İçinde bulunduğumuz ay, pek muazzam bir aydır ve bu ay Ümmet-i Muhammed'e bahşolunmuşdur. Âyet-i Kerîmede, "Ey îmân edenler, oruç size farz oldu, sizden evvel geçen ümmetlere orucun farz olduğu gibi", Cenâb-ı Hakk böyle buyuruyor. Fakat onlar oruç tuttukları hâlde bizden evvel, uzun uzun oruç tuttukları hâlde, bizim oruç gibi değil onlarınki, daha ağır, daha yüklü, namazları da öyle, gazâları da öyle, Cenâb-ı Hakk Ümmet-i Muhammed'e ve bâhusûs Resûl-i Ekrem'e olan muhabbetinden Resûl-i Ekrem'in ümmetine büyük ihsânlarda bulunmuşdur. Bizlere yani, elhamdülillah.
Bir defa bütün kütüb-i semâviyye, yani semâvî kitâblar, gökden inen kitâblar, bunlar yüz dört tânedir, yüz tânesi suhuf, dört tânesi büyük kitâb, Tevrat, İncil, Zebûr, ve Kurân-ı Mübîn'dir ve yüz suhufun, üç büyük kitâbın mecmuunu Kurân'a Allah cem etmişdir, hem de Sûre-i Fâtiha'ya. Yani bir kimse Sûre-i Fâtiha'yı tilâvet etse, yüz dört kitâbı okumuş gibidir o. Bize verilmiş, seba'l-mesânî. Yedi sefer Peygamber'e nâzil olmuş, sallallahu aleyhi vesellem.
Cenâb-ı Hakk'ın Ümmet-i Muhammed'e ihsân u inâyeti başka türlüdür Ramazan'da, bu Ramazan ayında.
Bundan evvel söylemişdik. Receb şehrullah idi. Allah Celle Hazretleri kendisine bir ay seçmiş, on iki aydan Receb'i almış. Resûl-i Ekrem de Şabân-ı Şerîf'i almış, Şabân ayı. Cenâb-ı Hakk Ümmet-i Muhammed'e Ramazan'ı ihsân u inâyet buyurmuş, bütün gök kitâbları, gökden inen kitâblar, bu ayda nüzûl etmişdir, nâzil olmuşdur. Yani Allah ile kul arasındaki râbıta, bu ayda başlamışdır, yakînen. Hiç bir zaman ayrılmaz ya, Allah ile kul arasındaki râbıta, bâhusûs kitâbî olarak bu ayda. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi veselleme Kur`ân-ı Kerîm'in Leyle-i Kadir'de nüzûl ettiğini, yine sûre-i celîle haber vermekde.
Şimdi bakalım neler ihsân olunmuş, onlardan bir mikdar böyle, tabii âşinâ gönüllere, Allah'ı sevenlere bunu haber vereceğiz. Allah'dan haberi yok, Allah'ı "allahaısmarladık" der gibi bilen kişilere onlara sözümüz yok. Onlara ha söylenmiş ha söylenmemiş müsâvîdir o. Ama Allah rızâsını arayanlar, bu âleme niçin geldiklerini düşünenler, tefekkür edenler, nerden geldik nereye gidiyoruz, niçin geldik niçin gidiyoruz diyenler, bunu böyle düşünenler, onlara büyük müjde var.
Biliyorsunuz ki peygamberler içerisinde Mûsâ Kelîmullah Allah ile konuşurdu. Her Peygamber Cenâb-ı Hakk'la konuşmuşdur, sen de konuşuyorsun. Duâların, Hakk ile konuşmakdır. Kur`ân'ı okusa bir adam da gelse dese ki, "Ben Allah ile konuşdum" dese, yemîn etse, o adam yemîninde yalancı değildir, Allah'la konuşmuşdur, Kur`ân okumuşdur çünkü. Mûsâ Peygamber'de ayrı bir husûsiyyet var, Tûr'a gidiyor ve Tûr'da Cenâb-ı Hakk ile bin bir kelâm ile görüşüyorlar. Onun için O'na kelîm denilmişdir. Hazret-i İbrâhim aleyhisselâma halîl denilmiş. Bûh aleyhisselâm kavmini necâta erdirdiği için Nûh neciyy denilmiş. Âdem aleyhisselâm saf ve tâhir olduğu için safiyy denilmiş. Hep peygamberlerin böyle birer sıfatları var, hepsini sayacak değiliz.
Mûsâ Peygamber Tûr'a gidiyor, iyi dinle!, orucun bir mikdar zevkini tadacağız şimdi, Hakk'la konuşuyor, bundan cesâret almış Hazret-i Mûsâ, dedi, "Yâ Rabbi, benimle konuşuyorsun, cemâlini de görsem senin, bana cemâlini göstersen" dedi. İster ya. Ne kadar güzel değil mi? "Yâ Rabbi benimle konuşuyorsun, bana kelîmim diyorsun konuşuyorsun, cemâlini de bana göster, cemâlini göreyim" dedi. Esteîzübillah, "وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ velemmâ câe mûsâ li mîkâtinâ ve kellemehû rabbuh, kâle rabbi erinî enzur ileyk", "bana cemâlini göster, sana bakayım yâ Rabbi, göreyim seni" dedi. Hakk Teâlâ buyurdu, "Len terânî yâ Mûsâ, sen beni göremezsin. Zîrâ ben cemâlimi senden sonra sebeb-i hilkat-i âlem olan Muhammed Mustafâ'nın ümmetine Ramazan ayını, Ramazan orucunu farz edeceğim ve cemâlimi Hazret-i Muhammed Mustafâ'ya göstereceğim. Şu anda seninle benim aramda yetmiş bin perde var, o sevgili Muhammed'imin, mahbûbumun ümmeti, iftar sofrasına oturduğu vakitde, boyunları bükük emrimi dinlemiş, yüzleri sararmış, gözleri yaşlı, kalbleri benim aşkımla vuruyor, aramızdan bu yetmiş bin perdeyi kaldıracağım onlara. Ve cemâlimi onlara hazırladım yâ Mûsâ, onlara göstermeden sana gösteremem" dedi.
