25 Aralık 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Annem Hâcce Ayşe Hanım beni 1916 senesinde, İstanbul'un Karagümrük semtindeki Cerrâhî Tekkesinin yakınındaki evimizde dünyâya getirdi. Babam Konyalı Hacı Mehmed Efendi ulemâdan olup Sultan Abdülhamid Han zamanında huzur hocası idi. Âilemizde askeriye mesleğine intisâb eden birçok nesilden sonra babam, ilmiye mesleğine intisâb eden ilk kişidir. İki amcam, Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa'nın sancakdarlığını yapmışlardır. Amcalarımdan biri sancağın düşman eline geçmemesi için gösterdiği cesâret ve kahramanlıkdan ötürü paşalığa terfi etmişdir. Bu amcam daha sonraki bir muhârebede yaralanmış ve Ruslara esîr düşmüş fakat esâretden kurtuldukdan sonra ölünceye kadar Osmanlı ordusunda paşa rütbesiyle görev yapmışdır. Diğer amcam Bekir Efendi, Plevne'de şehîd düşmüşdür.
Babamın ailesi köklü bir âile olup, iki kola ayrılır : Cebecioğulları ve Başağaoğulları. Babam âilenin askerlik geleneğini bozarak Süleymâniye'deki Kurşunlu Medrese'de tahsîl görmüşdür. Sonra o zamanlar Osmanlı'ya bağlı olan Şumnu'daki bir medreseye tayin olmuş ve orada Annem Ayşe Hanım ile evlenmişdir.
Annem Yanbolu kasabasındaki Halvetî Cerrâhî Şeyhi Seyyid Hüseyin Efendi'nin torunudur. Annemin babası Karadeniz Ereğli'sinden Kaptan İbrahim Ağa'dır. Sultan II.Mahmud zamânında Mühendishâne-i Bahrî-i Hümayûn'da tahsîl görmüşdür. Bulgaristan tarafına bir seyahati sırasında hastalanınca tedavi maksadıyla Yanbolu Tekkesine gitmiş ve bu şekilde Şeyh Hüseyin Efendi ile tanışmış ve Şeyh Efendi'nin kızı ile evlenerek tekkeye intisâb etmiştir. Seyyid Hüseyin Efendi Yanbolu sancakbeyinin de kardeşidir.
Balkanlar 1878 senesinde elimizden çıkınca geride kalan âile ferdleri İstanbul'a taşınmışlar ve babam Sarây-ı Hümâyûn'da vazîfe almışdır. Babamın ataları Kayı boyunun Kızılkeçili kolundandır. Annemin âilesi olan Ozak'lar ise İmâm-ı Ali neslinden gelen seyyidlerdir.
Babam Mehmed Efendi, ben daha altı aylık iken vefât etmişdir. Ağabeyim Murad Reis birçok akrabamızın şehîd olduğu I. Dünyâ Savaşı'ndan sağ sâlim çıkmış fakat işgal kuvvetleri tarafından bir Cuma günü İstanbul'da şehîd edilmişdir.
Annem, kız kardeşim ve savaş sırasında yetîm kalan iki küçük yeğenimle başbaşa kaldık. Fakir ve çaresiz kalmışdık. Beş-altı yaşlarında iken babamın sınıf arkadaşı ve Kâdiriyye, Nakşiyye, Uşşâkiyye ve Halvetiyye tarikatlerinden icâzetli Seyyid Şeyh Abdurrahman Sâmî Saruhânî Hazretleri beni himâyesine aldı ve on iki yıl boyunca kendisinden istifâde etdim. Bu zaman zarfında ilkokulu bitirdim ve ortaokulun ikinci sınıfında iken şeyhim rahmet-i Rahmân'a kavuşdu. Bu zât, bana babam kadar sevgili idi. Bu arada Kur`ân'ı hıfza çalışıyordum ve büyük bir kısmını hıfzetmiş idim. Hıfzımı Fâtih Camii baş imamı Mehmed Râsim Efendi'den ikmâl etdim. Takib eden sekiz sene Arnavud Hüsrev Efendi'nin hadis ve fıkıh derslerine devâm etdim. Fakirlik sebebiyle gündüzleri çalışmak mecbûriyetinde kaldım ancak akşamları "Ayaklı Kütüphane" diye şöhret bulan Gümülcineli Mustafa Efendi'nin derslerine devam etdim.
