Otobiyografi-1969

26 Kasım 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

Fahreddin Efendi

Hicrî 1332, Milâdî 1916 yılında İstanbul'da Fâtih kazâsı Karagümrük nahiyesinin Derviş Ali mahallesinde doğdum. Babam Mehmed Efendi, Konya vilâyetinin İnnice Köyü halkından Süleyman Efendi'nin oğludur. Büyük dedem Cebeci Hüseyin Bey'dir. Annem Âişe Hanım ise Romanya'nın Köstence vilâyetine bağlı Osman Faki köyü halkından kaptan İbrahim Efendi ile Hatice Hanım'ın kızlarıdır. Annemin annesi Hatice Hanım'ın babası es-Seyyid eş-Şeyh Hâfız Hüseyin Efendi, Halvetî tarikatının Nûreddin Cerrâhî kolu Yanbolu Dergâhı şeyhidir. Annemin babası Kaptan İbrahim Efendi'nin büyük dedesi de Baltacı Mehmed Paşa'dır.

Ulemâdan olan babam Mehmed Efendi, İstanbul'da Kurşunlu Medrese'de tahsilini tamamladıktan sonra, tayin olunduğu Şumnu'da, takdîr-i ezelî îcâbı annemle evlenmişler ve bu izdivaçlarından on üç çocuk sâhibi olmuşlarsa da, ekserîsi pek küçük çağlarında dârü'l-bekâya göçmüşlerdir.

Ben fakîr ise, ana ve babamım on üçüncü ve en son evladları olarak, henüz altı aylık iken, babam Mehmed Efendi zâlimlerden gördüğü zulüm, haksızlık ve mihnetler netîcesinde vakitsiz yorulup yıpranan ve bozulan sıhhatine rağmen, bir gece teheccüd namazını edâ niyet ve gayretiyle kalkarak abdest alırken, bir ayağını yıkamış diğerini yıkamağa hazırlandığı sırada, her fânî için muhakkak ve mukadder olan âkıbet gelip erişmiş ve ömrü boyunca kalbinden eksik olmayan aşkullah, muhabetullah ve muhabbet-i Resulullah ve mübârek dilinden eksik olmayan zikrullah ve zikr-i Resûlullah olduğu hâlde ecel şerbetini içmiş, zâlimlerden hakkını almak üzere mahkeme-i kübrânın inikâd edeceği o büyük cezâ gününe intizâren, cân u gönülden bağlı bulunduğu Rabbine mülâkî olmuş, bizleri mahzûn ve yetîm bırakarak âhiret yolculuğu denilen o ulu sefere çıkıvermişdir.

Esâsen ailemiz 1293 yılında anacağımın doğum yeri olan diyâr-ı küfrden, sırr-ı Muhammedî zuhûru ile darü'l-emân olan İstanbul'a hicret ederek bu belde-i tayyibeyi menzil-i mesken ittihâz edip yerleşmiş ve mihmandâr-ı Resûlullah'a dehâlet ve ilticâ ile, onun kanadı altında kâfirden gördüğü ezâ ve cefâyı ancak unutabilmeğe çalışırken, babacığımın âlem-i cemâle intikali, firâk ateşini yüreklerimize sarmışdır.

Babamdan intikâl eden ve bizlere ömrümüz boyunca yetecek vüsat ve kifâyetde bulunan emvâl ve emlâk, birkaç yıl içinde yine kâfirlerin tasallut ve tecâvüzüne marûz kalmış, yelkenli iki gemimiz, Tekirdağına giderken Yunanlılar tarafından batırılmış, en büyüğümüz olan Murat Reis işgal kuvvetleri ile yapdığı bir müsâdemede yaralanmış, lâyıkı vechile tedâvi ve ihtimâm görmediğinden, birkaç ay sonra o da vefât etmişdir.