Düşün bir defa, bu konuşduğumuz şey çok mühim mesele, dînde rüsûh bulanlar bu iş için can verirler yani, dînde rüsûh bulanlar. "Görsek de olur görmesek de olur" derse bir adam ona ne diyeyim ben. Ona bir sözümüz yok. Bütün ibâdetler, "ente maksûdî ve rızâke matlûbî" olacak. Yani ma'nâsı, Türkçesi, "Yâ Rabbi maksûdum sensin, kasdım sensin. Matlûbum, isteğim, arzum senin rızân" diyeceksin, her ibâdetde böyle.
Oruç, Allah'ın sevdiği en güzel ibâdet. Çünkü riyâsı yok içinde. Her ibâdete gösteriş girebilir ama oruca riyâ girmez. Allah ile kulun arasında. Onun için mükâfâtını Hakk Teâlâ kendi buyurdu ki, "Ene eczî bih, oruç tutan mü'minin mükâfâtı bana âiddir" dedi Allah, söylemedi ne olduğunu, gizledi, sakladı. İşte namaz için, salât için, cennet var, zekât için derecât var, şu var şu var, fakat oruca gelince oruçda, Cenâb-ı Hakk sakladı.
Ve oruçda büyük sırlar var. Bir defa, görüyorsunuz ki mü'minler, açlık nefs-i emmârenin boynunu büktürüyor, ona gem vurduruyor. İnsana insanlığını bildiriyor oruç. Çünkü vücûdda iki kuvvet vardır. Bir kuvvet, nefsdir. Diğer kuvvet akılla rûhdur. Nefs insanı dâimâ kötülüğe götürür, kendi arzusuna çeker, hayvâniyyete, şehvâniyyete götürür. Rûh ile akıl, ama akl-ı meâşdan bahsetmiyorum, kudsî akıldan bahsediyorum, akl-ı meâddan bahsediyorum. Hadi misâlini veriverelim de öyle daha güzel anlatacağım şimdi.
Diyor ki Abdullah el-Mübârek, "Ben Hicaz'dan geliyordum, bilmediğim bir şehre uğradım". Şimdi akl ile rûhu ve nefsi, farkını göstermek için anlatıyorum bu kıssayı. "Bilmediğim bir şehre uğradım, bakdım ufak bir çocuk, toprakları yığıyor, gülüyor, onları dağıtıyor, ağlıyor. Ufak bir çocuk, beş altı yaşında, o kadar. Selâm vereyimmi vermeyeyim mi diye düşündüm. İçimden bir kuvvet dedi ki, selam verme, çocukdur, selâmın kadr u kıymetini ne bilir".
Halbuki mü'minler hep birbirlerine selâm verecekler, selâm. O vakit selâmet olacak. Selâm teslîmiyyet ve selâmdır ve mü'min kardeşine şu paroladır o selâm vermek, "Ben senin dîn kardeşinim, Hakk yoldaşınım, benden bir ihtiyâcın var mı? Hazırım sana yardım etmeye" demekdir o.
Şimdi söylüyor, "Vereyim mi vermeyeyim mi yavruya selâm. Resûl-i Ekrem cümle enbiyânın serdârı, Allah'ın mahbûbu Muhammed Mustafâ çocuklara selâm verirdi".
Ufak çocuklara selâm verirdi Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem. Hiç kibir diye bir şey yokdu kendisinde. Zâten şöyle buyurmuşlar ki, "Kalbinde zerre kadar kibri olan bir kimse cennete girmeyecekdir" diyor Peygamber. Zerre kadar kibir!