Bu arada müezzinlik imtihanını kazandım ve sırasıyla Ali Yazıcı, Soğanağa ve Karagümrük Kefeli Camilerinde müezzinlik yapdım. Kefeli Camii'ndeki vazîfem sırasında bu caminin imamı olan Şâkir Efendi'den sahaflık mesleğini öğrendim. Daha sonra arka tarafında Sahaflar Çarşısı'nın bulunduğu Bayezid Camii'ne tayin oldum.
Bayezid Camii'nde vazife yaparken Bakırköy İmamı Hâfız İsmail Hakkı Efendi ile tanışdım. Zekâî Dede'nin mahdûmu Eyüplü Hâfız Ahmed Bey'in talebesi olan bu zât benim sesimi ve tavrımı çok beğendi ve bana birçok ilahi, kaside, durak, mevlid, mersiye gibi dînî mûsıkî eserleri talim etdi. İsmail Hakkı Efendi bana o kadar düşkündü ki, beni yakın akrabasından, bir okulda öğretmen olarak vazîfe yapan Gülsüm Hanım ile evlendirdi. Böylece onun âilesine dâhil oldum ve eşimin Süleymaniye'deki evine taşındım. Bilahare Vezneciler'deki Camcı Ali Camii'ne İmam olarak tayin oldum ve Süleymaniye Camii'nde yirmi üç yıl her Ramazan fahrî olarak imâmet yapdım. Vazîfe yapdığım câmi yıkılınca Kapalıçarşı'daki câmiye imam olarak tayin edildim.
Bu câmide minber olmadığından, yani Cuma namazı kılınamadığı için, o civardaki harâb bir mescidi cemaatin de yardımıyla tamir etdirdim ve cemaatin ısrarları üzerine Cuma namazlarını orada kıldırdım. Bu cami, Camili Han olarak bilinir. Artık emekli olmama rağmen hâlâ orada Cuma namazlarını kıldırıyor ve fahrî olarak hutbe okuyorum.
Hâl-i hazırda dünyanın her tarafından gelen ziyaretçilerin uğradığı büyük bir kitabevinin sâhibiyim. Askerliğimden önce Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki meşhur hocalardan Hacı Kâmil Efendi, Hacı Nûri Efendi ve Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey'lerden hat ve tezhib dersleri aldığım için yazma eserler husûsunda bilgili olduğumu söyleyebilirim. Tabii kitâb ticâretinde kırk iki yıllık tecrübemin de bunda payı var.
İlk evliliğim yirmi yıl sürdü fakat hiç evladım olmadı. İlk eşimin vefatından sonra ikinci defa evlendim ve bir kız ve bir erkek çocuk sâhibi oldum.
On bir defa hacca gitdim. Irak'a altı defa, Suriye ve Filistin'e sekiz defa, Mısır'a üç defa seyahat etdim. Bütün bu beldelerde birçok sôfî ve şeyh ile tanışdım. İstanbul'da ve Türkiye'nin başka şehirlerinde de birçok şeyh ile tanışdım, dostluklarından lezzet aldım, fikirlerinden ve bilgilerinden istifade etdim. Fakat tanıdığım bu kadar kıymetli zevât arasında en çok istifâde etdiğim zât, ilk şeyhim ve hâmim olan Şeyh Sâmî Saruhânî Uşşâkî Halvetî'dir. Bu kudsî insan, Fıkıh ve Tasavvuf üzerine Türkçe ve Arapça yirmiden fazla eser kaleme almışdır. Bunların tamamı yayınlanmışdır. Kimya, Simya ve Bitkilerle Tedavi konularında yayınlanmayan birçok eseri olduğunu da biliyorum. İstanbul'un büyük bir kısmını harâb eden bir yangında bu eserler yok olmuşdur. Kimya ve Simya ilimlerine dâir bazı eserlerini de, kötü niyetli insanların eline geçer korkusuyla bizzat kendisi imhâ etmişdir. Çocukluğumun çoğunu beraber geçirdiğim bu müstesnâ insan, asâleti, güzel ahlâkı, cömertliği, cesâreti, samîmiyyeti ve tevazuu sebebiyle herkes tarafından sevilen ve sayılan bir zât idi.
Bir sonraki mürşidim Halvetiyyenin Şabâniyye kolundan Seyyid Şeyh Ahmed Tâhir Marâşî Hazretleridir. Bu zâtın ihtisâsı Şeyhü'l-Ekber İbn Arabî Hazretleri olup, kendisinden Futûhat-ı Mekkiyye ve Fusûs okudum.
