Resûlullah'a Salât ü Selâm Okumanın Faydaları - Hutbe - 2 Mart 1984

1 Kasım 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Ağaç

HUTBE

Kâlallahu Teâlâ fî Kitâbihi'l-Azîz
Eûzübillahimineşşeytânirracîm
Bismillâhirrahmânirrahîm.
إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
İnnallâhe ve melâiketehû yusallûne ale'n-nebiyyi yâ eyyuhellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ.
Sadakallahu'l-Azîm

Okuduğum âyet-i kerîme, Sûre-i Ahzâb'dan. 

Kur`ân-ı Kerîm 114 sûredir, 6666 âyetdir. Kur`ân-ı Kerîm'i muhakkak sûretde okumaya gayret et. İlmin vakti, zamânı yokdur. "Yaşım geçdi, vaktim geçdi" demeyeceksin. Sultân-ı rusül yani resûllerin sultânı olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, yani Efendimiz, Allah'ın mahbûbu, Allah'ın sevgilisi, "Utlübü'l-ilme mine'l-mehdi ile'l-lahdi" buyuruyorlar ki yani "İlmi siz beşikden mezara kadar talîm ediniz".

İlimde bir çok safhalar olduğu gibi, asıl ilim, Allah'ı bilmekdir. Allah'ın kelâmını bilmeyince Allah'ı nasıl bilirsin? Allah'ın mahlûkâtını tanımayınca Allah'ı nasıl tanırsın? Öyleyse, muhakkak sûretde, "Vaktimiz geçdi, yaşımız kemâle erdi" demeyeceğiz, Kur`ân-ı Kerîm'i tilâvet edeceğiz. 

Şunu da söyleyeyim size, Kâşifü'l-Kubûr diye bir kitâb var İmâm-ı Suyûtî'nin, onda diyor ki, "Kur`ân-ı Kerîm'i öğrenmeden ölenlere, melekler kabirde Kur`ân'ı talîm etdirecekler" diyor. Belki zahmetli olur yani. Buardan hazırlan git.

"Efendim, Arabî harf uzun, iş ağır, çetin" filan. Hayır efendim, öyle değil. Allah zenginliği istediğine, ilmi isteyene verir. Bir akşamda okuyanlar vardır be, bir akşamda! Niye Allah'dan ümîdini kesiyorsun? Gönlün Allah'lı olsun bir defa evveliemirde. Allah'a itimâd et, Allah'a hüsn-i zann et, Allah'ı sev.

Hani meşhûr bir menâkıb var da, yeri gelmişken söyleyelim. Salahaddîn-i Zerkûbî'nin ceddi, bir kış gününde medreseye gelmiş, tahsîle. İşitmiş böyle hocadan. Biraz yaşı geçmiş bir adammış. Talebeler, genç talebeler şaka yapmışlar kendisiyle. Zemherî böyle, medresenin önünde de su akarmış., bir dere varmış, çay varmış. Demişler, "Niye geldin buraya babalık" demişler. "Okumaya" demiş. Demişler, "Sen dağlısın, senin kürdlüğün çıkması lâzım". "E ne olacak?" demiş. "Suya gireceksin sabaha kadar" demişler. "Orda kalacaksın, sonra medreseye girersin, tahsîle başlarsın" demişler. Kalb temiz, hiç gıll u gış yok, öyle zannetmiş o ve girmiş suya. Zemherîde sabaha kadar durmuş suda. Meşhûr menâkıbda var yani söylediğim şey. Sabahleyin medreseye gelmiş, doğru kürsüye çıkmış, diyor ki, "emseytü kürdiyyen esbahtü arabiyyâ, dün ben Kürddüm, bugün Arab oldum, gelin size lisân-ı Arab'ı öğreteyim" diyor. Bir akşamda Allah ihsân etmişdir.

Hakk Teâlâ'ya ne güçlük var ki? Yalnız sen Allah'a iyi itimâd et, iyi sarıl O'na sen. "Olur mu olmaz mı" deme. Biz insanken kapımıza gelen fakîri fukarâyı boş çevirmeyiz, hakkıyla Allah'ın kapısına geleni Allah boş çevirir mi zannediyorsun yani? O, sultânların sultânıdır. O, Rahmân'dır, Rahîm'dir Allah. Vaktim geçdi filan yok, tahsîl-i ulûm. Her husûsda. 