Neymiş, ne olmuş, insan nereden geldiğini, niçin ve nasıl yaradıldığını düşünürse, kibirlenemez. Çıkdığı yer belli, aslının da ne olduğu malûm, kendince biliyor artık ne olduğunu. Niye kibirleneceksin? Köprünün bir başından çıkdın bir başına geçeceksin, gidiyorsun işte. Köprünün ortasındasın, ona mı kibirleneceksin, bulunduğun yere. Hiçbiri senin değil. Hiç senin bir şeyin yok. Vücûdun toprağın. Rûhun Hazret-i Azrâil'in. Malın, bırakacağın mal, mîrâsçıların. Makâmın varsa arkandan bekliyorlar, hemen gitsin de yerine biz oturalım diye. Öldüğün gün çok sevinecekler, makâmını bize bırakdın diye. Ölecek bir adam ölmüş bir adamın yerine göz koymuşdur mutlakâ. Ölüme namzed olan, ölecek bir adam, ölmüş bir adamın yerine göz koymuşdur. Bu böyle gidiyor, bu iş. Kibir niye olacak? Et ile kan. Öldükden sonra biraz bırakırlarsa kokar adam. Evveli de malûm, çıkdığı yer de malûm. Nerden geldiğini biliyorsun, söylemeyelim burada. Neye kibirleneceksin? Derhal hakkı kabûl edeceksin. Köylü de olsa kentli de olsa, câhil de olsa, hak mı konuşuyor, derhal boynunu eğeceksin, istersen doksan tâne fakülte bitir. Tevâzu o, hakkı kabûl etmek. Hakkı teslîm etmek. Böbürlenip hakdan kendini yüksek gören şeytandır, iblis olur adam. Ama Cenâb-ı Hakk kibirlenenlerin burnunu yere sürtüyor, mütevazileri de ref ediyor, kaldırıyor, yükseltiyor Cenâb-ı Allah. Âdeti öyle. Kendi ridâsını kimseye giydirmez. Ona âiddir kibir, Allah'a âiddir.
"Selâm vereyim mi vermeyeyim mi?"
Eh şimdi Ramazan, biraz daha konuşalım, Ramazan'dan hâriç sizi pek bulamıyorum. Belki işleriniz filan var ama bir kaç kelime fazla konuşalım. Belki burada terliyorsun ama yarın yevm-i kıyâmetde gökden güneş inecek, insanların beyni üstüne, beyinler kafataslarında kaynayacak, o vakit terlemezsin. Burada terleyenler, Allah için terleyenler. Allah için ağlayanlar orada ağlamaz. Burada gülenler orada çok ağlayacaklar fakat Allah için ağlayanlar orada ağlamayacaklar. Burada Hakk için terleyenler orada terlemeyecekler, arşın gölgesinde, Hazret-i Muhammed'in civârında iskân olunacaklardır ve Resûl-i Ekrem'in, o muhterem peygamberin, kendi eliyle Âb-ı Kevser'den nûş edecekdir.
"Efendim ne olmuş, içmiş". Bak hatırlıyorsun şimdi, susuz ol da bak göreceksin, suyun kıymetini bileceksin. Allah sana bildiriyor, yemenin, içmenin, suyun kıymetini bildiriyor Allah sana. Mahşer günü işte böyle açız, kıyâmet gününde. Ancak oruç tutanlar, Hazret-i Allah'ın sofrasında bulunacaklar, Resûlullah'ın sofrasında, arşın altında. Hattâ bir kısım kimseler cennete gizli olarak götürülürler de cennetin kapılarına vardıkları vakitde Hâzin onlara sorar "Siz nasıl geldiniz buraya?". "Biz dünyâda Cenâb-ı Hakk'a gizli ibâdet etdik, Allah bizi gizli getirdi buraya" diyecekler. Oruç tutanlar için bu, senin için bu müjde! Hem bedenin sıhhate kavuşdu, hem rûhun sıhhate kavuşdu. Biz gelelim dersimize.
Resûl-i Ekrem çocuklara selâm verirdi ve başlarını okşar idi. Hattâ Resûl-i Ekrem'in bir çocuğun başını okşadığını şuradan bilirlerdi. Mübârek, gül kokardı, Cenâb-ı Peygamber. Hangi çocuğun başı gül kokuyorsa bilirlerdi ki Resûl-i Ekrem onu okşamış. Sen de yetîmi okşa. Yetîmi okşamak Hazret-i Fahr-i Risâlet'i okşamak gibidir. Çünkü Resûl-i Ekrem de yetîmdir. Sen de malına mülküne güvenme, Allah rûhunu kabzeder, sevgili evlâdların yetîm kalıverir. Hemen bir anda olur bu işler. Yetîmin gözyaşını sil, yoksula elini uzat. Yoksul dâimâ fukarâ değildi, onun da ceddi zengindi sonra fakîr oldu. Zenginler fakîr, fakîrler zengin olur. Hastalar sıhhatlenir, sıhhatliler hasta olur. Bir minvâl üzere kalan Hazret-i Allah'dır, celle celâluhû. Düşün bunları! Sana Allah göz vermiş, ibretsiz göz, senin başının üzerinde düşmânındır, ibretsiz göz. Fa'tebirû yâ ulu'l-ebsâr.
Abdullah el-Mübârek çocuğa selâm vereyim mi vermeyeyim mi diye düşündü.İçinden bir kuvvet dedi ki, "Verme, çocukdur selâmın kıymetini ne bilir". İçinden diğer bir kuvvet ona, "Ver. Sen akl-ı meâşını Hazret-i Muhammed yolunda kurbân et, çünkü Resûl-i Ekrem çocuklara selâm veriyordu" dedi.
Bak, sana da söylüyorum. Bir şey yapayım mı yapmayayım mı diye düşün böyle, içinden bir kuvvet "yap" der, diğeri "yapma" der. İçeride burada bir takım mahlûkât var yani. Seninle konuşurlar yani içeriden. Onların hepsi bi rşekle girerek Huzûr-i İzzet'e gelecekler. Kimi yılan olarak, kimi akrep olarak, kimi insan olarak. Kimi yüzleri bder-i tâmm gibi semâdaki, kimisin yüzü cüzamlı, öyle gelecek. İçeridekiler yani içeridekilerden bahsediyorum. Düşmanını yanında taşıyorsun, belinde taşıyorsun düşmanını yâhud dostunu.