Nevşehirli Hacı Hayrullah Efendi ve Âtıf Hoca'dan tefsir dersleri aldım. Ayrıca Hacı Abdülhakîm Arvâsî Efendi'nin ve Şeyh Şefîk Efendi'nin derslerine devam etdim. Bütün bu müstesna hocalardan aldığım feyz ile otuz yıl boyunca Sultan Ahmed, Yeni Cami, Nuruosmaniye, Bayezid, Laleli, Valide Sultan, Fatih, Eyüp, Koca Mustafa Paşa ve Süleymaniye de dahil olmak üzere İstanbul'un kırk iki camisinde kalabalık cemaatlere vaaz ü nasihat etdim.
Gençliğimde Ayasofya'da Tefsir dersi alırken bir rüya gördüm. Rüyamda Resûl-i Ekrem Efendimiz İmâm-ı Ali kerremallahu vecheh tarafından yedilen devesi üzerinde gidiyordu. İmâm-ı Ali Efendimizin diğer elinde meşhûr kılıcı iki uçlu Zülfikar vardı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bana hitâb ederek "Müslüman mısın?" diye sordular. Ben "evet" deyince bana "İslam için başını verir misin?" diye sordular. Ben tekrar "evet" deyince, İmâm-ı Ali Efendimize başımı İslâm adına kesmesini emretdiler. İmâm-ı Ali kerremallahu vecheh, başımı uzatmamı istedi ve bütün gücüyle kılıcını vurarak başımı gövdemden ayırdı. Dehşet içinde uyandım. Sabah Kurân hocamı gördüğümde rüyâmı ona anlatdım ve babamın kim olduğunu söyledim. Babamın yakın arkadaşı olduğunu biliyordum fakat o güne kadar bundan hiç bahs etmemişdim. Başını salladı ve "Demek sen benim sürgün arkadaşımın oğlusun öyle mi!" dedi. Babam ve hocam İttihatçılar tarafından Sinop'a sürgün edilen yedi yüz kadar meşâyih ve ulemâ arasında idiler. Bu kıymetli zevâtın sürgünleri, I. Dünya Savaşına yani 1914 yılına kadar sürmüşdür. Hocam rüyâmın tabirinde, "İmâm-ı Ali'ye bağlı bir tarîkata dahil olacağımı ve o tarîkin şeyhi olacağımı" beyân etdiler.
Bu hâdisenin üzerinden yıllar geçdi. Bayezid Camii yanındaki Sahaflar Çarşısı'nda dükkan açdıkdan ve tanınan bir imâm ve vâiz oldukdan sonra, bir rüyâ daha gördüm. Üsküdar'la Topkapı Sarayı arasında Boğazın ortasında küçük bir yelkenlideyim ancak teknenin yelkenleri yırtık ve direği kırık. Müdhiş bir fırtına esmekde. Bir zât, bana bir kağıt uzatıyor ve bu tehlikeden kurtulmak için kağıtda yazılanı okumamı söylüyor. Ertesi gün dükkanıma geldiğimde rüyâmda bana kağıt veren zâtı dükkanın önünden geçerken gördüm ancak kendisiyle konuşmaya teşebbüs etmedim. Birkaç gün sonra yine aynı zâtı rüyamda gördüm. Rüyâmda yolun diğer tarafında yürüyor ve bastonu ile bana o tarafa geçmemi işâret ediyordu. Sabah hayretle bu zâtı tekrar dükkanımın önünden geçerken gördüm. Bu rüyâlarda manevi bir işâret olduğunu anlamışdım fakat bir teşebbüsde bulunmadım. Kısa bir müddet sonra yine aynı zâtı rüyâmda gördüm. Bu defa bana öyle kuvvetli sarıldı ki kemiklerim kırılıyor zannetdim. Sonra beni bırakdı ve başıma bir Halvetî tâcı koydu. Sanki yedi gök başıma yüklenmişdi.
Sabah dükkanıma geldiğimde, bu zâtı elinde bastonu ile yürürken gördüm ve kendi kendime, "Bu işde bir sır var, manevî bir işaret var ancak ben bu zâta müracaat etmeyeceğim, o bana gelsin" dedim. Kendisini gözümle takîb etdim. Yürüdü, yürüdü ve birden durup geri döndü ve gelip benim dükkanımın önünde durdu, başını kapıdan uzatıp "Beni üç kere gördün, hâlâ îmân etmeyecek misin?" dedi. Hemen eline yapışdım, öpdüm. Bu zât-ı akdes Şeyh Seyyid Ahmed Tâhir Marâşî Hazretleri idi. Kendisi Halvetî-Şabanî şeyhi idi. Onun dervîşi oldum. Her gün dükkanıma gelirdi. Bazı günler konuşur bazı günler sükût eder fakat her iki hâlde de beni irşâd ederdi. Böylece yedi yıl kadar geçdi.
