Bir bir mürşide bağlanarak bir tarîka intisâb ettiği halde, hattâ kendisine verilen vazîfeleri de yerine getirdiği halde ma'nen hiç bir ilerleme kaydedemeyen bir çok kişi vardır. Bunların hâli, şöyle bir hastanın hâline benzer ki o hasta doktorun verdiği ilaçları düzenli olarak kullanır ama doktorun yasakladığı şeyleri de yapmaya devâm eder. Meselâ doktorun yeme dediği şeyleri yer, içme dediği şeyleri içer. Tıb ilminden biraz anlayanlar bilir ki, böyle bir hasta aslâ iyileşemez. Hastanın iyileşebilmesi için, doktorun yap dediklerini yapması yetmez, yasak ettiklerinden de kaçınması lâzımdır. Eski tıb dilinde de sôfiyye lisânında da buna perhîz denir.
Mürşid-i azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri bu mes'ele üzerinde ehemmiyetle dururlardı. Bir sohbetlerinde bu hususda şöyle buyurdular :
Zikrullahın bazı şartları var. Bir ahlâkî şartları var bir de evrâd u ezkârın şartları var. Bunların ikisi bir araya gelmezse o adam, adam olmaz. Bir adam, haram yesin, zînâ etsin, göz zînâsı yapsın, gıybet etsin, lâubâli olsun, lağviyyatla meşgûl olsun, sonra tesbîh etsin, bunun bir kıymeti olmaz. Bu, münâfıklık alâmetdir. Zikrederken kıbleye karşı oturacak, diz üstü oturacak, abdestli oturacak. Gözünü, kulağını, ayaklarını, ellerini, kalbini, Allah'ın menhiyyâtından men' edecek yani Allah'ın yasakladığı işleri yapmayacak. Bunları Hakk'ın celâlinden korkarak yapmayacak. Allahu teâlâya yapılan ibâdet ve tâ'atları da seve seve yapacak, angarya gibi yapmayacak, bunları ni'met bilecek. Yalan söylemeyecek, haram yemeyecek, gözüyle zînâ etmeyecek, kulağı ile gıybet dinlemeyecek, diliyle de gıybet yapmayacak, küfür etmeyecek. Bir adam böyle yaparsa ilerler, böyle olmazsa ilerleyemez, olmaz. Evliyâullah böyle söylüyor, ictihâd bu şekilde. Bu şartlara riâyet etmeden olmaz.
Bazısı da "Gidiyorum geliyorum ama bir şey olmuyor" diyor. Bu zikrettiğim şartlara uymazsan bir şey olmaz. Küşâd olmaz, geldiğin gibi gidersin buradan. İnsanın küşâd olması lâzım, insanın sadrı şerh olmalıdır, tevhîdin nûrunu görmelidir, dervîşliğin lezzetini tatmalıdır. Allahu teâlâ ehlullahın şefâ'at ve himmetleriyle böyle taklîden yapanlara da çok lutuflarda bulunuyor ama o başka. Biz istiyoruz ki büyüklerimiz nasıl olduysa, insan o yolun yolcusu olmalı.
Dilin zikreyler Allah'ı niçün kalbin olur gâfil
Hudâ her yerde hâzırken nedendir arada hâil
İşte bu hikmete binâen "Tarîkatın bidâyeti tövbedir" denilmişdir. Tövbesiz yola girilmez. Nitekim bütün mürşidler, kendilerinden el alacak olanlara önce tövbe ettirirler. Tövbenin ma'nâsı da, günâhlardan pişmânlık duymak ve bir daha onlara dönmemeye azmetmek demekdir. Sôfiyye lisânında, "bir tarîka girmek", "bir mürşidden el almak" ma'nâsına kullanılan "inâbe" de, günâhlardan ve mâsivâdan yüz çevirerek Allah'a yönelmek demekdir.
Sûre-i Tevbe'deki "التَّائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّائِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدونَ الآمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنكَرِ وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّهِ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ" âyet-i kerîmesi bu hakîkate işâret eder. Dikkât edilirse "tâibûn/tövbe edenler", "âbidûn/ibâdet edenler" den önce zikredilmişdir. Demek ki, ibâdete yönelmeden önce tövbe etmek lâzımdır. Âyet-i kerîmenin başında tövbe ortasında ibâdetler sayıldıkdan sonra sonunda da "ve'l-hâfizûne li-hudûdillah/Allah'ın koyduğu sınırları muhâfaza edenler" denilerek Allah'ın yasaklarından kaçınmaya, yani en başda yapılan tövbeyi bozmamaya, günâha dönmemeye işâret edilmişdir.