilkâde 1402) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.