5 Eylül 2019 tarihinde yayınlanmıştır.
Allah'ın murâdı tahakkuk etti. Allah, yolları açtı ve vaadini gerçekleştirdi. Allahu Teâlâ işte bu vaadi sebebiyle dînini kemâle erdirdi ve nimetini tamamladı. Muhammed aleyhisselâmın vârisleri de, görevi O'ndan alarak, Allah'ın emirlerine uymayı ve yasaklarından sakınmayı emrettiler. Bütün Peygamber vârisleri, O'nun getirdiği hükümlerle hükmetmek için harekete geçtiler. Ne var ki, bu vazîfe biri zâhirde ve biri de bâtında olmak üzere ikiye ayrıldı. Hakîkatde zâhirdeki vazîfe de bâtındaki vazîfe de birdir. "Bu vazîfe sadece batınîdir" diyenler hatâ etmişlerdir. Bu vazîfeler arasındaki tek fark, birinin halk tarafından biliniyor, diğerinin ise bilinmiyor olmasıdır. Allah katına yükselmiş olan her hüküm eğer herkese açık olsaydı, bu hükümler, âdil bir hâkimin hükümleri gibi olurdu. Hâkime verilen vazîfe, insanlar tarafından bilinir ve görülür, bâtınî vârislere verilen vazîfe ise, gizli olduğu için, halk tarafından görülmez ve bilinmez. Çoğu kere bu iki vazîfe, aynı kişiye verilmemişdir. Dört râşid halîfe istisnâ edilmişdir. Çünkü bunların bâtınî vazîfesi nübüvvet bürdesiyle perdelenmişdir. Nûr-i Muhammedî ummânının dalgaları kabarıp durmakda iken, nasıl olur da onlar velâyetlerini izhâr edebilirlerdi? İşte bu yüzden Resûlullah'ın ve torunlarının devrinde onların velâyeti gizli kalmışdır. Nübüvvet bürdesi onların velâyetine perde olduğu için onların sâdece zâhirî hilâfetleri görülmüşdür. Gerçekde ise, onların hilâfeti hem zâhirî hem de bâtınîdir.
Nûr-i Muhammedî'ye verâset nöbetinin tahakkuk edebilmesi, Resûlullah'ın ahlâkı ile süslenmeye ve O'ndan bir cüz olmaya bağlıdır. Bu nûrun ilk nöbeti, gözümüzün nûru Hazret-i Hasan ile Hüseyn'in annesi, kendisini Allah'a adamış olan, Hazret-i Fâtıma'nın nöbetidir. Allah'ın selâmı ve rızâsı O'nun üzerine olsun. Pırıl pırıl parlayan bu Muhammedî nûrun nöbetini, kadr u kıymetinin yüksekliği "Hârûn Mûsâ için ne ise, Ali de benim için odur" hadîsiyle beyân edilen Hazret-i Ali alıp devâm ettirmişdir. Hilâfet kılıcını kuşanan Hazret-i Ali, Allah'a kavuşuncaya kadar, siyâsî halîfeliği asâleten, manevî halîfeliği ise vekâleten yerine getirmişdir. Bu hilâfet gömleğini Hazret-i Peygamber'in fazîlet sâhibi şehîd torunları Hasan ile Hüseyn giymişdir. Bu vazîfenin nöbeti, Allah'ın velîsi Mehdî'ye gelinceye kadar gizli hazîneler içinde torundan toruna geçmişdir. Bu nöbeti, sâhib oldukları Muhammedî ahlâk sebebiyle manevî halîfelik libâsını giymeye lâyık olan, Kerbelâ şehîdi Hazret-i Hüseyn'in torunları devralmış ve günümüze kadar getirmişdir.
Allah'a verdikleri sözde sâdık olan bazı kimseler de, bu manevi hilâfet libâsını giyip bu vazîfeyi yerine getirmişlerdir. Onların bir kısmı Resûlullah'ın soyundan gelenler yani Fâtıma evlâdıdır, diğer bir kısmı da başkalarındandır. "يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ yahtassu bir rahmetihî men yeşâu vallahu zü'l-fadli'l-azîm". Fâtıma evlâdından bir kısmı manevî hilâfet şartlarının hepsini taşımadıkları haldezaman zaman bu hilâfeti üstlenmişlerdir. Fâtıma evlâdından başka bu manevî hilâfet libâsını giyen kutublardan bazıları şunlardır. Cömertliği ile meşhûr Ma'rûf-i Kerhî. O, "nâibü'n-nazar"dır. Yine Serîy-yi Sakatî de onlardan olup "nâib'ül-azm"dır. Yine onlardan biri olan Cüneyd-i Bağdâdî ise "nâibü'l-lisân"dır. Şiblî, "nâibü'l-himmet" dir. Sehl bin Abdullah Tüsterî, "nâibü'l-kalb"dir. Fâtıma neslinden olup bu manevî hilâfet vazîfesini tam ma'nâsıyla yüklenenlerden biri Talha Ebû Muhammed eş-Şenbekî olup, "nâibü'l-kudret"dir. Bir diğeri, Tâcî Mansûr el-Betâihî'dir ki "nâibü'l-burhân"dır.
Bu manevî hilâfeti son olarak bütün vecheleriyle üstlenen, bu zayıf, âciz, güçsüz, hiç bir şeye mâlik olmayan, bendenizdir. Ki bunu bana, kadîm ve mukîm olan Allah, sadece kereminin bir eseri olarak bahşetmişdir. Ayrıca rahmet peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm da, Hakk'a kurbiyyet dercesine erişenler arasında ve O'nun manevî huzûrunda bulunan askerlerin yanında, beni bununla müjdelemişdir. Allah'ın râzı olduğuna biz de râzı olduk. Bu, Allah'ın celâl sıfatının mahcûb kalblerde meydana getirdiği bir sarsıntıdır. Ki bu sarsıntı, bazı insanların korkmaları ve Allah'ın kudretinden ibret almaları için olup, Cenâb-ı Hakk'ın sarp dağları depremlerle sarsmasından daha şiddetlidir. Ancak bu manevî hilâfeti üstlenen bazı kimseler de vardır ki, onlar, sükûn üzere olup bu sarsıntıdan çok az etkilenirler. Sonra şartların değişmesiyle, kalblerinin paramparça olduğunu görürsün.Hazret-i Pîr'in yukarıda beyân etmiş olduğu gibi, hilâfet-i maneviyye sâhibi olabilmek yani Peygamber'e vâris olabilmek için, ahlâk-ı Muhammediyye ile tam ma'nâsıyla ahlâklanmak hattâ O'nun bir cüz'ü gibi olmak lâzımdır. İşte Seyyid Abülkâdir Geylânî gibi, Seyyid Ahmed er-Rıfâî gibi kutbiyyet mertebesine erişen zevât, bu fazîletleri sebebiyle bu makâma gelmişlerdir. Bu kutbiyyet makâmına gelenlerin feyzi de tıpkı vârisi oldukları Peygamber'in hükmü gibi, kıyâmete kadar bâkîdir. Zîrâ onlardan neş'et eden nûr, nûr-i Muhammedî'dir.