Aklını kurbân etdi Abdullah el-Mübârek, geldi çocuğun yanına, "es-selâmü aleyke yâ veledî" yani Arapça "evlâdım Allah'ın selâmı üzerine olsun" dedi. Deyince o başını böyle kaldırdı, Abdullah el-Mübârek'in mübârek yüzüne bakdı, "ve aleyküm selâm yâ Abdullah el-Mübârek" dedi. Abdullah el-Mübârek şaşırdı. Bilmediği bir şehirde, ufak bir çocuk, kendisinin ismiyle kendisine hitâb ediyor. "Evlâdım, sen benim kim olduğumu nereden tanıyorsun?". "Âlem-i ervahda elestü bi rabbiküm hitâbında Allah sana Abdullah el-Mübârek diye hitâb etmişdi, ben o safdaydım, seni unutmadım" dedi, "sen beni unuttun mu" dedi. Abdullah el-Mübârek buyurdular ki, hemen şu nefs ile rûh ile aklın farkını şundan öğreneyim, şu çocukdan. Çünkü bunda vehbî ilim var. "Evlâdım nefs ile rûh ile aklı bana nasıl tarif edersin?". Dedi ki, "Sen karşıdan gelirken bu çocuğa selâm vereyim mi vermeyeyimmi diye düşündün. Bir kuvvet dedi ki verme, işte o nefsindir" dedi. Nefs dâimâ insanı şerre götürür. Nefsin kafasını da işte bu oruç ezer, açlık ezer. "Verme dedi, o nefsindir. Sonra aklın ve rûhun dedi ki ver, Resûl-i Ekrem çocuklara selâm verirdi dedi, sen geldin bana, Resûl-i Ekrem'e uyarak selâm verdin. Ve aleyküm selâm yâ Abdullah el-Mübârek".
"Peki evlâdım, bununla ne oynuyorsun, bu topraklarla böyle?" Dedi, "Ben çocuğum, oyun ihtiyâcını duyuyorum" dedi.
Sen de çocuğunu oynat. Çocuk oyun çağında iken oynat çocuğunu, o hakkı ver ona. Eğer oyun çağında çocuğunu oynatmazsan o oynamayacak çağda oynar sonra. Yani zamanımızda olduğu gibi. Altmış yaşında adam kahvede tavla oynuyor. Mezarı hazırlanmış, kapıya tabut gelmiş dayanmış o hâlâ kağıtla, tavlayla, dominoyla, bu türlü bir takım şeylerle oynuyor. Çünkü vaktiyle oynamamış o hiç. Şimdi çıkarıyor acısını. Oynayacak çağda hakkı onların, çocuğunu oynatacaksın. Yalnız arkadaşlarına bak, kimle konuşuyor, bütün davâ bunda. Arkadaşlarını iyi seç, kötü arkadaşla arkadaş edersen çocuğunu berbat edersin, felâkete götürürsün. Yani ölümden daha beter işler getirirsin başına çocuğunun.
Sen de öyle."Efendi! Bir takım çirkin âdetlerim var, çirkin âdetlerim, alışkanlıklarım, bunları terketmek istiyorum". Nedir o? Elhamdülillah Ramazân'da tevfîk-i rabbânî geliyor, içkiyi filan bırakıyoruz. Tabii bırakacaksın. Ulan Garbis bile kapamış meyhâneyi, Ramazân münâsebetiyle kapalıyız diyor, utanmıyor musun! Sen Muhammedî değil misin? Muhammedü'r-Resûlullah demedin mi? Yarın öldüğün vakitde senin bizim musallâya getirmeyecekler mi? Hiç musallâya gelenlere ibretle bakmadın mı? Ramazân gününde içki olur mu! Allah insaf vere.
"İşte Ramazan'dan hâriç yapıyoruz" filan. İçkiyi terkedeceksen, evvelâ içki arkadaşlarını terkeyle, sonra içkiyi terkedersin. İyi dinle sözlerimi! Derde devâdır. Kumarı mı terkedeceksin, evvelâ kumar arkadaşlarını terkeyle, ondan sonra kumarı terkedebilirsin. Kumar arkadaşlarını terketmeden kumarı terkedemezsin. Kötülüğü mü terkedeceksin, evvelâ kötü arkadaşlarını terkeyle, ondan sonra kötülüğü terkedebilirsin.
Ama çocuklarını zamanında oynat, oynasınlar. Silleyle yumrukla camiye getirmeye kalkma. Sonra sana intikam besler
içerisinden, sen kuvvetden düşdün mü yâhud öldün mü, o ipini koparır sonra. Biz
nice hacı hoca çocukları gördük öyle. Hocanın hacının sağlığında başında takke,
ayağında şalvar, ayağında bir yarım takunya idi, sonra vaktâ ki babası
ölüverince zinciri kopuverdi onun sonra gitdi. Çocuğa dâimâ tatlılıkla, karşına
alacaksın, ona Allah’ı sevdireceksin. İslâm’ı öğretmek demek yalnız namazın
rükünlerini öğretmek demek değildir. Onlar İslâm’ın rükünlerdir. Allah’ı
sevdireceksin. Allah’ı sevdireceksin. Resûlullah’ı sevdireceksin. Peygamber’i
sevmedin mi, Resûlullah’ı sevmedin mi, kalbinde muhabbet yok mu, ibâdetin
lezzeti olmaz. Zâten Allah kabûl etmez öyle ibâdeti, reddeder.
