31 Ekim 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Vaktiyle bir pâdişah vardı, hem dünyâ saltanatı onundu, hem dîn saltanatı. Pâdişah, bir gün adamlarıyla ava giderken yolda bir câriye gördü ve görür görmez ona âşık oldu. Hemen bedelini ödeyip onu satın aldı. Pâdişah tam murâdına ermişken kızcağız hastalanıverdi. Pâdişah her tarafdan hekimleri topladı ve dedi ki, "İkimizin de canı sizin elinizde. Zîra benim hayâtım ona bağlı, cânımın cânı o, dermânım da ondadır. Onu kim iyi ederse, hazînemi o kazanacak". Hekimler böbürlenerek, "Her derdin devâsı bizdedir, her birimiz zamânın Îsâ'sıyız, sen merâk etme, her hastayı iyi ederiz biz" dediler. Kibirlerinden "inşâallah" demediler, Allah da onlara aczlerini gösterdi. İlaçdan, tedâviden yana ne yapdılarsa hastalık ilerledi, istenen netîce elde edilemedi. Câriye hastalıkdan iğne ipliğe döndü. Pâdişahın gözü de ağlamakdan pınara döndü. Pâdişah, hekimlerin çâresizliğini görünce, yalınayak doğruca mescide koşdu. Mescide girip mihrâba doğru yöneldi. Secdegâhını gözyaşlarıyla yıkadı. Yokluk batağından çıkıp kendisine gelince, medh ü senâ ederek Allah'a yalvardı : "Ey en değersiz ihsânı dünya mülkü olan! Ben ne diyeyim, sen zâten gizliyi de bilirsin. Ey hâcetlerimize her zaman sığınak olan! İşte bir kez daha yolu şaşırdık biz" diyerek âh u zâr etdi.
Pâdişah canla başla feryâd edince Cenâb-ı Hakk'ın rahmet deryâsı cûş u hurûşa geldi. O sırada padişaha uyku bastırdı. Rüyâsında yaşlı bir zâtı gördü, o zât dedi ki, "Ey padişah, müjdeler olsun! İsteğin yerine gelecek. Yarın sana bir yabancı gelirse o bizdendir" dedi. "O usta bir hekîmdir, onu doğru sözlü bil, çünkü güvenilir ve doğru sözlüdür o" dedi. "Onun ilacındaki mutlak sihri gör, mizacında Hakk’ın gücünü gör" dedi.
Buluşma zamanı geldi, padişah, kendisine sır olarak gösterileni görmek üzere pencerede bekliyordu. Gölge ortasında güneş gibi fazîletli, kâmil bir şahıs göründü. Uzakdan hilâl gibi gelmekdeydi. Hayalî bir şekil gibi, hem vardı hem yokdu. Padişahın rüyâsında gördüğü o hayâl, misâfirin yüzünde belirmekdeydi. Padişah, perdecilerin olduğu yere kadar ilerleyip gâibden gelen misâfirin yanına vardı. Her ikisi de yüzme öğrenmiş birer denizciydi. Her ikisi de birbirine dikişsiz tutturulmuş birer candı. Padişah, "Sevgilim senmişsin, o değilmiş. Ne var ki dünyada iş işden meydana gelir" dedi. "Sen bana Mustafâ gibisin, ben de sana Ömer gibi. İşte, sana hizmet kemerini kuşandım".
Padişah kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne, canının içine çekdi. Elini, alnını öpmeye koyuldu, yerini yurdunu sormaya başladı. Sora sora başköşeye kadar çekdi. "Sonunda sabırla bir hazîne buldum" dedi. "Ey Allah'ın armağanı, ey kederleri gideren, ey 'Sabır genişliğin anahtarıdır' sözünün manâsı, ey görüşüp buluşması, her sorunun cevâbı olan, zorluk, senin sâyende dile gelmeksizin çözülür. Sen, gönlümüzden geçen her şeyin tercümânısın. Sen, ayağı çamura batan herkesin elinden tutansın. Hoş geldin ey seçilmiş, ey râzı olunmuş kişi! Sen kaybolursan kazâ gelir, genişlik daralır. Sen, kavmin efendisisin, seni istemeyen bundan vazgeçmezse muhakkak helâk olur".
