7 Mayıs 2020 tarihinde yayınlanmıştır.
"On iki ayın sultânı" unvânıyla anılan Ramazan, her şeyden evvel, boğaz ve mide ile alakadardı. Bu ayda, israf denilebilecek bir bolluk hüküm sürer, İstanbul, en nefis yemeklerin her "merhabâ" diyene sunulduğu muazzam bir imârethâneye dönerdi. Büyük konakların iftar sofrasında yer almak için tanıdık olmaya lüzum yokdu ki. Gözüne kestirdiğine girerdin. Kimse kim olduğunuzu, nerede, ne münasebetle tanışıldığını, isminizi ve işinizi sormazdı. Sadece kapıda duran ağa, kılığınıza, kıyâfetinize bakarak, size yer gösterirdi. Ya büyük sofrada, ya orta sofrada, yahut da alt katta, kahve ocağı sofrasında. Otur masanın bir kenarına, istersen ne konuş, ne dinle, yaranmaya çalışma, sekiz on türlü yemekten, tıka basa karnını doyur, kahveni iç, usulcacık sıvış, git. Kimse farkında olmaz, onlar dahi işi acaib bulmazdı. Otuz gün Ramazanı böylece, yabancı konaklarda iftar etmek suretiyle lord gibi yiyip içerek geçiren binlerce adam vardı. Şurasını da unutmamalı, bugün, şâyet iyi bir lokantada aynı yemeği, aynı bollukla yemek îcâb etse, husûsiyle o yemeklerin bulunması kâbil olsa, her öğünde altı lira ile on lira arasında bir masraf ihtiyar etmeniz lâzım gelir.Şundan emînim ki, biz bugün çıkıp bunu bu millete anlatsak, çoğu insan, buna ya inanamayacak ya da en az o Amerikalı gazeteci kadar hayret edecekdir. Öyle değil mi, nasıl olur da bir zengin, hiç bir mecbûriyyeti yokken, hiç tanımadığı, bilmediği insanlara kendi evinin kapısını sonuna kadar açar ve tam bir ay boyunca onları evinin konforunda ağırlar ve kendi yediklerinden yedirir, içtiklerinden içirir, hattâ bununla da bırakmaz, bir de her misâfire diş kirâsı adı altında bir mikdar para ya da bir hediye verir, bu iş hiç bir masrafdan kaçınmaz, gerekirse kıymetli eşyâlarını satar, borç alır. Bu ancak masallarda filan olur değil mi?