Bu arada Efendim'in arkadaşı olan ve aynı tarîka bağlı olan Evrenoszâde Sâmî Bey ile tanışdım. Bana tarîkat hırkasını giydiren odur. Ben bu işin usûlünü pek bilmediğimden, kendisine itiraz ederek, "Efendim, sizin gibi bir zâta, kendi kıyâfetimi nasıl tutdurabilirim" dedimse de "Sen şimdi bunun ma'nâsını kavrayamazsın" deyip tarîkat hırkasını giydirdiler. Sâmî Bey, bir Kadir Gecesi vefat etdi.
Üç yıl kadar sonra Tâhir Efendi bir gün dükkanımdan çıkarken düşerek kalçasını kırdı. Ben onu kaldırmaya çalışırken "Beni mahvetmek için uğraşıyorlardı sonunda muvaffak oldular" buyurdu. Üç ay daha yaşadı. Vefâtından önce ziyaret etdiğimde bana Kuşadalı'nın tâcını gösterip, "Ben ölürsem Mustafa Efendi bunu muhafaza etsin" buyurdular. Mustafa Efendi, onun halîfelerinden biri idi. Bir gün beni çağırıp bana vasiyet etdi. Ertesi gün bir Cumartesi günü vefât etdi. Kendisini Fâtih Camii hazîresinde şeyhi Türbedar Efendi'nin yanına defnetdik.
O gece "Mustafa Efendi'ye dervîş olmalı mıyım?" diye istihâre etdim. Rüyâmda, Ahmed Tâhir Efendi bana bakıp yüksek sesle gülüyordu, buna bir ma'nâ veremedim ve ikinci defa istihâre etdim. O gece rüyâmda Ahmed Tâhir Efendi bana kızarak bağırıyor ve "gevşeksin gevşeksin!" diyordu. Bu şartlarda Mustafa Efendi'ye dervîş olamazdım ve bir müddet manevî bir işâret bekledim. Bu arada Tophâne'deki Kâdirî Tekkesine ve Kasımpaşa'daki Rıfâî Tekkesine devâm ediyordum. Diğer tekkeler faal değildi yalnız bu iki yerde zikrullah icrâ ediliyordu.
Bu meyânda Kâdirî Şeyhi Gavsi Efendi beni kendisine halîfe olmaya iknâ etmeye çalışıyor ve Bedevî Şeyhi İsmail Efendi, Sadî Şeyhi Cevad Efendi ve Sünbülî Şeyhi Albay Selahaddin Efendileri de aracı olarak kullanıyordu. Ben de onlara "Vâkıa şeyhim vefât etdi ama ben Halvetîyim, bu işe ben kendi kendime karar veremem, bir manevi işaret gelene kadar beklemem lazım" diye cevâb verdim. "Eğer müsbet bir cevâb gelirse halîfe olmak yerine dervîş olmaya bile râzıyım" dedim.
Şeyh Gavsi Efendi tazyîk etmeye devâm etdi ve çok ısrâr ederek bir sonraki Cuma ki Regâib Gecesi idi, tıraş olmadan dergâha gelmemi söyledi. O gece istihâre etdim ve rüyâmda Karagümrük'deki Cerrahî Tekkesinde, yalın ayak, baş açık ve yarı çıplak vaziyette zikrullah yapdığımı gördüm. O esnâda Şeyh Fahri Efendi, pencere kenarında günlük kıyafeti ve başında takkesi ile oturmuş, Şeyh Gâlib'in şu na'tını okuyordu :
Uyandım, her şey apâşikardı. Fakat Fahri Efendi'ye kendimi nasıl takdim edecekdim? Bildiğim kadarıyla tekkesi kapalı idi. Kendisini hatırlıyordum çünkü Mustafa Efendi'den Hadis dersleri aldığım sıralarda elimden tutup beni Şeyh Efendi'ye götürmüş ve çok sofu olduğumdan şikâyet etmişdi. Elini öptürüp bana duâ etmesini ricâ etmişdi. Fakat aradan bunca zaman geçmişdi. Birkaç kere de ramazanda iftar için evine davet edildiğimizde kendisini görmüşdüm. O zaman daha çocuk yaşda idim. Şimdi ise meşhur bir vâiz olmuşdum ve büyük bir cemaatim vardı. Tekkeler resmen kapalı olduğu için sôfîler gizlice buluşuyorlardı. Bu durumda neşr-i tarik edip etmediğini de bilmiyordum. Buna rağmen bir gece yatsıdan sonra evine gitmeye karar verdim, kendi kendime "Şeyhler kerem sahibidir, beni kapısından geri çevirmez" dedim.