“Evlâdım niye bu topraklara oynuyorsun böyle?”. Dedi, “Çocuğum ben, yâhu
insâf et, oynuyorum” .
Dinle ama çocuğu şimdi. Gene böyle İmâm-ı Azam geçiyormuş. Bizim mezheb
sâhibi, rahimehullah.
İmâm-ı A'zam, Ramazân'da altmış bir hatim indirirmiş. Mubâlaga değil, Acem
mubâlagası. Altmış bir hatim! Otuz hatim gündüz, otuz hatim de gece, bir hatim
de terâvihde, altmış bir hatim.
Sen kaç yaprak Kur`ân okuyorsun, ne kadar Kur`ân dinliyorsun? Soruyorum sana.
"Bilmiyoruz, maalesef okuyamadık". Resûl diyor ki, "Beşikden
mezara kadar okuyacaksın" diyor. Beş kuruş için doksan dokuz türlü şey
yapıyoruz, beş kuruş için. O da ya yeriz ya yiyemeyiz. Niçin Allah'ın kitâbını
okumuyorsun, neden? Niçin öğrenmiyorsun islâmını, dînini, îmânını? Yarın o
lâzım sana. Allah'a kasem ederim ki, yüz tâne fakülte bitirsen hepsinin
diploması kabrin hâricinde kalır. Bütün cihân senin olsa, hepsinin tapusu, çapı
kabrin hâricinde kalır. Ancak amelinle kabre girersin, tek başına. Haberin var
mı ondan! Ölenleri görüyorsun, onlara var bana yok zannediyorsun değil mi? O
gelici pek yakında gelir. "Küllü âtin karîb". Kaçıncı Ramazân'ı
geçiriyoruz. Hemen geliverir, hemen geliverir. Hemen geliverir, hemen
geliverir, bir de bakarsın, kapıya cansız at yani tabut geliverir. Çocuklarımız
yetîm, karılarımız dul kalır. Sevdiğimiz mallar, sevmediklerimize kalır.
Veremezsin kıyamazsın böyle "Aman paracığım" diye, kimi sevmezsen,
ona kalır. Âdetullah böyle. Aynı bir hamam kurnası gibidir, bir cenâbetden bir
cenâbete kalır. Hepsini ver demedik, erenler, hepsini ver demedik.”Rızkından
verir” diyor Hazret-i Allah “rızkından verir”. “Ve mimmâ razaknâhüm yünfikûn”.
Allah’ın tayîni kadar. Ama sen cömertmişsin, daha fazla ver. Ne verirsen o
gelecek seninle. İnşâallah onu da söyleyeceğim size, eğer canınız sıkılmazsa.
İmâm-ı Azam geçiyormuş, Hazret, bir çocuk oynuyormuş, küçük çocuk.
Küçüklerde bazen iş olur. Çocuğun ayağı kayıvermiş, hemen İmâm-ı Azam,
"Aman evlâdım düşeceksin" deyince, şöyle bakmış, "Yâ İmâm, ben
çocuğum, düşerim ve kalkarım. Sen düşme! Sen bir düşersen arkandan milyonlarca insan
düşer" demiş. Yani yanlış ictihad yaparsan diyor
“Evlâdım oynuyorsun ama toprakları topluyorsun gülüyorsun, dağıtıyorsun
ağlıyorsun, bunun bir ma’nâsı var”. “Tabii var” diyor.
İnsanoğlunun vücûdu bir çok tarlalardan, şurdan, burdan yetişen nebâtât ve
bakliyât ile meydana gelir. Meselâ bundan yetmiş sene evvel benim babam yemiş
olduğu işte ekmekdi, soğandı, tuzdu, zeytindi, peynirdi, etdi, ondan menî hâsıl
oldu, bizim vücûd meydana geldi, değil mi? Bu vücûd binâ-yı ilâhî oluyor şimdi.
Vücûd binâ-yı ilâhî oluyor. Arşî olan rûh da onun üzerine bindiriliyor. Nefs de
bindiriliyor üzerine, akıl da bindiriliyor. Eğer Allah'ın kitâbıyla boyanırsa,
Allah boyasıyla boyanırsa, Kitâbullah'a itâat ederse, o vakit o, binâ-yı ilâhî
oluyor.
Allah'ı Kabe'de arama, Allah ne Kudüs'de, ne Kabe'de, ne Medîne'de.
Allah her yere hâzır ve nâzır, "külli şey'in muhît", mekândan
münezzeh, fakat mekânların mekânı Allah, semâlara sığmamış, senin kalbine,
benim kalbime tecellî etmişdir. Kalb temiz olursa ama. Kirli olursa oraya
sultânı getirmezler. Bir ev kirli mi, oraya insan gelmez, insan olan girmez
oraya, nerde Allah gire!
İşte oruç, seni buna hazırlıyor, nefsin kafasını açlıkla kamçılıyorsun. Cenâb-ı Hakk nefsi yaratdı, sordu, “Sen kimsin, benkimim”. “Sen neysen ben oyum”
dedi nefs. Bin sene yakdı Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri nefsi. Gene çıkardı
sordu, “Sen neysen ben oyum” dedi. Bin sene dondurdu, soğuk cehennemi de var
çünkü. Hem sıcak cehennemi var, hem soğuk cehennemi.