Padişah, o meclis ve kerem sofrası geçip gidince, tabîbi elinden tutup hareme götürdü. Hastanın ve hastalığın hikâyesini anlatdı. Sonra da onu hastanın yanına oturttu. Tabîb yüzünün rengini, nabzını ve idrarını muayene etdi. Hastalığının hem belirtilerini, hem sebeblerini dinledi. "Onların yapdığı tedaviler, iyileştirmemiş, daha da kötü etmiş" dedi. Onlar, gönül ahvâlinden habersizler. Ettikleri iftiralardan Allah’a sığınırım. Tabîb rahatsızlığı gördü, gizli olan ona açıldı. Ama bunu gizleyip pâdişaha söylemedi. Rahatsızlığı safradan ve sevdâdan değildi. Çünkü her odunun kokusu dumanından belli olur. İnleyişinden onun gönül iniltisi olduğunu gördü. Bedeni sağlam bir gönül tutsağıdır o.
Tabîb, "Ey padişah, evi boşalt, hem akrabaları, hem yabancıları uzaklaştır" dedi. Dışarıda kimse kulak kabartmasın da şu câriyeye bir şeyler sorayım". Ev bomboş kaldı, tabîble o hastadan başka kimsecikler kalmadı. Tabîb, yumuşak yumuşak, "Sen hangi şehirdensin? Her şehrin ilacı ayrıdır çünkü" dedi. "O şehirde akrabandan kimler var? Kimlerle yakınlığın, bağın var?" Elini nabzına koymuş, bir bir feleğin zulümlerini soruyordu.
Hani birinin ayağına diken batacak olsa, ayağını dizinin üstüne koyar. İğnenin ucuyla dikenin başını arar. Bulamazsa dudağıyla orayı ıslatır ya. Ayağa batan diken bu denli zor bulunursa, gönüldeki dikenin hâli nice olur, cevap ver. Gönüldeki dikeni herkes görebilseydi, kederlerin eli kimseciklere uzanabilir miydi hiç? Birisi eşeğin kuyruğunun altına bir diken koyar, eşek onu çıkarmayı bilmez, sıçrar durur. Sıçradıkça diken iyice batar, dikeni çıkarmak için bir akıllı gerek. Eşek dikeni çıkarmak için acıdan ve yangından çifte attıkça, yüz yerini yaralar.
Bu diken çıkarıcı hekim, ustaydı, elini dokundurup yer yer yokluyordu. O cariyeye hikâye yoluyla, dostlarının durumunu soruyordu. O da hekime oturduğu yeri, efendilerini, şehrini açıkça anlatıyordu. Hekim onun anlattığı hikâyelere kulak kesilirken, dikkatini nabzının atışına veriyordu. Nabzı kimin adıyla atarsa, dünyada canının arzuladığı odur çünkü. Şehrindeki dostlarının adını saydı; ondan sonra başka bir şehrin adını andı. “Kendi şehrinden çıkınca en çok hangi şehirde kaldın?” diye sordu. Cariye bir şehir adı söyleyip onu da geçdi, yüzünün rengi ve nabzı değişmedi. Efendilerini, şehirleri birer birer anlatdı, onların yerinden yurdundan, ekmeğinden tuzundan söz etdi. Şehir şehir, ev ev anlatdı. Ne nabzı oynadı, ne yüzü sarardı. Şekere benzeyen Semerkand'ı soruncaya dek nabzı, zararsız, kendi hâli üzere atmakdaydı. Nabzı atmaya, yüzü kızarıp sararmaya başladı. Çünkü o Semerkand'lı bir kuyumcudan ayrılmışdı.