Bu kafayla gitmeyeceğiz âhiret âlemine. Dünyâyı da evladlarımıza tertemiz teslîm edeceğiz ki, bizden sonra bizim kabirlerimizi pis ayaklarıyla kâfirler çiğnemesinler, evliyâlarımızın kabirlerine şarap dökmesinler. Çalışmazsan, okumazsan, tahsîl etmezsen, gidersen böyle bildiğinle, sonra kâfir gelir senin mukaddesâtını kirletir, karına kızına el atar. Karın kızın senin mukaddesâtınsa eğer! Sende iffet ırz varsa! Câmine, mukaddesâtına, Kitâb'ına...

Şuraya gelmişken söylemeden geçmeyeyim haydi. Ben kitapçılık yapıyorum biliyorsunuz burada Çarşı'da, şurada Sahafhâne'de. Bundan bir kaç sene mukaddem, epeyi oldu, on beş yirmi sene var, bir kadın geldi, bir Kur`ân-ı Kerîm getirdi bana. Yani sırası geldi de söylüyorum, zuhûr etdi. Kulağınıza küpe olsun bu. Bunları bellemezseniz, bunları unutursanız, her şey unutulur. Her şey gider elinizden. Kimseden intikam almaya kalkma ama bil düşmanını, sakın. Îcâb etdiği vakitde, her şeyini müdâfaaya hâzır ol. Evvelâ birinci, birbirini seveceksin. Birincisi, tevhîd. Birleşme, anlaşma. Kadın getirdi bir Kur`ân-ı Kerîm. İbretle dinleyiniz, kürsî-i Muhammed'den söylüyorum, hilâfım yok, Allah şâhiddir. Kur`ân-ı Kerîm'in başı ve sonu yok. Dedi ki bana, "Bunu böyle ciltletir misiniz?" dedi. Dedim ki, "Kur`ân-ı Kerîm böyle ciltlenmez. Kur`ân-ı Kerîm yüz on dört sûredir. Âyetleri tamâm olması lâzım. Başka kitâba benzemez bu, Kur`ân-ı Kerîm'dir. "Yok" dedi, "ben bunu okumak için ciltletmiyorum" dedi. "Niye ciltletiyorsun hanım?" dedim, sordum ben de tabii. Şu cevâbı verdi bana, "Ben Fethiye'liyim" dedi, "Fethiye'liyim, bizim oraya düşman geldi, biz kaçdık" dedi. Düşman Kur`ân-ı Kerîm'i almış, yüz numaraya koymuş, kadının anlattığına göre, tahâret etmişler Kur`ân-ı Kerîm'le. Sonra Cenâb-ı Allah bize feth u fütûhât verdi, Rûhâniyyet-i Muhammediyye, ervâh-ı Bedir ve Dîn-i Ahmed uğruna dökülen şehîd kanlarının sâhibleri, yani kanlarından kendilerine kefen biçen babalarımızın rûhları bize yardım etdiler ve muzaffer olduk elhamdülillah. Düşman çıkdı gitdi. "Gitdiğim vakitde bu Kur`ân'ı, yüz numarada buldum" dedi, "böyle bu şekilde. Kullanılmış bir kısmı, kirletilmiş. Bunu aldım şimdi ciltleteceğim, kabirde göğsüme koyduracağım. Yevm-i kıyâmetde bana şâhid olsun, kâfî" dedi. Vallâhi ve billâhi, aynen böyle. 

Niçin bunu söylüyorum? Daha bu ufak, basit bir misâl, benim şâhid olduğum. Nice böyle düşman çizmesini görenler, düşman yumuruğunu yiyenler, nice böyle mukaddesâtımza ilişildiğini gördüler. Onun için evvelâ tevhîd-i islâmı bozmayacağız ve ilme çalışacağız. Bu vatanı tertemiz, iffetli, ırzlı, mukaddesâtına hürmetkâr, küçüğüne şefkatli, büyüğüne hürmetli, insan haklarına riâyet eden, bilgili, kafalı evladlarımıza teslîm edeceğiz, öyle bırakacağız bunu. Yoksa kabirlerimizi kâfirler çiğneyiverir. Dünyâdan sizi siliverirler. Onun için Resûl-i Ekrem ne buyurmuş, böyle anla sen onu, ters anlama sakın hâ, "Hiç ölmeyecek gibi dünyâya çalış". Yani sen öleceksin ama senin kavmin, senin kabîlen, senin milletin ölmeyecek, onlar için çalış böyle, onlar için. "Yarın ölecek gibi âhirete hazırlan" diyor. Tövbekâr ol. 