“Efendi şimdiye kadar biz işitmedik, cehennemde ateş var”. Bak, dünyâyı
görmüyor musun, Arabistan çölleri var, yakıyor. Cenûb ve şimâl var yani güney
ve kuzey var oralar donduruyor. Dünyâda hepsinin misâli var. Çünkü âhiretde ne
varsa dünyâda bir misâli vardır. Akrepler, yılanlar, çıyanlar, sinekler,
sivrisinekler bedava halk olmadı.Cenâb-ı Hakk âhiretde olan şeylerin bir
numûnesini dünyâya verdi. “Görün bunları” dedi, “bunlara mübtelâ olacaksınız”
dedi. Yâhud güzel bahçeler, hûriler, gılmanlar, vildanlar, hep remzi var onların
dünyada. Âhiretde ne varsa dünyâda bir misli vardır onun.Meyvalar da öyle.
Hattâ yarın inşâallah meyvaları yediğimiz vakitde, “Yâhu biz dünyâda bundan
yemişdik” diyeceğiz, bunun cinsinden, portakal mı elma mı neyse. Sûre-i Bakara’da
söylüyor Cenâb-ı Allah.
Çünkü yılanı sen götürürsün buradan, belindedir o senin, kabirde başbaşa kalırsın. Sarılır sana sonra o, boynuna sarılır. Hani veremediğin mal var ya, veremiyorsun zekâtını, sayıyorsun sayıyorsun, kıyamıyorsun. Hem birer birer verme öyle, fakîr nâsumlu kişiyse biraz fazlaca ver, kendine sermâye edinsin, seneye o da versin zekâtını. Ne olmuş yani.
Cünyed-i Bağdâdî'ye birisi geldi, dedi, "Efendi, sana ben talebe olacağım, dervîş olacağım, beni ıslâh et" dedi. "Paraların var mı?", "Var", "Al onları Dicle'ye at" dedi, hepsini birden. O zât götürdü, birer birer atdı böyle zevkle. Atdı ama birer birer atdı. Geldi, "Ne oldu? Hepsini birden mi atdın birer birer mi atdın?". "Birer birer atdım" dedi adam. "Neden?", "Zevklendim" dedi. "Sen dervîş olamazsın, haydi git" dedi. "Sen kıyamıyorsun, onda bile zevk duyuyorsun, birer birer atarken" dedi. Kıyacaksın biraz, kıyacaksın, olmaz öyle kıymadan.
Kıyamazsan dil ü câna ırak dur girme meydâna
Bu meydanda nice başlar kesilir hiç soran olmaz
Yaa!
Hâcet-i dünyâ için sen varırsın yüz yere
Hâcet-i ukbâ için hiç vurmazsın yüz yere
Hiç koymazsın yüz yere. Olmaz öyle.
İşte binâ-yı ilâhî oldu vücûd. Kabe'yi yıkmakdan daha kötü. Kabe'yi İbrâhim Peygamber yapdı, vücûdu Allah yapdı. Acaba anlatabildim mi? Ne vakit ki insanlar, insan kıymeti bilecek, müslümanlar, insan kıymetini, o vakit insan olacaklar. İnsan kıymetini bilmeyen insan olamaz.
Maalesef şarkda da bu yokdur, insan kıymeti bilmezler. Garblıların yükselmesi İncil'e tâbi olduklarından değil. Bizim de geri kalmamız Kur`ân'a tâbi olduğumuzdan değil. Ya neden? Garbda insana kıymet verirler, insana kıymet veriyorlar, insana! Bizde ne olmuş yani, ne çıkar. Bağırıyor, "Yâhu bu çatana yedi yüz kişi almaz. Sen üç yüz kişilik çatanaya yedi yüz kişiyi bindiriyorsun". "Ne olur binerse?". "Batar". "Batarsa batar, nasılsa ölecek değil mi? Hastahâneye gitmiş herif yıkılmış, bakan kimse yok. "Nasılsa ölecek değil mi, ölsün hadi".
İnsan kıymetini bileceksin! İnsan kıymeti, insan kıymeti! İnsan kıymetini bilen Allah'ın kıymetini bilir. İnsana şükretmeyen Allah'a şükretmez. İnsanı sevmeyen Allah'ı sevmez. Yalandır o. O, zâhid sofunun kendi hayâlidir. İnsan seveceksin. Ne demek o? "Öpeceğim, seveceğim", o ma'nâya değil. Hakkını hukûkunu teslîm edeceksin, hürmet edeceksin hakkına, riâyet edeceksin, muhabbet göstereceksin.
Topluyoruz, işte şimdi o ne oluyor, çocuk anlatıyor, lafı karıştırıyoruz, Abdullah el-Mübârek'e, "İşte topluyoruz, topladığımız vakitde insanın meydana gelmesini ben işâret ediyorum şimdi, ona gülüyorum. Binâ-yı ilâhî oldu. Sonra ne oluyor, zaman geliyor, yıkılıyor, dağılıyor, ona ağlıyorum".
Eyyy aklım başımda diyen! Toplandık dağılacağız. Toplanmasaydık dağılmayacakdık. Halkolmasaydık ölmeyecekdik. Ölünce haşr da oluruz, arkasından öyle geliyor iş.