Kapıyı genç bir derviş açdı, kendimi tanıtdım ve Şeyh Efendi'yi görmek için izin istedim. Küçük bir odaya alındım ve Şeyh Efendi'yi yanında üç kişi olduğu halde gördüm. Beni ayağa kalkarak karşıladı ve oturmam için yer gösterdi. Sigara tiryâkisi olduğum hâlde içmemek niyetinde iken kendisi bir tane sigara ikram etdi ve gülümseyerek "Sıkılma, iç bir de kahve al, sigarasız kahve kışın battaniyesiz yatmaya benzer" dedi ve ilâve etdi "Biz muhabbete hürmetden daha çok kıymet veririz". Ziyâretimin sebebini sorunca ben de Şeyh Gavsi Efendi ile aramızda geçenleri ve istihâre netîcesinde gördüğüm rüyâyı anlatdım. Kendimden bahsetdim, nerede doğduğumu, babamın kim olduğunu beyan etdim. Güldü ve "Meşhûr kadınlar vâizini kim bilmez" dedi. Ben de cevâben "Erkek bulsam onlara da vaaz ederim efendim" dedim. Dînimizde elbette kadınlarla erkekler arasında temelde bir fark yokdur. Ben zâten her iki zümreye da vaaz ediyordum fakat Şeyh Efendi'nin ne kasd etdiğini de anlamışdım. Hakîkî erkekler, hiçbir şeyin kendilerini Allah'ı zikretmekden alıkoyamadığı kişilerdir. Sonra dedi ki "Gördüğün rüyâ bize işâret ediyor fakat ben de bir bakayım, ne işâret alacağım" dedi. "Sen Pazartesi günü gel" dedi, ben de müsaade alıp ayrıldım.
O Pazartesi günü Sefer Efendi, ki o zaman genç bir dervîş idi, bir mektûb getirdi. Efendi görüşmeyi Cuma gününe ertelemişdi. O Cuma günü Fahri Efendi kendisine gelen müsbet cevâba istinâden beni dervîşliğe kabûl etdi. Böylece Kâdirî tarîkatında halîfe olacağıma Halvetî Cerrâhî tarikatında derviş olmayı tercih etdim. En ince teferruatına kadar bütün dervişlik vazifelerimi yerine getirdim, haftada iki-üç defa şeyhimi ziyâret etdim. Neşeli, nüktedan, cesur, gâyet zekî ve titiz bir zât idi. Rüya tabirinde üstad idi ki rüya tabiri, bâhusûs Halvetîlere verilmiş bir mevhibedir. Sohbeti gayet tatlı ve kerâmetleri meşhûr idi. Bize muhabbet-i Resûlullah'ı tatdıran ve evliyâullahın sırlarını bildiren ve herkes tarafından sevilen ve hürmet edilen bir zât idi. Herkesi kendine bağlayan ve fukarayı görüp gözeten, cömert, hayırsever ve müşfik bir zât idi. Bazen beni kızdıracak kadar şaka yapar, sonra herkesin huzurunda benim Hazret-i Pîr tarafından davet edildiğimi ve kimsenin bana dokunamayacağını söylerdi. Sonradan öğrendiğime göre, benim tekkeye gelişimden altı ay kadar önce adımı sık sık zikredermiş.