Vasiyetin başının altında olsun. Ecel ne vakit gelecek bilmiyoruz. Bir kere, "Dön!" dedi mi, tamam. Vasiyetin başının altında olacak. Gençliğine, makâmına, hiç bir şeyine güvenme. O bir pehlivandır ki, nice pehlivanın sırtını tuşa getirmişdir, nice pâdişahların, nice ilâhım diyenlerin. Yani Nemrudların, Firavunların, onların emsâllerinin sırtlarını yere getirmişdir. O meşhûr bir kahraman vardır, bir kahraman! Yalnız âşıklara müjdecidir, âşık ile maşûku kavuşduran. Çünkü mü'minlere, Muhammedîlere, ehl-i muhabbete ölüm bâbında vuslat-ı cemâl vardır. Kâfire zevâl vardır. Mü'mine vuslat var. Âşık ile maşûku birleşdirir. Elhamdülillah. Fakat küffâr-ı hâkisâr öyle değil. Elbet ki öyle olmayacak.

Gelelim, şimdi biz toplayalım. Bazen çalışırsın da yani kendinden sonra gelenler için çalışırsın da, Allah onun nimetini bile bazen sana tattırabilir. O zevki de görebilirsin yani olur böyle şeyler. Olmayacak şeyler değil. Haydi onu da söyleyeyim de öyle geçelim.  

Hârun Reşîd, Cafer-i Bermekî ile gidiyorlarmış. 

Hârun Reşid dediğim vakitde bakkal Reşid Ağa değil hâ! O devrin en büyük islâm hükümdârı. Dünyânın en büyük hükümdarı. O devirde, Hârun Reşîd devrinde müslümanlar saat yapmışlar, Fransa'ya vermişler, Fransa kralı saati kırmışdır. Neden biliyor musun? "Müslümanlar bunun içine Şeytan'ı kapadılar, bize gönderdiler" diye. O kadar geriydiler o gün. Sonra bak sen ne hâle geldin, müslümanlar ne hâle geldiler, onlar ne hâle geldiler. Ama manen biz sultânız, elhamdülillah. Îmânımız var. Allah'lı bir gönüle mâlikiz. Muhammed gibi bir peygamberimiz var, sallallahu aleyhi vesellem. O bir nigâh-ı iltifât etsin, bize kâfî gelecekdir, Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi vesellem. 

Gidiyorlarmış bakmış yaşlı bir ihtiyar, beli bükülmüş, yüzü kırışmış, yaşlı bir ihtiyar, gözünün feri sönmüş, bu hadîse hürmeten, ağaç dikmeğe çalışırmış. Görmüş Hârun Reşîd, gülmüş. 

Halbuki o ihtiyar Resûl-i Ekrem'in bu sözünden hisse almış. Ölmeyecek gibi dünyâya çalışacaksın. Ne demek o? Senden sonra gelenler var, evladların var senin. Anlattık ya, temiz bir tarlaya, temiz bir tohum ekdin, o tohum kıyâmet gününe kadar meyvasını vermesi lâzım. Gülmüş Hârun Reşîd ihtiyara, düşünememiş bu tarafları. Resûl-i Ekrem'e uyarsak, iki cihânda saâdet ereriz, Hazret-i Muhammed'e. Onun çizdiği yol, insanları rızâya, rıdvâna, cennete cemâle götürür. Oradan kim sapıtırsa kendisi helâk olur. Allah dînine bir şey olmaz. Allah'a da bir zarar gelmez. Muhammed Mustafâ'ya da bir zarar gelmez. Her yapan kendine yapar. Sen zannedersin ben sapıtdım. Hayır! Lâyık olmadın mı senin ismini defter-i islâmdan silerler, seni islâmın kapısından sürerler. Haberin bile olmaz. Görene, köre ne! 

