10 Şubat 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Kitâbü'n-Netîcesinde buyuruyorlar ki :
Beyne'l-işâ'eyn bazı emrâz hasebiyle bir ihrâm ile bürünüp yatarken hitâb-ı gaybî vârid oldu ki : "Bürünüp yatmayınız. Zîrâ böyle kendini setr eden fâideden 'uryândır". Yani bu telebbüsün zımnında 'uryânlık vardır. Şol cihetden ki Allâhu Te'âlâ Resûlullâh'a, sallallâhu aleyhi ve sellem, buyurmuşdur ki : "يَٓا اَيُّهَا الْمُدَّثِّرُۙ yâ eyyühe'l-müddessiru". Yani ibtidâ-i nübüvvetde ki Cenâb-ı Nübüvvet'e bu tedessür vâkı' olmuş idi, tedessürü terk eylemek ve kıyâm ve inzâra meşgûl olmakla me'mûr oldu.
Ve elifât-i erba'ada vâkı' olan haccda re's-i şerîf-i nebevî'de iken bu fakîre, "قُمْ فَاَنْذِرْۙ kum fe enzir" diye hitâb-ı ilâhî vârid olup onun satvetinden meclisimden bi'l-ıztırâr kıyâm edip yemîn ve şimâlime nazar etdim ki bu hitâbın aslı ne ola diye. Âhir bu kıyâm ve inzârdan murâd ne ma'nâ olduğu işâret olunup ibtidâ kendi vücûdumu inzâr ve sâniyen inzâr-ı halka iştigâl mukarrer olıcak vücûdumda olan ıztırâb sâkin olup yine yerime oturup murâkabeye meşgûl oldum.
Ve ol vakitden vakt-i tahrîre gelince yirmi altı senedir ki halk ile ibtilâ-i 'azîm hâsıl olup husûsâ bu esnâda bazı esfâr ve seyâhâtle dahi me'mûr olup âhir yine belde-i Bursa'ya 'avdetle işâret olunduğumda müddet-i 'avdetimden bir sene mürûrundan sonra hitâb-ı mezkûr i'âde olunup tarîk-ı letâfetden denildi ki : "Ey müddessir! Kendini setr etmekle olmaz, belki da'vet-i ilallâh tarîkında nehdat ve ihtimâm lâzımdır ki selef bu yola sülûk etmişler ve bu derd ile gelip gitmişlerdir. Sen dahi teşmîr-i sâk eyle ve her ne hâl ise mevt-i tabî'î gelinceye dek mukâsât-i şedâid eyle, tâ ki cem' içinde farkı bulasın ve yine fark içinde ehl-i cem' olasın ve vücûdunu fenâ ve bekâ ile tekmîl edip tarîkın olan Celvetî sırrına eresin. Zîrâ Celvetî'nin bidâyeti halvetdir ki mâsivâdan bi'l-külliyye boşalmakdır. Ve gâyet ve netîcesi sıfat-ı ilâhiyye ile cilâ ve zuhûrdur ki evvelkisi mebde' me'âd olmakdır ki tavr-ı insânîde kemâl-i ilâhîdir. Ve ikincisi me'âd mebde' olmakdır ki tavr-ı ilâhîde kemâl-i insânîdir. Ve bu netîce ve 'avdet hâsıl olmadıkça da'vet-i ilallâh dahi tâmm olmaz.
Ve bu fakîrin târîh-i mezkûrda Haremeyn-i Şerîfeyn'e duhûlü seyr-i evvele nâzır ve sâniyen Bursa'ya 'avdeti seyr-i sânîye nâzırdır. Ve seyâhât-i kesîreden sonra tekrâr Bursa'ya 'avdet-i sâniye bu seyr-i sânîyi te'kîd ve takviyet bâbından oldu ki evâhir-i 'ömrün nişânlarındandır. Ve her hakîkatin bir sûreti olduğu hod mukarrerdir. İşte tedessür, gûyâ 'âlem-i "ev ednâ"da ihtifâ sûreti oldu ki bu ihtifâda da'vet-i ilallâh zuhûru yokdur. Ve ol 'âlemde bekâ ve râhat isteyen bu da'vet libâsından 'ârî kalır. İmdi makâm-ı "kâbe kavseyn"e nüzûl ve 'âlem-i farka duhûl lâzımdır ki bu zuhûr her ne kadar 'uryânlık gibi olsa da yine onun zımnında libâs vardır.
'Aceb işâret-i ilâhiyyedir ki sûret-i terkîb bile hadd-i i'câzdadır. Nitekim 'ârif-i billâh olanların nazarlarında rûşendir. Bak imdi bu teşrîf-i ilâhîye ki bu ednâ fakîre Habîb-i A'lâ'ya hitâbıyla hitâb edip onun elkâb-ı müşerrefesinden olan müddessir lakabıyla telkîb etdi ve esnâ-i marazda ne makûle sıhhat-i 'acîbe verdi. Evvelâ maraz ile mübtelâ ve sâniyen ihrâm ile tedessüre ilcâ edip bu hâl içinde ne netîce gösterdi ki netâic-i ahvâl-i enbiyâ ve evliyânın eşrâfındandır. "ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ zâlike fadlullahi yü'tîhi men yeşâ".
Yani bu bir saltanatdır ki 'ubûdiyyet-i kâmileyi müştemildir. Ve ol 'ubûdiyyet ol saltanatın şükrüdür. Nitekim ma'rifetullâh onun sırrıdır. Pes, her kimde ki sırr-ı ma'rifet ve sûret-i 'ubûdiyyet olmaya, sûretâ sultân ise de ma'nâda ra'iyyetden kalmaz. Ve her kim ki onunla kâim ola, sûretde gedâ ise de ma'nâda sultândan geri olmaz. İşte, "hüm mülûkün tahte'l-atmâr (onlar eski elbiseler altında gizlenmiş sultanlardır)" sırrı budur. Zîrâ mülûk ve selâtîn-i sûriyye suver-i esmâ ile kâimler ve mülûk ve selâtîn-i ma'neviyye hakâik-ı esmâ ile mütehakkıklardır.
Ve sûret hakîkatin kışrı menzilesindedir. Pes, maksûdün-bi'z-zât olan kışr değil belki lübbdür. Zîrâ lübb kışrın netîcesidir. Ve cemî'-i zavâhirden murâd libâsı yüzünden metâlibe vusûldür. Yani zavâhir bevâtına âyîne olmak için halk olunmuşdur. Onun için dünyâ ve mâ-fîhâdan tenfîr olundu, maa-hâzâ halk olunmasıyla imtinân dahi kılındı. İmdi imtinânın sırrı budur ki Allâhu Te'âlâ eşyâyı esmâsına âyîne kılmışdır. Bu cihetden eşyâ ni'am-ı celîle-i ilâhîyyedir. Ve tenfîrin sırrı budur ki maksûdun bi'z-zâta tahrîkdir, tâ ki suverde kalmayıp ma'ânîye intikâl edeler. Zîrâ şeref-i insân basîretledir, yalnız basarla değildir. Ve basîret 'âlem-i melekûtdan ve hakâikdandır. Pes, şol yerde ki hakâik olmaya suverden ne hâsıldır?