Resûlullah'a Muhabbetin Nişânesi Sünnetine ve Sîretine İttibâ Etmekdir

23 Ağustos 2019 tarihinde yayınlanmıştır.

İman

HUTBE

Kâlallahu Teâla fî Kitâbihi'l-Azîz.
Eûzübillahimineşşeytânirracîm.
Bismillahirrahmânirrahîm.
قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Kul in küntüm tuhibbûnallahe fettebi'ûnî yuhbibkümüllahu ve yağfirleküm zünûbeküm, vallahu gafûru'r-rahîm.
Sadakallahü'l-azîm.
Ve kâle'n-nebiyyü sallallahu aleyhi vesellem :
Re'sü'l-hikmetü mehâfetullah.
Sadaka resûlillahi rabbi'l-âlemîn.

Geçen hafta, Allah Resûlüne muhabbetden ve umûmî olarak muhabbetden bahsetmişdik. Kısa olmuşdu ama özlü olmuşdu. Bu hafta yine o sözler üzerinde biraz duracağız ve onlara biraz ma'nâlar vereceğiz. Bizim iktidârımız yettiği kadar, sizin de isti'dâdınız kadar nasîbinizi alacaksınız. 

İyi dinle! Sana istikbalde minhâc olacak ve seni Hakk cennetine götürecek, mazhar-ı zât edecek, "fî mak'adı sıdk"a eriştirecek olan sözleri iyi dinle!

Günlerden birgün, Hazret-i Ömer'e Cenâb-ı Peygamber yani Resûl-i Ekrem Efendimiz sordu. Bu Ömer kimdir biliyor musun? Resûlullah Efendimizin kayınpederi, kerîme-i muhteremesi Hazret-i Hafsa'yı Peygamberimize vermiş, Hafsa mü'minler annesi olmuş, işte O'nun pederi ve İslâm'ın izhârını iktizâ ettiren zât, kırkıncı müslüman. İslâm'a girmesiyle, İslâm'ı izhâr eylemiş. O güne kadar İslâm gizli. Mü'minler, o güne kadar kâfirlerin gözünden gizlenerek ibâdet ve tâat ediyorlar. Ömer ibn Hattâb'ın islâmiyle, İslâm izhâr olunmuş. "lâilâheillallah" kelime-i tayyibesini izhâren söylemek cür'etini mü'minlere bahşetmiş bir kimsedir. Ve yine aynı zamanda, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem buyurmuşlar ki, "Ben hâteme'l-enbiyâ olmasaydım, ben peygamberlerin sonu olmasaydım yani nebîlerin sonu, benden sonra peygamber gelseydi, Ömer ibn Hattâb gelirdi" demiş. İşte O'na sormuş, "Yâ Ömer, beni ne kadar seversin?" demiş. Demiş ki, "Yâ Resûlallah, herşeyden ziyâde seni severim ama nefsimi senden ziyâde severim" demiş. Allah Ömer'den râzı olsun, radıyallahu anh, doğru söylemiş. Fahr-i risâlet buyurmuş ki, "Beni hak peygamber olarak gönderen Allah'a kasem ederim ki, yâhud nefsim yed-i kudretinde bulunan Allah'a kasem ederim ki, Yâ Ömer, senin îmânın kemâle ermedi. Beni herşeyinden ziyâde ve nefsinden de ziyâde sevmedikçe îmânın kemâle ermez". Yani "Sen beni nefsinden ziyâde sevmiyorsun, öyleyse îmânın kemâlde değil" demiş. Onun üzerine Hazret-i Ömer ağlayarak, "Yâ Resûlallah, şimdi ben seni herşeyimdem ziyâde, nefsimden de ziyâde seviyorum" demiş. Efendimiz, "Yâ Ömer, îmânın şimdi kemâl erdi" demiş. 

İş muhabbetledir, sevgiyledir, aşkladır. Onun için geçen hafta anlatmışdık ya, hani a'râbî Peygamber'e soruyor, diyor ki, "Yâ Resûlallah, kıyâmet ne vakit kopar?" diyor. Resûl-i Ekrem diyor ki, "Ey a'râbî! Bu bir emr-i mühimdir, bu olacak bir hâdisedir, sen bunun vaktini öğrenip ne yapacaksın? Sen kıyâmet günü için ne hazırladın, onu düşün. Kıyâmetin kopma vaktini öğrenmen sana bir fayda vermez, o gün için sen ne hazırladın?" deyince a'râbî demiş ki "Yâ nebiyallah, benim uzun uzun namazlarım yok, uzun uzun oruçlarım da yok, beş vakit namaz kılarım, senede bir ay oruç tutarım" dedi. 