Cerrâhî dervişi oldukdan altı ay sonra rüyamda üç zâtın beni imtihan etmek için geldiklerini gördüm. Sorulardan anladım ki ikisi imtihanı geçmemi istiyorlar üçüncüsü ise istemiyor. Bu bir imamlık imtihanıydı. Üçüncü kişiyi zâten imam olduğumu söyleyerek iknâ etdim ve üçünün de tasdîkiyle imtihanı geçdim. Rüyaların hemen anlatılması gerekdiğini biliyordum ama çok meşgûl olduğum için ertesi gün rüyamı anlatamadım. O gece üç-dört saat kadar zikrullah ile meşgul oldukdan sonra yatdım ve son derece çirkin ve utandırıcı bir rüya gördüm. Kalkdığımda kendime kızıp "üç-dört saat zikrullah ile meşgûl ol, sonra da böyle bir rüyâ gör" dedim. Üçüncü gece rüyamda tekkeye gitdiğimi ve dervişlerin acâib bir sûretde namaz kıldıklarını, doğru kıraat etmediklerini ve hareketleri doğru yapmadıklarını gördüm. Hayret içinde bahçeye çıkıp Şeyh Efendi'ye rastladım. Beni kulağımdan tutup havaya kaldırdı, diğer eli ile de sol tarafıma halı silkeler gibi vurdu. Sonra beni içi süprüntü dolu bir odaya götürdü ve dedi ki "Bu odayı temizle, bu oda senin olacak". Daha sonra rüyamda gördüğüm bu odanın baş halîfeye aid olduğunu gördüm. Uyandığımda bu rüyanın daha önceki rüyamı Şeyh Efendi'ye anlatmadığım için bir cezâ olduğunu düşündüm. Doğruca Efendi'nin evine gitdim ve ilk ve son rüyalarımı anlatdım, ortadaki utandığım rüyayı anlatmadım. "Ortada utandığın bir rüyâ olmadan bu iki rüyayı göremezsin" buyurdular. Kendisiyle yalnız kalmak istedim ve o çirkin rüyayı da anlatdım. Böylece bana hilâfet verdi.
Dokuz yıl boyunca çok yakın olduk. Vefâtından bir yıl kadar önce zikrullah esnasında rahatsızlandı ve yerine beni bırakdı. Bir yıl süren hastalığı boyunca zikrullahı hep ben idare etdim ve yılın sonuna doğru Şabân ayının dördünde ki İmam-ı Hasan efendimizin şehâdet günüdür, Çarşamba akşamı, saat on civarında ebediyyete intikâl etdi. Ertesi gün vasiyeti gereği gaslini ben yapdım, Sefer Baba ve Kemal Baba da su dökdüler. Cuma günü Fâtih Camii'nde namazını kıldırdım. Binlerce seveni ile birlikte cenazeyi omuzlar üstünde tekkedeki odasına getirdik. Bu odayı vefâtından yedi sene önce kendisi yapdırmışdı. Burada Nûreddin Cerrâhî Hazretlerinin kurbünde defnetdik. Türbesindeki duâ meşhûr Şemseddin Yeşil Efendi tarafından yapıldı.
Her ne kadar tekkeler kanunen kapatılmış da olsa, gördüğüm bir rüyâ üzerine, Efendi'nin irtihalinden bir gün sonra tekkenin kapılarını dost-düşman herkese açdım.
Bugün, Hazret-i Pîr Nûreddin Cerrahi'nin on beş yıldır postnişîni olarak hâlâ Türk dervişlerime de dünyânın her tarafındaki Hakk âşıklarına da talîme devâm ediyorum.
Ben tarikımızın kuruluşundan itibaren on dokuzuncu şeyhim ve sekizinci halîfeyim. Allah ve Resûlünün muhabbeti, pîrimin himmeti ve benden önceki şeyhlerin ve Efendim'in rûhâniyyetlerinden aldığım kuvvet ile ölünceye kadar âşıklara rehber olmaya niyetliyim. Kanımdan sadece iki evlâdım var fakat manevî evladlarımın sayısını ancak Allah bilir.
Peygamberimizi rüyâda görme şerefine on yedi kere nâil oldum. Mûsâ, Îsâ, Yahyâ ve Hızır aleyhisselam efendilerimizi birer kere gördüm. Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer radıyallahu anh efendilerimizi ikişer kere gördüm, bir defasında ellerini de öpdüm. Fâtıma vâlidemizi ve İmâm-ı Ali Efendimizi ikişer kere, İmam-ı Hasan ve İmâm-ı Hüseyin Efendilerimizi de birer defa gördüm. Pîrim Nûreddîn Cerrâhi Hazretlerini de iki defa gördüm ve iltifatlarına nâil oldum.
Almanya'ya altı defa, İngiltere, Hollanda ve Belçika'ya iki defa, Paris'e dört defa seyahat etdim. Bu seyahatlerde bir çok güzel ve enteresan insanla tanışdım. Ayrıca Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya ve Yunanistan'a da gitdim. Amerika'ya da defalarca gitdim ve dervîşlerimle birçok şehirde konferanslar verdim ve zikrullah yapdırdım.
Yarın ne olacağını yalnız Allah bilir. Niyâzım odur ki, âşıkların aşkı gün be gün ziyâde ola. Tevfîk Allah'dandır.