Kısa fâsılalarla yekdiğerini takîb eden bu iki büyük acının manevî ızdırâbına, hayât ve maîşet kayguları da inzimâm edince, başda merhûme anacığım olmak üzere, Çanakkale Harbinde şehîd olan Ahmed Dayım'ın kızları Emine Ablamla Müyesser Hanım ve ana-baba bir hemşîrem Hikmet Hanım'dan müteşekkil beş kişilik âciz ve kimsesiz âilenin geçim yükü, çok küçük yaşlarda bulunmama rağmen, sırtıma yüklenmiş ve bu fakîri daha o çağından itibaren dûçar olduğumuz fakr u zarûretle mücâdeleye mecbûr etmişdir.

Her ne kadar, amcalarımın hâlleri ve vakitleri yerinde idiyse de, bize sâhib çıkmamışlar, her manâda korunmağa ve kollanmağa muhtâc bulunduğumuz halde, bizleri hayât ve mukadderâtımızla başbaşa bırakmışlardı. Kısa bir müddet sonra, dayımın kızlarından Emine Ablam da lohusalıkla âlem-i cemâle göç eylemiş, hemşîresi Müyesser Hanım da evlenerek bizlerden alâkasını kesmişdi. Bu arada hemşîrem Hikmet Hanım da Bursalı Hâfız Sabri Efendi ile evlenerek Bursa'ya gitmiş ve orada yerleşmişdi. Biz, ana-oğul mütevekkilen alallah başbaşa kalmıştık. 

Nûr içinde yatsın, bir köy kızı olmasına rağmen uyanık bir hanım olan anacığım, her hâl ü kârda tahsîlimi de ihmâl etmiyor ve behemehal okumamı istiyordu. Besmele-i Şerîfi Karagümrük'de Atik Ali Paşa Camii İmâmı Hâfız Cafer Efendi'nin huzûrunda çekmiş ve daha sonra Poyraz Sokağında Uşşâkî Tarîkatı Pîr-i Sânîsi olan Cemâl-i Uşşâkî Efendimizin dergâhında, maalesef adını hatırlayamadığım bir hoca efendiden de ilk derslerimi almışdım.

Nihâyet Fatih'de bir hoca mektebine devâma başladım ve bu mektebde Şevket ve Kamil Efendi'lerden ders aldım. Cumhuriyet inkılâbı ile bu mekteb kapanınca, önce Sâliha Hâtun ilkokuluna ve daha sonra 20. İlkokul'a devâm ederek ilk tahsîlimi tamamladım.

Rahmetli anacığım, bu kadarını kâfî görmüyor ve her şeye rağmen benim tahsîlime devâmımı arzuluyordu. İtirâf ederim ki, ben de okumağa ve öğrenmeğe fevkalâde heveskâr ve kâbiliyyetli idim. Ne var ki, içinde bulunduğumuz fakr u zarûret de şiddet ve dehşetini her gün biraz daha artırıyordu. İlkokulu bitirdikcen sonra kayd olunduğum Gelenbevî Ortaokulundaki tahsîl yıllarımı her zaman içim sızlayarak hatırlarım. Hiçbir tarafdan gelirimiz olmadığı gibi, Allahu Teâlâ'dan gayrı güvenebilecek kimsemiz de yokdu. Çok geceler ana-oğul aç yatıyor, aç kalkıyorduk. Üst-baş, giyim-kuşam bakımından da aynı ıztırâr ve ihtiyaç içinde idik. Yiyecek ekmek bulamayan sessiz ve kimsesiz bir ana ile 10-12 yaşlarında bir yetîm, giyecek elbiseyi ve ayakkabıyı nereden ve nasıl temin edebilirlerdi?

Anacığım beni Dârüşşafaka'ya veya askerî okullardan herhangi birisine vermek ve böylelikle hem tahsîlimi, hem üst-başımı hem de yiyeceğimi teminat altına almak istiyordu. Fakat ne çare. Bütün kapılar sanki yüzümüze kapanmış, elimizden tutacak, bize yol gösterecek, böyle bir hayırlı işe vâsıta olabilecek hiç kimse de çıkmamışdı. Annemin çalışdığı bazı evlerden verilen eskileri giyiyor, onun canını dişine takarak sağlayabildiği birkaç kuruşla günümüzü gün etmeğe çalışıyorduk. Bu mahrûmiyyet ve sefâlete daha ne kadar ve nasıl tahammül edilebilirdi?