Güldü Hârun Reşîd. Şaşırdı ihtiyârın hırsına. Öyle gördü o, hadîsi hatırlayamadı. Dedi, "Baba ne yapıyorsun orada?". Dedi, "Hurma dikiyorum". "Yaşın kaç?" dedi. "Doksan küsur evlâdım". "Peki hurma kaç senede meyva verir?". "On senede, otuz senede, yüz senede verir" dedi. "E peki sen dikdiğin hurmalardan yiyebilecek misin?". Güldü, "Babalarımız dikdiler, biz yedik". Resûl-i Ekrem öyle demiyor mu? Ölmeyecek gibi dünyâya çalışacaksın, o demekdir o. "Babalarımız dikdi biz yedik, biz dikiyoruz, çocuklarımız yesin, torunlarımız yesin" dedi. 

Şimdi ağaç zamanıdır ağaç dikiniz. Dikdiğin ağacın her bir yaprağı, her bir filizi senin için Allah'a istiğfâr eder. Ağaç kesme, ağaç dik, yeşert. Yaşat onu, sadaka-i câriyedir. Ölsen, defter-i a'mâlin kapansa, bu sadaka-i câriye kapanmaz, dâimâ sevâb yazılır. 

"Evlâdım, babalarımız dikdi biz yedik, şimdi biz dikiyoruz, çocuklarımız, torunlarımız yesin" dedi. Sultan, mahcûb oldu söylediğine ve çıkardı bir torba altun verdi, atdı. İhtiyar aldı eline altunları, şöyle başını kaldırdı, dedi ki, "Evlâdım, on senede, otuz senede, yüz senede meyva veren ağaç hemen bana meyvasını verdi, bak Allah bana gönderdi". Bir daha atdı halîfe, bir torba daha. İkinci torbayı alınca dedi ki, "Ağaçlar senede bir defa meyva verirler, bizim ağaçlar iki defa meyva vermeğe başladı". Üçüncü torbayı atınca dedi ki Cafer'e, "Kaçalım buradan, bu ihtiyar bizi soyacak" dedi pâdişah, oradan yürüdüler.  

Cemaat içinde yüksek sesle gülenler olunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Estağfirullahe'l-azîm ve etûbu ileyh. Tebessüm buyurunuz. Câmide gülmek doğru değildir, tebessüm ediniz. Kahkahayla gülünmez. Efendimiz hiç kahkaha atmamış, sallallahu aleyhi vesellem. Çok hoşuna giden bir şey olduğu vakitde, gülerlerdi, mübârek dördüncü dişi görünürdü. Çok ağlıyoruz, bazen de gülelim, ziyânı yok ama câmiden dışarıda. 

Şimdi, Kur`ân-ı Kerîm'i öğreneceğiz. Bak okuduğum âyet-i kerîme, yüz on dört sûreden Sûre-i Ahzâb'dan. Şimdi bir kaç misâl daha vereceğim size, keseceğiz. Çünkü vakit dar, sizler de uzak yerlerden geliyorsunuz, memûrlarımız var, işçilerimiz var, filan filan. 

Sakın hâ, çalışdığın yere ihânet etme. Hele bâhusûs ibâdet ve tâatını hıyânetine de âlet etme. Malûm ya bizim ekseri müslümanlar öyle, meselâ götürü bir iş versen herif çabucak namazı kılıyor da, yevmiyeli olursa,ağır ağır kılıyor. O vakit ne oluyor, o ibâdet değil şimdi o, o ibâdetini hırsızlığına âlet ediyor. O vakit ibâdet olmaz o. O ibâdet insanı Allah'a götürmez, Allah'dan uzaklaştırır. Bazı ibâdet var, ibâdet insanı Allah'a yaklaştırır. Bazı ibâdet var, sakatlı ibâdet, Allah'dan uzaklaştırır. 

Evet. Allah diyor ki, "Ben noksan sıfatdan münezzeh, kemâl sıfatlarıyla muttasıf, bilinen bilinmeyen âlemlerin mâliki olan ben Allah meleklerimle berâber muhakkak Habîbim Muhammed'e salât ediyorum, ey îmân edenler, siz de salât ediniz". Kıyâmet gününde Resûl-i Ekrem'in en yakınında olanlar, Resûl-i Ekrem'e çok çok salavât-ı şerîfe verenlerdir. Biz de ne diyoruz Cenâb-ı Hakk'a, "Allahümme salli 'alâ Muhammed, Yâ Rabbi sen Habîbin Muhammed'e salât et". Allah diyor ki bize, "Ey kullarım, Habîbim Muhammed'e salât edin", biz diyoruz ki, "Yâ Rabbi, sen salât et". Manâsı, geçen hafta söylemişdim, "Yâ Rabbi, biz kullar, bize verilen ilimle Resûl-i Ekrem'e yapılacak salavâtın mikdârını bilmeyiz. Sen ilmullah ile onu bilirsin, ona lâyık olan salavâtı, sen ver Yâ Rabbi" diyoruz. Cenâb-ı Hakk'a havâle ediyoruz yani. 

