Ramazan'da Herkese Açık Sofralar

7 Mayıs 2020 tarihinde yayınlanmıştır.

İftar
Yukarıda gördüğünüz yazı, 3 Haziran 1909 târihinde The Globe Republican adlı bir Amerikan gazetesinde yayınlanmışdır. Yazı, ecdâdımızın Ramazan'a mahsûs güzel âdetlerinden biri hakkındadır. Belli ki, o gün bu yazıyı yazan Amerikalı muhâbir, burada şâhid olduklarına çok şaşırmış ve bir gazeteci refleksi ile Amerikalı okuyucunun da buna hayret edeceğini ve haberi çok ilginç bulacağını düşünmüş. İşte şimdi size, bugün artık tamâmen unutulmuş olan, bu güzel âdetden bahsedeceğim. 

Vaktiyle Ramazân-ı Şerîf geldiğinde, bütün zenginler, konaklarının kapılarını ardına kadar açarlar ve herkesi sofralarına buyur ederlerdi. İftar vaktine doğru dileyen herkes, bir zengin konağına girer ve kendisine gösterilen sofraya oturur ve dilediği kadar yer, içerdi. Hiç kimse kapıdan geri çevrilmez, kimseye kimlik sorulmaz, tanıdık olup olmadığına bakılmaz, zengi fakir ayrımı yapılmazdı. İkrâm edilen yiyecekler ve içecekler de, o konakda oturanların ağız tadına göre hazırlanır, basite ve ucuza kaçılmazdı. Bu sebebden bu iftarlar çok masraflı olur ve bazı konak sâhipleri otuz günlük iftar masrafını karşılayabilmek için kıymetli eşyâlarını satmak zorunda kalırlardı. Bu yüzden Ramazan ayında antika eşyâlar bol bulunur ve fiyatları ucuzlardı. Üstelik ikrâm iftardan ibâret de değildi. Çünkü iftara gelen herkese bir de diş kirası verilirdi ki bu da, dünyânın hiç bir yerinde görülmeyen, Osmanlı Türklerine mahsûs, çok zarîf ve ârifâne bir âdet idi. Ehemmiyetine binâen, diş kirası âdetini ayrı bir yazıda ele almak isterim. 
Bu güzel âdetin henüz kaybolmadığı günlere yetişen meşhûr yazar Refik Hâlid Karay, o günlere dâir tanıklığını şöyle ifâde ediyor :
"On iki ayın sultânı" unvânıyla anılan Ramazan, her şeyden evvel, boğaz ve mide ile alakadardı. Bu ayda, israf denilebilecek bir bolluk hüküm sürer, İstanbul, en nefis yemeklerin her "merhabâ" diyene sunulduğu muazzam bir imârethâneye dönerdi. Büyük konakların iftar sofrasında yer almak için tanıdık olmaya lüzum yokdu ki. Gözüne kestirdiğine girerdin. Kimse kim olduğunuzu, nerede, ne münasebetle tanışıldığını, isminizi ve işinizi sormazdı. Sadece kapıda duran ağa, kılığınıza, kıyâfetinize bakarak, size yer gösterirdi. Ya büyük sofrada, ya orta sofrada, yahut da alt katta, kahve ocağı sofrasında. Otur masanın bir kenarına, istersen ne konuş, ne dinle, yaranmaya çalışma, sekiz on türlü yemekten, tıka basa karnını doyur, kahveni iç, usulcacık sıvış, git. Kimse farkında olmaz, onlar dahi işi acaib bulmazdı. Otuz gün Ramazanı böylece, yabancı konaklarda iftar etmek suretiyle lord gibi yiyip içerek geçiren binlerce adam vardı. Şurasını da unutmamalı, bugün, şâyet iyi bir lokantada aynı yemeği, aynı bollukla yemek îcâb etse, husûsiyle o yemeklerin bulunması kâbil olsa, her öğünde altı lira ile on lira arasında bir masraf  ihtiyar etmeniz lâzım gelir.
Şundan emînim ki, biz bugün çıkıp bunu bu millete anlatsak, çoğu insan, buna ya inanamayacak ya da en az o Amerikalı gazeteci kadar hayret edecekdir. Öyle değil mi, nasıl olur da bir zengin, hiç bir mecbûriyyeti yokken, hiç tanımadığı, bilmediği insanlara kendi evinin kapısını sonuna kadar açar ve tam bir ay boyunca onları evinin konforunda ağırlar ve kendi yediklerinden yedirir, içtiklerinden içirir, hattâ bununla da bırakmaz, bir de her misâfire diş kirâsı adı altında bir mikdar para ya da bir hediye verir, bu iş hiç bir masrafdan kaçınmaz, gerekirse kıymetli eşyâlarını satar, borç alır. Bu ancak masallarda filan olur değil mi?

Susuz değirmenlerin ne ile döner çarkı
Kerem etmeyen beyin fakîrden nedir farkı
Listeye geri dön