Her sünnet çocuğu gördüğüm zaman içim burkularak hatırladığım bir olayı, kendi sünnet cemiyetimi de anlatmadan geçemeyeceğim. Aksaray'da Muratpaşa'da bir mektebde, yetîmler için yapılan bir cemiyetde sünnet edilmişdim. Birlikde sünnet olduğumuz çocuklara birçok ziyâretçiler geliyor ve kendilerine birçok hediyeler getiriyorlardı. Benim yanımda ise bîçâre anacığımdan başka kimsem yokdu. Hediye getirmek şöyle dursun, hatırımı soran bile olmuyordu. Zavallı anacığım, başkaları için sevinç ve saâdet vesilesi olan böyle bir günde, hayatdaki tek dayanağı biricik oğlunun bu ilk mürüvvetinde, gözlerinden akan kanlı yaşları, sürûr ve neş'e tezâhürleri ile örtmeye ve gûyâ beni avutmaya çalışıyordu. O günün tek ve en değerli hediyesini de yine O'ndan almışdım. Bu hediye, mukavvadan kesilmiş ve kaba renklerle boyanmış bir Karagöz idi. Herkes cicili-bicili oyuncaklarıyla oynar ve oyalanırken, ben de anacığımın hediyesi olan Karagöz'ümle avunmuşdum. Onun için Karagöz'ü hâlâ çok severim. Karagöz'ün bana o günkü iyiliğini ve fedâkârlığını hiç unutmam ve nerede bir Karagöz görsem, onun donuk ve soluk renklerinde anacığımın gözyaşları ile ıslanan hüsrân ve ızdırâbını bulurum.

Fakr u zarûretden mütevellid, ağır ve dayanılmaz baskılar altında, ağlaya ağlaya mektebden ayrılırken neler hissettiğimi kelimeler ve cümlelerle ifâde edebilmek cidden mümkün değildir. Şu kadarını söyleyebilirim ki, tahsîli terk etmek bana açlıkdan da düşkünlükden de mahrûmiyyet ve sefâletden de ağır gelmişdir. Rabbim bu acıyı kimseye göstermesin.

Beni önce Atpazarında bir saracın yanına vermişlerdi. Bir müddet sonra oradan ayrıldım ve Zindankapısında huysuz ve aksi bir ihtiyarın yanına girdim. Bu zâtın zulümlerini ve haksızlıklarını hatırladıkça, hala ürperir ve bir insanın bu derece zâlim, geçimsiz ve dirliksiz olabileceğine bir türlü akıl erdiremem. Olur olmaz her şeye kızar, sebebli sebebsiz azarlar, akrep gibi sokmak için âdetâ bahane arardı. Bana otuz beş kuruş gündelik verdiği halde, rastgele bir hamalın bir liraya götürmeyeceği ağır yükleri, evinden dükkanına, dükkanından evine taşıtır, bir dakika soluk aldırmaz, akşamlara kadar durmadan, dinlenmeden çalıştırırdı.

Tereddüd etmeden söyleyebilirim ki, bu zâtın haksızlıklarına ve huysuzluklarına ancak îmân gücümle mukâvemet edebiliyordum. Çünkü bütün bu ağır şartlara rağmen, muntazaman namazımı kılar, okunan Kur`ân-ı Kerîm'i olanca dikkatimle dinler, manâsını anlayabilmek için Cenab-ı Hakk'dan feyz ve ilhâm niyâz ederdim.