Şimdi misâllerini vereceğim. Salavâtın bazı kerâmâtından.  Geçen hafta bir şey söyledim. Birisi geldi bana dedi, "Efendi, ne kadar cömerd adammış" dedi, "her selâm-ı Muhammedîye yüz altın verdi Hekimoğlu Ali Paşa". O altun. Bazıları selâm-ı Muhammedîye cân verir, cânân verir. Bir nigâh-ı iltifât-ı Muhammediyyeye mal değil, altun değil, cânını verir, her şeyini verir. 

Bir mürîd gelmiş de terbiyecisine, demiş ki, "Bu akşam ben Resûl-i Ekrem'i gördüm" deyince, ağlamış mürşidi. "Âh evlâdım, sen nasıl gördün onu" demiş, "öpeyim gözlerini senin. Biz onun ravzasını dahi göremiyoruz, istiyoruz ki ravzasını görelim". Bakanlar görmediler, görenler gördüler. Bakmak başka, görmek başka. 

Aklıma geldi şimdi, söylemeden geçemiyorum. Ravza-i Mutahhara'dan çıkıyoruz, bizim Türk hacılarından birisinin nasırına basmışlar. Medîne-i Münevvere'de oluyor hâdise, Peygamber'in kapısı önünde. Adam nasıl küfür ediyor biliyor musunuz! Ağzına gelen küfrü koyvermiş. Sonra dedim ki, "Evlâdım sen neredesin, ne yapıyorsun!" dedim. "Nasırıma basdılar" diyor. Bilmiyor ki Resûl-i Ekrem'in onun her efâl ü harekâtına şâhid olduğunu. Resûl-i Ekrem beşîrdir, nezîrdir, şâhiddir. Hepimize şâhid olacak yevm-i kıyâmetde.

Şimdi salât ü selâmın bazı kerâmâtından bahsedeceğim. Sıkıntıya dûçâr olursan Resûl-i Ekrem'e salât ü selâm oku. Ama ağzın başka yerde kalbin başka yerde olmasın. Çünkü malûm-i ihsânınız, kalbinde olmayanı insan ağzıyla söylerse münâfık olur o. İster aşk-ı mecâzîde, ister aşk-ı hakîkîde. İster tevhîdde, ister şükürde. Kalbine lisânın tercümân olmalıdır, kalbindeki olana. Olmayanı söyleme. Sıkıntıya marûz oldun, ahd ü peymân ile Resûlullah sallallahu aleyhi veselleme sarılırsan eğer, muhakkak o müşkülün hallolacakdır. "Efendi, bu âlemde mi?". Vallâhi bu âlemde.

Bir sabah namazında namaz kılındıkdan sonra arkadan bir zât kalkmış, cemâate hitâb etmiş, bir iki şey vereceğim, keseceğim, fazla uzatmayacağım, sizi sıkmayacağım, dedi ki, "İbâdallah, ben Evlâd-ı Resûl'denim yani Peygamber sülâlesindenim. Biz seyyidler sadaka alamayız, zekât da alamayız". 

Evlâd-ı Muhammed'e zekât ve sadaka verilmez. Hediye alabilirler. Onlara haramdır yani. Çünkü zillet vardır. Resûl-i Ekrem'in zürriyetinde zillet olmaz. Onun için sadaka alamazlar, zekât da alamazlar. 

"Ben evlâd-ı Muhammed'denim, kızımı evlendireceğim, hiç bir şeyim yok. Bana hediye olarak bir şey verirseniz, inşâallah ceddimin şefâatine nâil olursunuz" dedi. Ağlıyor, gözünden yaş döküyor, Peygamber evlâdı. 

Olur ya. Neler var kenarda, köşede. İsteyemeyen, söyleyemeyen, inleyen. Evlâd-ı Muhammed'den de var. Allah kâinâtı derecât üzere halk etmiş. Kimi fakîr, kimi zengin. 