Müslümana lâyık olan da bu. Binâ-yı İslâm. Tabii nevâfil namaz kılınırsa yani teheccüd namazı kılınırsa, salât-ı duhâ kılınırsa, salât-ı kubur kılınırsa, bunlar nevâfil namazlardır, nâfile ibâdetler insanı Allah'a öyle yaklaştırır ki, o nâfile ibâdet yapan kişinin gören gözü Hakk olur, söyleyen özü Hakk olur, dili Hakk olur, kulağı Hakk olur. Nevâfille insan Allah'a kurbiyyet peydâ eder. Farzlar bizim kulluk vazîfemizdir. Ama hiç bir zaman ibâdet karşılığında cenneti bekleme, cenneti Allah'ın fazl u kereminden bekle. İbâdeti kul olduğun için yap, Allah ister seni cennetine koysun ister cehennemine koysun. Sen kul olarak Allah'a ibâdetini yap.

İşte o a'râbî, "Benim uzun uzun namazlarım yok, uzun uzun oruçlarım da yok, beş vakit namaz kılarım, senede bir ay oruç tutarım ama Allah'ı ve seni severim yâ Resûllah" deyince Cenâb-ı Peygamber buyurmuş ki, "Ey a'râbî! Müjde olsun sana! Kişi sevdiği ile berâberdir, sen de benimle berâbersin".

Demek ki, derecât-ı Muhammed Mustafâ'ya ermek isteyen, Resûlullah'a muhabbet etmeli ve Resûlullah'ın sünnetine ve sîretine ittibâ etmelidir. Muhabbetin bir nişânesi de budur. Sünnet-i Ahmediyyeye ittibâ etmeden, sîret-i Muhammediyyeye intisâb etmeden, kuru kuruya muhabbet davâsından olanlar, davâlarında yalancı olurlar. Zîrâ davâda burhân ve tanık gerekdir yani şâhid gerekdir. Bu muhabbet davâsının şâhidi de nedir? Resûlullah'ı seven Resûlullah'ın boyasıyla boyanır. Hattâ Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem mübârek ayağını nasıl attıysa, ayaklarını öyle atmaya çalışır. Evvelâ taklîd eder sonra taklîdden tahkîke geçilir. Nitekim aşk-ı mecâzîden aşk-ı hakîkat bulunur, şirkden tevhîde varılır, riyâdan ihlâsa vâsıl olunur. Evvelâ taklîd, sonra o taklîd, tahkîk olur. Zirâ Resûlullah'ı taklîd etmekle, kalbine bir muhabbet-i Muhammediyye tohumu atmış olursun, zamanla bu tohum meyvasını verecek, senin kalbin muhabbet-i Muhammediyye ile dolacakdır. Sallallahu aleyhi vesellem. 


Peygamber'i sevenler hakkında da Allah Kur`ân'da şöyle söylemiş : "وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَعَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ وَالصِّدّ۪يق۪ينَ وَالشُّهَدَٓاءِ وَالصَّالِح۪ينَۚ وَحَسُنَ اُو۬لٰٓئِكَ رَف۪يقًاۜ ve men yutı'ır resûle fe ülâike me'allezîne en'amallahu aleyhim minen nebiyyîne vessıddîkine veşşühedâi vessâlihîne ve hasüne ülâike refîkâ". İşte Allah ve Resûlünü sevenler, O'nun sîretine ve sünnetine uyanlar, O'nun çizdiği yoldan yürüyenler, Allah'a o yoldan vuslat etmek isteyenler, onlar, nebîlerle yani peygamberlerle berâberdir. Peygamberin makâmı ayrı bizim makâmımız ayrı ama muhabbetle onlarla berâber oluruz. Sonra "veşşühedâi", şehîdlerle berâber, "vessâlihîne", sâlihlerle berâber, "ve hasüne ülâike refîkâ", bunların arkadaşlığı ne kadar güzel oldu. Allah öyle diyor, Cenâb-ı Hakk Celle ve Tekaddes Hazretleri.

Onun için, derecât-ı cennet, sana şu olsun. Kalbinde muhabbet-i Muhammediyye olsun. Sana bu kâfî gelir. 

İyi dinle! Sana bunun îzâhını bir hikâye ile vereyim, şerhedeyim, anlatayım.