İşte o günlerden birisinde Sultan Selim Camisinde nûr yüzlü bir zât-ı şerîf ile karşılaşdım. Vakit namazlarına sadâkatle devâm ettiğimi gören bu zât, benimle alâkadar oldu, derdimi dinledi, durumumu öğrendi. Tahsîle ve be-tahsis Kur`ân-ı Azîmü'ş-Şân'a olan bağlılığımı takdîr ve teşvîk ederek, bırakdığım yerden başlamak sûretiyle, Kur`ân-ı Mübîn'i bana talîme başladı. Neyleyim ki, kader hükmünü icrâda gecikmedi ve Abese sûre-i celîlesini ezberlediğim gün, hocam âhirete göç etdi. Bu muhterem zât, Yavuz Sultan Selim hazretlerinin türbedârı Hoca Hâfız Şâkir Efendi idi. Mevlâm garka-i garîk rahmet ve makâmını cennet eyleye.

Hâfız Şâkir Efendi merhûmun hakkımdaki teveccüh ve alâkası netîcesi olarak, aynı cami-i şerîfin hademesi de beni çok seviyorlardı. Hayat ve maîşet yükünün zahmet ve meşakkatleri arttıkça, bende olan aşk-ı ilâhî de her gün biraz daha artıyor, îmânın haz ve gurûruna, islâmın şuûr ve sürûruna varıyordum. İçinde bulunduğum ağır şartlara rağmen, birçok zevâtın hizmet ve vazîfelerini seve seve yapıyor ve bununla âdetâ iftihar ediyordum. Bu hizmet ve gayretlerim gözlerinden kaçmamış olmalıdır ki, hasta ve yatalak bir ihtiyar olan Mehmed Efendi'nin vazîfesini kendi aralarında idâreten bana tevcîh etmişlerdi.

Yanında çalışdığım ihtiyarın, taşıyamayacağım kadar ağır bir yük yüklemesi neticesi kasığım incindiği gün, işinden çıkarılmış ve hiç unutmam otuz beş kuruş gündeliğim evimize gönderilmişdi. Bununla beraber memnûn ve mesûd idim. Çünkü bu huysuz ve aksi zâtın hizmetinden kurtulmuşdum. Dînî tahsîlime devâmıma imkân verecek rahat bir iş aramaya başlamışdım. Bir bildik tavsiyesi ile İstanbul Darphanesi'ne mürâcaatda bulundum. Bu arada camideki görevime de devâm ediyordum. Darphane'ye işçi olarak kabul edildiğimi haber verdikleri gün, hıfzımı tamamlamaya çalışıyordum.

Nihâyet Allahu Teâlâ'nın avn u inâyeti ve hocam Gümülcineli Mustafa Efendi'nin himmet ve gayreti ile hıfzımı bitirmiş ve Arabiyyâta başlamışdım. Fâtih Câmi-i Şerîfi başimâmı Mehmed Râsim Efendi'den hurufât tahsîl ediyor, Ayasofya'da Hacı Hayrullah Efendi'den tefsîr dersleri alıyordum.

Hocalarımdan Abdurrahman Sâmî Efendi'nin vefâtından sonra, rüyâda bir zât tarafından vâki olan manevî emir üzerine Fâtih Türbedârı Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin halîfesi Ahmed Tâhir Marâşî'den tasavvuf ve hâl ilmini tahsîle başlamışdım. Bu arada dersiamdan Hüsrev Efendi'den Buhârî ve Hidâye, Kemahlı Mahmud Efendi'den Müslim-i Şerîf, Kastamonulu Ahmed Efendi ile Beşiktaşlı Cemal Efendi'den de tefsîr ve âdâb okuyordum.

Sarıyer Müftüsü Hüseyin Hüsnü Efendi tarafından imtihan edilerek, Sarıyer Fahrî Vâizliğine tayîn olunduğum günkü sevinç ve heyecanımı hâlâ unutamam. Bundan sonra, önce Ali Yazıcı Camisine ve müteâkıben sırasıyla Soğanağa, Kefeli ve Bayezid Cami-i Şerîfleri müezzinliklerine tayîn edildim. Nihayet geçirdiğim son bir imtihanla, Vezneciler'de Camcı Ali Camii imâm ve hatîbliği uhdeme tevdi kılındı. Bu câmi-i şerîfde vazîfe gördüğüm sırada dersimi dinleyen Diyânet İşleri Reîsi Ahmed Hamdi Efendi merhûm, bütün İstanbul câmilerinde va'z u nasîhatde bulunmama müsâade olunması husûsunda o zaman İstanbul Müftüsü olan Ömer Nasûhî Efendi Hazretlerine emreyledi.