Orada aşk-ı Muhammed'le kalbi çarpan bir zât varmış, hemen kalkmış bütün sermâyesini ona vermiş, ne varsa. Onun da sermâyesi çok değil, orta halli bir esnafmış zavallı, vermiş ve çıkmış gelmiş. O gün evde ne varsa onu yemişler. O gece Resûl-i Ekrem'i görmüş rüyâsında. "Evlâdımı hoşnûd etdin, beni de hoşnûd etdin" demiş. "Git Belh sultânına, Sultân Tâhir'e, benden selâm götür kendisine, seni taltîf etsin" demiş. Adamcağız, "Yâ Resûlallah, sultân kim, ben kim?". "Git" demiş, "Belh sultânına git, seni karşılayacak" demiş.

Sabahleyin kalkmış adam, bakkala gitmiş, "Selâmün aleyküm", "Aleyküm selâm". Dedi ki bakkala, "Ben bir yere gideceğim, işim var, ben gelinceye kadar benim âilemin ihtiyâcını görür müsün?" dedi. "Fazla verme, kut lâ yemût, yani ölmeyecek kadar biraz erzak verir misin borca, ben gidip gelinceye kadar?". Güldü bakkal, "Seni oraya gönderen, bana onun evladlarına bak dedi, akşam emir verdi" demiş. "Seni Belh'e gönderen bana emir verdi" demiş, "Belh'e gidip gelinceye kadar onun evladlarına bak diye".

"Gitdim" diyor, "üç günlük yoldan Sultân Tâhir askeriyle beni karşıladı, aldı, iltifât etdi, ikrâm etdi".

Bu evlâd-ı Muhammed'e yapılan, ya Resûl-i Ekrem'in zâtına, zât-ı Muhammediyyete?

Dinle bakalım bir tâne daha söyleyelim, îmânımız artsın, îmânımızın nûru. Bilirsiniz ama tekrarlamak hayırlıdır, güzeldir. 

Şeyh Süleymân Cezûlî Hazretleri gelmiş bir kuyu, kuyuda ip yok, kova yok, etrâfını dolaşıyor filan. Yan tarafda bir duvar, orada ufak bir kız çocuğu, 12-13 yaşında duvardan bakıyor filan. "Evlâdım" demiş, "kızım" demiş, "bir kova yok mu?". "Ne yapacaksınız Şeyh Efendi?". Şeyh ihtiyar demek, mürşid demek, önder demek. "Abdest alacağım" demiş. "Fesübhânallah" demiş 12 yaşında kız, "sen bu kadar ilminle, fazlınla, kemâlinle, kuyudan bir su çıkarmaya hiç kâdir değil misin?" demiş. Kuyudan bir su çıkarmaya. "E ipsiz, kovasız çıkar mı?". "Tabii çıkar" demiş. "Haydi çıkar bakayım göreyim". Kız gelmiş, kuyuya bir şey söylemiş, su yukarı çıkmış, taşmış. "Buyur abdestini al" demiş. Efendi hakîkaten âlim adam, büyük adam yani, abdest almış oradan, dönmüş evine gelmiş. Senelerce kitâb karıştırmış adam, okumuş. İbâdeti var, tâatı var, zühdü var, takvâsı var, verâsı var. Gece uyuyamıyor, aşağı yukarı, aşağı yukarı, dönüyor yatağın içerisinde. "12 yaşında kız bu nimete nâil olsun, ben niye olmayayım" kabîlinden. Bakmış âilesi yanından kalkmış dışarı çıkmış. O da peşinden çıkmış. Kadın deryâya doğru gitmiş. Deniz varmış ileride, oraya inmiş. Kadın inerken iki aslan peydâ olmuş, birisi erkek biri dişi, biri önüne geçmiş kadının, biri arkasına, muhâfazaya almışlar, kadını su kenarına götürmüşler. Kadın postekinin üzerine binmiş ve ortada hâlî bir ada varmış oraya geçmiş, orada biraz ibâdet yapmış, tekrar binmiş postekisine ve karaya gelmiş. Aslanlar gene kadını getirmişler. Şeyh Efendi ondan daha evvel gelmiş yatmış. Ve üç akşam böylece Şeyh Efendi bunu takîb etmiş. Dördüncü günü kadını tutmuş, "Sen bu kerâmete nereden erdin?" demiş. "Efendi, Allah aşkına haberin yok mu" demiş, "benim bu hâlimden sen haberdâr değil miydin?". "Değilim". "Yirmi senedir Allah bana bunu ikrâm etdi". "Neyle?" demiş. "Salavât-ı şerîfeyle" demiş. "Hangi, salavâtla?" demiş. "Sorayım bakayım" demiş. Ertesi gün haber getirmiş, "O kendisi âlimdir, bildiği salavâtları toplasın, bir kitâb yapsın, meydana getirsin, kitâbı sana okusun, içinde o salavâtlar varsa, söyle kendisine". "Peki" demiş Efendi, toplamış. Âlim adam. "İşte Delâilü'l-Hayrât ve Şevârıkul-Envâr nâmındaki kitâbı telîf etdim" diyor Hazret-i Şeyh. "Delâilü'l-Hayrât ve Şevârıkul-Envâr nâmındaki kitâbı telîf etdim, okudum kadına" diyor, "Dedi ki" diyor, "iki yerinde var". "Göster". "Sorayım". "Sordum, dediler ki söylemeyiz, kitâbın hepsini okusun, salavât-ı şerîfeyi". 