Cenâzeye tâbi olmuş biri gidiyormuş da, aklıma geldi söylemeden geçmeyelim. "Kim?" diye sormuş, "Filanca" demişler. "Neden öldü?" demiş birisi oradan. Cenâzde bir ârif varmış, ârif bir adam, zarîf ve ârif, yani şekli insan bâtını da insan, döndü, "Doğduğundan öldü" dedi. O hastalıkdan soruyor, hangi hastalıkdan diye. "Doğum hastalığından öldü" dedi.
Buradan götüreceksin, kat kat veriliyor şimdi. Ramazan'dan evvel bire ondu, şimdi bire yetmiş, bire yedi yüz, bire yedi bin, bire yedi milyon. Vâllahu vâsiun alîm, Allah daha da yüceltebilir. Bir namaz kılsan da öyle, iki rekat namaz kılsan, yetmiş rekat namaz kılmış gibi Allah'a sevgili. Durma, namazını vaktinde kıl. Orucunun vaktini kaçırma. Fırsatı ganîmet bil. Hastalar, seyahatde olanlar, çok yaşlılar, emzikliler, hâmileler, çok ağır işde çalışanlar, çok ağır iş ama, dayanamıyor, ateş karşısında filan, Allah onlara müsâade ediyor oruçlarını yemeği. Ramazan'dan sonra kısa günlerde tutarlar oruçlarını. Hastalar bir daha iyi olmayacaksa, yerine fidye verir. İhtiyar da öyle, çok ihtiyar adam oruca dayanamıyor, fidye verir. İki vakit karnını doyuracak kadar fukarâya yiyecek verir. Ondan gayrı gençlerimiz, orucun tadını tatmalı ve nefsi insân etmeliyiz.
Nefsi gemleyen, oruçdur. Bin sene yakdı Allah, bin sene dondurdu, sordu, "Sen kimsin ben kimim?", "Sen neysen ben oyum" dedi Allah'a karşı nefs.
Bazen biz dinleriz de, "Firavun ene rabbükümü'l-a'lâ demiş, Allahlık da'vâsında bulunmuş" deriz. Onun hakkı var gene, sana bana göre. Ordusu var, hazînesi var, askeri var, milleti var filan. Sana bana ne oldu? Fukarâ iken câmide, bitin kanlandı mı câmiyi terkediyorsun. Seni Firavun seni! O Firavun senden daha ehvendir.
Sonra Allah nefsi bin sene aç bırakdı, susuz bırakdı. Allah kimyâger gibi tecrübe etmedi. Nefsin ne mendebur olduğunu bize bildirmek için yapdı bu işi. Yoksa Allah bilmiyordu da dur bir deneyeyim bakayım nasıl oluyor diye yapdı zannetme! Sakın hâ aklına böyle bir şey gelmesin! Maazallah insân kâfir olur, dînden çıkar. Allah "âlimu'l-gaybi ve'ş-şehâde"dir. Bize bildirmek için. Bin sene aç bırakdıkdan sonra sordu nefse, "Sen kimsin ben kimim?". "Sen Rabbü'l-âlemînsin, ben âciz nefsim" dedi. Âh açlık âh, belini kırdı. Allah orucu onun için farz eyledi bizlere. Şimdi her kim ki nefsine gâlib olmak ister, hayvâniyyetine gâlib olmak ister, oruç tutsun.
Çünkü vücûdda iki kudret, iki kuvvet vardır. Biri rahmâniyyet, biri şeytâniyyet. Şeytâniyyet nefs kısmıdır, rahmâniyyet rûh ve akıl kısmıdır. İki pâdişâh vardır, aralarında harbederler. İki pâdişâh harbederler ve vücûd iklîmine hâkim olmak isterler. Vaktâ ki nefs galebe çalar, o vücûd, "ülâike kel en'âmu belhüm edal", o vücûd, hayvandan daha ednâ ve eşnâ olur. Kâfirlerin yaşayışı gibidir, dalâletde hayvanlardan daha berbatdır. Vaktâ ki rûh galebe çalar, akıl ile rûh, o vakit o vücûd, binâ-yı ilâhî olur, yani o vücûda Hakk tecellî eder. Acaba anlatabildik mi mü'minler?
"Veremiyorum" deme sakın ha! Vereceksin. Sevdiğinden vereceksin, seve seve vereceksin. "Dün akşamdan kalmışdı pide, fukarâya ver", olmaz! Fukarânın eliyle Allah'a veriyorsun. "Pantolonun dibi biraz yıpranmış, onu ben giymiyorum, fukarâya dayayalım", olmaz! Allah'a veriyorsun. Pek güvenme! Pantolonu buldun ama kıçı bulamazsan nereye giyeceksin sonra. Pantolonu vgiymek için kıçı veren Allah'a secde et. Pantolonu verene teşekkür edersin, giymek için kıçı veren Allah'a secde etmeyecek misin! Ayakkabı verene mersi diyorsun ama ayağı veren Allah'a hiç şükretmiyorsun. Ayağın olmasa ayakkabıyı nereye giyeceksin! Suyu verene teşekkür var, içmek için ağzı ve dudağı veren Allah'a teşekkür yok mu!