1939 yılında, Bayezid'de Sahaflar Çarşısı'nda bir dükkan açmış bulunuyor, bir yandan da muhtelif camilerde vazîfeme devâm ediyordum. Bu arada yine boş durmuyor, yeni bir şeyler öğrenmek ve müktesebâtımı genişletmek azim ve gayretiyle, her çâreye başvuruyordum. Merhûm Zekâî Dede Efendi'nin mahdûm-i mükerremleri Hâfız Ahmed Efendi'nin talebesi olan, Bakırköy Müftüsü İsmail Hakkı Bey'den de mûsıkî talimine başlamışdım. 1936 yılından itibaren de Güzel Sanatlar Akademisi'ne talebe olarak kayıt ve devâma başlamış, Hattat Hacı Nûri, Hattat Hacı Kâmil ve Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey'lerden yazı talîm etmiş ve tezhib sanatı üzerine de çalışmışdım.

Mürşidim Ahmed Tâhir Efendi Hazretleri, âlem-i cemâle göç edince, emr-i manevî ile Karagümrük'de Nureddin Cerrâhî Postnişîni ârif-i billah, vâsıl-ı ilallah es-Seyyid eş-Şeyh İbrâhim Fahreddin Efendi Hazretlerine intisâb etdim. Müşârünileyh Efendi Hazretlerinin de âlem-i cemâle intikâli üzerine ve yine emr-i manevî ile bu dergâhda türbedârlık görevine başladım. Bi-iznillahi teâlâ bu vazîfeme sıdk u hulûs ile devâm etmekdeyim.

Aynı zamanda Fâtih, Eyüp Sultan, Sultan Bayezid, Sultan Ahmed, Yeni Câmi, Sünbül Sinan ve Bayezid'de Çadırcılar'da Bayezid Han'ın Sakabaşısı Durmuş Baba ki, nâm-ı diğer Câmili Han'da fahriyyen irşâd vazîfesiyle de meşgul bulunmakdayım ve Allahu Teâlâ'nın murâdı kadar yine de meşgûl olacağım.

İki defa evlendim. İlk âilemden çocuğum olmadığı için, ikinci bir izdivac daha yapdım. Bir kız çocuğum oldu. Bir ismi Fâtıma ve diğer ismi Âişe'dir. Ehl-i Beyt'e muhabbettim dolayısıyla yavruma Fâtıma adını verdim. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'den olduğum için de Âişe adını verdim ki kızımın bu isimlerle tesmiyesi de emr-i manevî ile olmuştur. Hâlen ikinci bir yavru daha beklemekdeyim. Kız veya erkek indimde müsâvîdir. Yeter ki hayırlısı olsun.

Allahu Teâlâ'nın izni ve keremi ile yedi defa Haremeyn-i Şerîf'e yüz sürdüm, elhamdülillah.

Nâçiz eserlerim şunlardır :

İRŞÂD : Birinci Cild, on risâledir
İRŞAD : İkinci Cild, on bir risâledir

Bu kitâblar muhtelif câmi-i şerîflerdeki vaazlarımdan bazı derslere âid uyarıcı ve aydınlatıcı bahislerdir. Bunlardan başka, Vasiyetnâme-i İmâm Birgivî, Huccetü'l-İslam, Mızraklı İlmihal, Mecmau'l-Âdâb gibi daha isimlerini hatırlayamadığım birçok değerli eserleri mümkün olabildiği kadar sâdeleştirerek yeni Türk harfleri ile neşir ve tab edilecek derlemelerim vardır. Allahu Teâlâ indinde makbûl ve mergûb olsun.

www.muzafferozak.com

Listeye geri dön