Şimdi o kitâb elimizde vardır bizim. Ama bizim müslümanlar dedikodudan, kağıtdan, bilmem neden, lüzûmsuz şeylerden, mâlâyaniden baş alamıyorlar ki Delâil-i Hayrât okuyalar. Bu, Resûlullah ile rûhların birleşmesidir. Yani Cenâb-ı Hakk'ın rûhumuzu Rûh-ı Muhammedî ile âşinâ kılması için okunan şeydir salavât-ı şerîfeler. Onun için selâm-ı Muhammedîye öyle yüz altun değil, cânını verecek insanlar vardır. 

Suda yürümek de mühim bir meseledir bizim için ama ehlullah onu da makbûl saymazlar. Çünkü onu da yapan var, balık yapar, odun yapar, suyun üstünde durur filan yani. Havada da öyle, kuş durur, sinek durur filan. Gene, şarkdan garba bir anda İblîs de gidebilir. Asıl kerâmet nedir, asıl kerâmet? Hudûd-i ilâhîden çıkan bir kimsenin kolundan tutarak onu Allah'a vuslat etdirme ve kâmil ve mükemmel insan olma, Resûlullah'ın yolunda Resûlullah boyasıyla boyanma, sıbgatullah ile nûrlanmakda. İş orada. Bunları yaparsan, bunlar sana ihsân u inâyet olunur. Mühim hâdisâtdır ama o kadar ehemm-i mühim bir şey değil. Kerâmet-i ilmiyye var, kerâmet-i kevniyye var, kerâmet-i vücûdiyye vardır. Sen kerâmet-i vücûdiyyeye bak.

Şimdi bak bir tânesini daha söyleyeyim, Muhammed Bahâeddîn Nakşibendî Hazretleri diyor ki, "Ben bir ân Resûlullah'ı görmezsem eğer, kendimi tedennîde farzederim" diyor. "Her ân Huzûr-i Nebî'deyim" diyor, sallallahu aleyhi vesellem. 

Bunlar salavâtla elde edilir, muhabbetle elde edilir. Salavât, muhabbetin tohumudur. Manâ tarlasına muhabbet tohumunu ekersin, aşk ateşiyle o tohumu orada pişirirsin, gözyaşıyla sularsan meyvasını görürsün. Hem dünyâda hem âhiretde. Yarın kıyâmet gününde, "Yâ Rabbi, bu benim ümmetim" diye Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Hakk'a müracaat ederek senin kolundan tutarak seni cennetine koyar. 

Yâ Rabbi, Habîbin Muhammed'den bizi ayrıma. O'nun nigâh-ı iltifâtiyle bizleri şâd eyle. O'nun evlâdını, ehl-i beytini, ashâbını, ensârını, velîsini, âlimini, muhibbini, âşıkını sevmek bizlere nasîb eyle. Çünkü Yâ Rabbi el ele, el Hakk'adır. Onları sevmek Habîbini sevmek gibidir. Habîbini sevmek, snei sevmek gibidir Yâ Rabbi. Kalbimizde muhabbet-i Muhammediyyeyi tulû etdir. Ve zâhirimizi ve bâtınımızı nûr-ı Muhammed'le nûr eyle Yâ Rabbi. 

Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtın müstakîm.

www.muzafferozak.com
 
Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 2 Mart 1984 (29 Cemaziyyülevvel) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.
Listeye geri dön