Bak, anlıyorsun açlık ne demekdir. Yarın kıyâmet gününde böyle olacağız işte. Uzun yıllar! Ancak Muhammedü'r-Resûlullah diyenler, a'mâl-i sâliha icrâ edenler, onlara uzun değil kıyâmet günü, bir hayvanın sağacağı kadar. Fakat kefere-i fecere için gâyet uzun. Aç, bî-ilâç, çıplak. Hattâ Ümmü'l-Mü'minîn Hazret-i Âişe annemiz demiş ki, "Yâ Resûlallah, kadın erkek çıplak mıdır kıyâmet gününde?", "Çıplakdır", "Erkekler kadınlara bakmaz mı?" demiş. "Yâ Âişe o gün öyle bir gündür ki herkes kendi derdine düşmüşdür". Gözler yerinden uğramış, kimse kimseyi görmez kendi nefsinden başka, herkes çıplak ancak yetîmleri giydirenler çıplak değil, Allah'ın elbiselerini giyecekler. Herkes aç, açları doyuranlar Allah sofrasında doyuracak. Herkes susuz, oruç tutan mü'minler Hakk'ın sofrasında, iftarda bulunacaklar orada.
Durma! Dünyâ âhiretin tarlasıdır, burda ek ki orda biçesin. Ekmeden, kuru kuruya, bir şey yapmadan, "Ben kurtulurum" filan diye hiç kendini kandırma. Ekmeden olmaz. Tarlayı ekeceksin mutlaka. Sâhibi dilerse kâdirdir ama âdetleri böyle yapmış, maddelerini böyle koymuş kitâbullaha. Ekmeden biçemezsin. Fırsatı ganîmet bil, ek, ibâdetini yap. Hem namazı yalnız Ramazan'a mahsûs kılma, Ramazan'dan sonra da namaza devam edeceksin. Namazsız müslüman olmaz. Mü'minin mirâcı namazdır. Mü'minin tâcı gene namazdır. Mü'minin bineği gene namazdır. Namazını kılacaksın. "Kalbim temiz" filan, sakın hâ sen onlara uyma o kalbi temizlere filan. Sakın hâ! Katiyyen! Şeytan hacı olarak, şeyh olarak, hoca olarak görünür adama. Allah helâlı helâl, harâmı harâm ilân etmişdir, Kur`ân'a tâbi, Resûlullah'ın emrine, sünnetlerine riâyet edeceksiniz.
Namaz! Kolay, beş vakit namaz. "Bazen kazaya kalıyor". Eh kalırsa, Allah'a ağla, "kılamadım yâ Rabbi", sonra kılar, kazâ edersin, Allah kabûl eder gene. Bak ne güzel. Kulluğun bir ifâdesi, değil mi? Ramazan-ı Şerîf'de orucu tutacaksın. Zekâtını ver! Zekât, malı eksiltmez, artırır. Asmayı kesmiş gibidir. Asmayı kesince nasıl fışkırırsa, zekâtı verene Allah fazla verir. Bak, dene. Fâiz parayı, malı bitirir, zekât bereket verir. Ömründe bir defa haccet. Gönül haccını bol yap, gönül haccını. Yani gönül al. Âh alma, kimsenin âhını alma, gönül al, gönül al, gönül, gönül, gönülü haccet, gönül tavâfı yap. Açı doyur, çıplağı giydir, büyüklere hürmet göster, küçüklere şefkat göster. Sen Resûl-i Ekrem'in ümmetisin. Allah sana Kur`ân'da mü'min diye hitâb etmiş, kendiismini sana vermiş. Resûl-i Ekrem, "Ümmetî, ümmetî" demiş senin için, evlâdlarını fedâya kalkmış mahşer gününde. "Yâ Rabbi, Fâtımam, Hasanım, Hüseynim, Kâsımım, Rukiyyem, Abdullahım fedâ, ille ümmetim" demiş senin için. O Peygamber'in kıymetini bilmeyecek misin yani? Yakışık alır mı, öyle içkiyle fışkıyla filan? İbâdet, tâat, terâzilerinizi, ölçeklerinizi doğru tutunuz. Kalbinizi bozmayınız hiç. Kalbde Allah sevgisi, muhabbeti getirin.
Oruç üç kısımdır, anlatacakdım ama vakit geçdi, bu kadar kâfî. İnşâllah size haftaya anlatırız, sağ olursak.
Yâ Rabbi, hep oruçluyuz, senin davetine icâbet etdik yâ Rabbi, sen davet etmesen biz buraya gelemezdik, haydi geldik, kapıdan içeriye giremezdik, sen hânene bizi kabûl eyledin, burada bizi kulluğa kabûl etdiğin gibi, yarın kıyâmet gününde de kulluğuna kabûl et ve Resûl-i Ekrem'in nigâh-ı iltifâtı ile bizleri şâd eyle ve bizim birliğimizi tevhîdimizi bozma yâ Rabbi. Tevhîd dâimâ rahmetdir, nifak şirkdir yâ Rabbi, bizi tevhîd nûrûyla pürnûr eyle. Bir vücûd gibi hareket edelim yâ Rabbi. Günahkarlarımız da, oruç tutan mü'minlere bağışlayıp günahlarını affet. Oruç tutmayanaları da affeyle yâ Rabbi, oruç tutan mü'minlere bahşet onları yâ Rabbi.
Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.
Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 17 Haziran 1983 (6 Ramazan 1403) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.