Hekim o hastadan bu sırrı öğrenip, o derdin ve belânın aslını anlayınca, “Onun mahallesi hangi güzergâhdadır?” dedi. O da “Köprübaşı’nda, Gâtifer Mahallesi” dedi. "Hastalığının ne olduğunu anladım, kurtulman için kısa zamanda sihirler göstereceğim" dedi. "Sevin, rahat ve emîn ol ki yağmur çimene ne yapıyorsa ben de sana onu yapacağım. Ben senin için gamlanırım, sen gam yeme. Ben sana yüz babadan daha şefkatliyim. Pâdişah senden bunu ne kadar soruşturursa soruştursun, sakın hâ sakın bu sırrı kimseye söyleme. Gönlün, sırrına mezar olursa, murâdın daha tez gerçekleşir. Peygamber, "Sırrını gizleyen, murâdına tez zamanda erişir" buyurdu. Tohum yerde gizlenince, onun bu gizlenmesi bahçenin yeşermesini sağlar. Altın ve gümüş gizli olmasaydılar, madenin altında nasıl gelişirlerdi?
O hekimin vaadleri ve lutufları, hastayı korkudan emîn kıldı. Vaadler var, gerçekdir, gönül alıcıdır, vaadler var, mecâzîdir, elem vericidir. Kerem sâhiblerinin vaadleri, yürüyüp giden bir hazînedir; ehil olmayanların vaadleriyse rûha eziyetdir.
Hekim ondan sonra kalkıp pâdişahın yanına gitdi, pâdişaha bu durumu birazcık çıtlatdı. "Bu işin tedbiri, bu derdin devâsı, o adamı buraya getirtmemizdir" dedi. "Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, güzel elbiselerle kandır".
Pâdişah o tarafa becerikli, yetkin, âdil bir iki elçi gönderdi. Bu iki bey, pâdişahın müjdecisi olarak Semerkand'a kuyumcunun yanına geldiler. "Ey sanatında olgun ince usta, şehirlerde senin adın sanın anılmada" dediler. "İşte filanca pâdişah kuyumculuk için seni seçdi. Çünkü sen pek büyüksün. İşte şu güzel elbiseyi, altını, gümüşü al. Gelince de seçkinlerden, nedimlerden olursun" dediler.
Adam o kadar parayı, güzel elbiseleri görünce aldandı, şehrinden, çocuklarından ayrıldı. Sevinç içinde yola koyuldu. Pâdişahın canına kasdetdiğinden haberi bile yokdu. Arab atına bindi, sevinerek sürdü. Kendi kan pahasını hilat sandı. Ey bizzat kendi ayağıyla rızâ içinde kötü kazaya doğru sefere çıkan kişi! Hayâlinde mal mülk, yücelik ve ululuk vardı. Azrâil ise, "Evet git, istediğini kazanırsın" diyordu.
Adam yoldan gelince, tabîb onu pâdişahın huzuruna çıkardı. Onu, Taraz mumunun baş ucunda yanmak üzere ağırlayarak pâdişahlar pâdişahının yanına götürdüler. Pâdişah onu görünce bir hayli tazîmde bulunup altın hazînesini ona teslîm etdi.
Bunun üzerine hekim, "Ey yüce pâdişah! O câriyeyi bu efendiye ver" dedi. "Câriye buna kavuşup iyileşsin de ona kavuşma suyu, o ateşi söndürsün". Pâdişah o ay yüzlüyü ona bağışladı, muhabbet etmek isteyen o ikisini birbirine eş etdi"
Altı ay boyunca murâdlarını sürdüler, böylece o kız tamamen iyileşdi. Ondan sonra hekim kuyumcuya bir şerbet hazırladı. Şerbeti içen kuyumcu günbegün kızın gözleri önünde erimekdeydi. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca, kızın canı da ona bağlanıp kalmadı. Kuyumcu çirkin, nâhoş bir hâle gelip yüzü sararınca, yavaş yavaş gönlü ondan soğudu.
Bir renk ardınca olan aşklar, aşk değildir, sonunda bir utanç kesilirler. Keşke kuyumcu tümüyle utanç kesilseydi de başına bu kötü kazâ gelmeseydi.