Abbâsî halîfelerinden Hârûn Reşîd'in bir kara kuru câriyesi vardı. Güzel câriyeler de vardı fakat Hârûn Reşîd, bu siyâhî ve çirkin olan câriyeye karşı büyük bir muhabbet beslerdi. Hikmetini sordular, "Yâ emîre'l-mü'minîn, bu kadar güzel câriyeleriniz var, halbuki sizin muhabbetiniz en çok şu siyah ve çirkin câriyeye. Bunun sebeb-i hikmeti nedir?" dediler. Halîfe, "Ben size onun sebeb-i hikmetinin ne olduğunu göstereyim" dedi ve hazînesini açdı, şahsî hazînesini, devlet hazînesini değil. Halîfe şahsî hazînesini açıp câriyelerine dedi ki, "İsteyen hazîneme girsin, istediği zîneti alsın" yani istediğini alsın dedi. Câriyeler hazîneye üşüşdüler, herkes eline geçen hulviyyâtı yani zîneti adlı fakat o siyah câriye boynu bükük kapıda bekliyordu. Halîfe ona sordu, "Sen niye hiç bir şey almadın?" dedi. Câriye, "Ben senin zînetine değil, sana tâlibim" dedi. Acabâ anlatabildim mi? Halîfe dedi ki, "İşte bundan dolayı ben bu câriyeyi hepsinden daha çok seviyorum. O diğerleri gibi beni malım için değil, bana ben olduğum için muhabbet ediyor" dedi. 

İşte Allah'ı ve Peygamber'i sevenler de cennet için sevmemeli, Allah'ı Allah olduğu için sevmeli, Muhammed Mustafâ'yı Resûl-i Ekrem olduğu için sevmeli. Yoksa cehennem korkusuyla günâhı terketmek, cennet ümîdi, hûri gılmân tama'ı ile ibâdet etmek, bunların aslını araştıracak olursak, aslında bu ebrârın makâmıdır ama bundan Allah'a ibâdet çıkmaz, nefse ibâdet çıkar. Allah cenneti ve cehennemi halk etmese, O'na ibâdet etmeyecek miydik? Yani kıyâmet olmasaydı, mahşer olmasaydı, bir daha dirilmek olmasaydı, elli senenlik bir hayât olsaydı ama Allah bizi böyle insân olarak halk etseydi, insan olduğumuz için, Allah'a ibâdet etmeyecek miydik? Mâdem ki insânız, elbette Hakk'a ibâdet etmek lâzım gelirdi. Zîrâ Hakk'a ibâdet, Cenâb-ı Hakk'ın hakkıdır. 


Allah'ı sevenler ve Resûlullah'ı sevenler, Hakk rızâsına ererler ve civâr-ı Mustafâ'da iskân olurlar ve Resûlullah'la berâber olurlar. Hattâ ashâb-ı kirâm diyorlar ki, "Bizde, dâimâ kalbimizi kemiren bir düşünce vardı. Bu âlemden âlem-i bâkîye gittiğimiz vakit, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin makâmı elbet ki bizden yücedir, biz Peygamber'in makâmına erişemeyiz, o vakit ayrı düşeriz diye üzülürdük. Anladık ki, Resûlullah'ın kurbiyyeti, Peygamber'e muhabbetdeymiş. 

Hattâ yine, bir zâhid kişi, namaz esnâsında, nasıl olduysa, farzın nihâyetinde, Peygamber'e salât ü selâm okumayı unutmuş. Malum ya, tahiyyatdan sonra salât ü selâm okuyoruz, allahümme salli, allahümme barik. Sonra o gece rüyâsında Resûlullah'ı görmüş, sallallahu aleyhi vesellem, Efendimiz ona yüz vermemişler, yüz göstermemişler. O zât demiş ki, "Yâ Resûlallah, beni tanımadınız mı? Ben sizin ümmetinizdenim". Peygamberimiz, "Hayır ben seni tanımadım" demiş. O zât, "Yâ Resûlallah, ama biz âlimlerden işittik ki, Peygamber ümmetini baba evlâdını tanır gibi tanır demişlerdi, nasıl olur da siz beni tanımazsınız" deyince Peygamberimiz buyurmuşlar ki, "Âlimler doğru söylemişler ammâ sen bana salavât vermeyi unuttun. Hani bana muhabbet? Biz muhabbet edeni tanırız" demiş. "Biz bana muhabbet edeni tanırız" demiş, sallallahu aleyhi vesellem. 

Onun için Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi veselleme muhabbet, bizi iki cihânda azîz edecekdir. Bu muhabbet de, Resûlullah Efendimizin çizdiği yoldan yürüyerek, Peygamber'in sünnetine ve sîretine ittibâ ederek, âline, ashâbına, ensârına muhabbetle mümkündür. Ondan gayrı, sefâhatla, nefs-i emmâreye kul olmakla, şehvetine zebûn olmakla bu iş ele girmez. Mutlakâ Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin çizdiği yoldan gitmek lâzımdır ki o yol, İslâm yoludur, şerî'at yoludur, hakîkat yoludur, ma'rifet yoludur, Hakk yoludur. O yolun bidâyeti bu işle başlar, nihâyeti Hakk rızâsında tamâm olur. İnsan, "fî mak'adi sıdk"a erişir, Resûlullah'ın sohbetinde bulunur, civâr-ı Mustafâ'da iskân olur.

Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sıratin müstakîm.

www.muzafferozak.com

Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 10 Eylül 1982 (21 Zilkade 1402) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.
Listeye geri dön