Irmağa dönen gözlerinden kanlar akdı, yüzü canına düşman kesildi. Tavus kuşunun kanadı kendisine düşman oldu. Nice pâdişahı kendi azameti öldürdü. Kuyumcu, "Ben göbeğimdeki misk için şu avcının tertemiz kanını dökdüğü ceylanım" dedi. "Ben, postu için pusu kurulup başı kesilen kır tilkisiyim. Ben, dişi için filcinin vurup kanını dökdüğü filim. Beni, benden daha düşük birisi için öldüren, bilmez mi ki benim kanım uyumaz. Bugün banaysa yarın onadır, benim gibi bir kişinin kanı nasıl böyle zayi olur. Duvar uzun bir gölge salsa bile, o gölge yeniden ona doğru geri döner. Bu dünya bir dağdır, bizim işimizse bağırmakdır, bağırmaların yankısı yine bize gelir".
Kuyumcu bunu der demez toprağın altına gitdi. O câriye de aşkdan ve hastalıkdan arınıp temizlendi. Çünkü ölülerin aşkı kalıcı değildir. Çünkü ölü bir daha dünyâya gelmez. Dirinin aşkı canda ve gözde, her dem goncadan daha taze olur. O bâki olan dirinin aşkını seç çünkü senin canına can katan şarabın sâkîsi odur. Bütün peygamberlerin aşkıyla ululuğa ve makâma erdikleri Allah'ın aşkını seç. Sen, "Bize o pâdişahın huzûruna çıkmaya izin yokdur" deme. Çünkü kerem sâhibleriyle iş görmek zor değildir.
O adamın hekimin eliyle öldürülmesi, ne bir ümid ardıncaydı ne bir korku yüzündendi. Hekim, Allah'ın ilhâmı ve buyruğu gelmeden, pâdişahın hatırı için öldürmedi onu. Hızır'ın boğazını kesdiği çocuğun sırrını avâm anlayamaz. Allah'dan vahiy ve cevâb alan kişi, her ne buyurursa doğrunun ta kendisidir o. Can bağışlayanın öldürmesi de câizdir, o vekîldir, onun eli Allah'ın elidir. İsmail gibi başını onun önüne koy, kılıcının önünde güle oynaya, sevinerek can ver. Ver ki Ahmed'in tertemiz canı Ehad ile nasılsa, senin canın da sonsuza dek öyle güleç kalsın. Âşıklar, güzeller kendi elleriyle onları öldürdükleri zaman sevinç kadehini çekerler. Pâdişah o kanı şehvet uğruna dökmedi. Sen sû-i zannı ve çekişmeyi bırak. Sen onun çirkin, pis bir iş yapdığını sandın. Süzülmüşlük, duruluk içinde bulanıklık bırakır mı hiç? Bu riyâzatlar, bu cefâlar ocağın gümüşden posayı çıkarması içindir. İyinin, kötünün sınanması, altının kaynayıp köpüğünün üste çıkması içindir. Yapdığı iş Allah'ın ilhâmıyla olmasaydı, o pâdişah değil, yırtıcı bir köpek olurdu. Şehvetden, hırsdan, hevâdan berî idi. İyi yapdı o, ama kötü görünen bir iyi. Hızır denizde gemiyi deldiyse, onun bu delişinde yüzlerce doğruluk vardır. Onca nûra ve hünere rağmen Mûsâ'nın vehmi perde ardında kaldı. Sen sen ol, kanatsız uçma. O kırmızı güldür, kan deme sen ona. O akıl sarhoşudur, mecnûn deme sen ona. Eğer onun arzusu müslüman kanı dökmek olsaydı da adını ansaydım, kâfir olayım. Kötü kişinin övülmesi yüzünden arş titrer, takvâ sâhibi de onun övülüşünden sû-i zanna düşer. O pâdişahdı, hem de çok uyanık bir pâdişah. Seçkin biriydi, hem de Hakk seçkini. Böyle bir pâdişah, öldürdüğü kişiyi, tâlihe, en iyi mâkama kavuşdurur. Onu kahretmede, onun için bir yarar görmeseydi, o mutlak lutuf, nasıl olur da kahretme peşinde olurdu? Çocuk hacamatçının neşterinden titrer, şefkatli ana ise o keder içinde sevinçlidir. Yarım can alır, yüz can bağışlar. Senin vehmine bile gelmeyen şeyi verir. Sen bunu kendinle kıyaslıyorsun ama uzağın da uzağına düşmüşsün, iyice bir bak.
Gelelim hikâyedeki remz ve işâretlere :