Resûlullah'ın Ümmetine Düşkünlüğü - Hutbe - 8 Şubat 1980

27 Eylül 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Hutbe

HUTBE

Kâlallahu Teâlâ fî Kitâbihi'l-Azîz.
Eûzübillahimineşşeytânirracîm.
Bismillahirrahmânirrahîm.
لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَز۪يزٌۘ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَر۪يصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ
Lekad câeküm resûlün min enfüsiküm azîz, 'aleyimâ 'anittüm harîsun 'aleyküm bil mü'minîne raûfun rahîm.
Sadakallahu'l-Azîm.

Allah Celle Hazretleri, kendi ismiyle isimlendirdiği ve ahkâmı eskimeyecek olan Kitâb-ı Kerîminde de, "Yâ eyyühellezîne âmenû" hitâb-ı kerâmâtıyla hitâb etdiği has kulları ve sevgili peygamberi Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâmın bendeleri olan, Hakk'ın cennetine tâlib, rızâsına râgıb, cemâline âşık olan mü'minlere hitâb etmekde ve ilân etmekde : "لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَز۪يزٌۘ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَر۪يصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ lekad câeküm resûlün min enfüsiküm azîz, 'aleyimâ 'anittüm harîsun 'aleyküm bil mü'minîne raûfun rahîm". "Biz sizin cinsinizden bir resûl gönderdik sizlere, insan cinsinden, Benî Âdem cinsinden". Yâhud "enfeseküm", en nefîsinizi, en güzelinizi, benim indimde en makbûl olan Benî Âdem'den, "عَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا alleme âdeme'l-esmâe küllehâ" ve aynı zamanda, yani esmâ-i ilâhînin küllisini talîm etmiş, ve alleme's-sıfata ve alleme'z-zâta mâlik olan Muhammed aleyhi's-saâtü ve's-selâmı, size raûf ve rahîm, sizler için hem raûf hem rahîm hem azîz. Malûm-ı ihsânınız, raûf, Allah'ın esmâlarındandır, isimlerindendir. Rahîm de öyle, Cenâb-ı Hakk'ın ismidir ve Habîb-i Zî-şânı Hazret-i Peygamberine de Cenâb-ı Hakk kendi ismini vermiş, kendi rahîm esmâsını vermişdir. 

Bu rahmâniyyet ve rahîmiyyet yani "Bismillahirrahmânirrahîm"deki, rahîmiyet ve rahmâniyyet, "rahmânün fi'd-dünyâ", Allah dünyâda bütün mahlûkât-ı ilâhiyyesine, kâfirine, mü'minine, lâ-dînîsine, dinsizine, dindarına, hepsine merhametlidir, er-rahîm esmâsı, kıyâmet gününde, tecellî edecekdir ki, dünyâ yüzünde mahlûkât-ı ilâhiyyeye verilen merhamet denilen mefhum, merhamet. Bunun yüzde bir cüz'ü dünyâya verilmiş, Cenâb-ı Hakk'ın rahîmiyyetiyle Resûl'ün şefâati, rahîmiyyeti, bu yüz cüz olan merhametin doksan dokuzunu Allah Muhammedîler için, müslümanlar için, mü'minler için, âşık-ı sâdıklar için ayırmışdır, kıyâmet günü için. Yani rahîmiyyeti yüz cüz'e ayırırsak eğer, yüz cüz'e, bir cüz'ü, dünyâda bulunan merhamet denilen nesne neyse odur. Doksan dokuzunu Allah Muhammedîlere kıyâmet gününde hazırlamışdır. Ve Cenâb-ı Peygamber'in ismini onun için rahîm esmâsını koymuş. Çünkü şefâat-i kübrâ sâhibi Peygamberimizdir. Makâm-ı Mahmûd sâhibi Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellemdir. Ve zât-ı ulûhiyyeti öyle tecellî edecek, Ümmet-i Muhammed'e bu iltifâtını o günde gösterecekdir. Yani beyinler kafataslarında kaynadığında, gözler yerlerinden uğradığında, mazlûm zâlimin yakasına sarılıp hak taleb etdiğinde, dünyâ yüzünde elleri öpülenlerin bazılarının ayak altında süründüğünde, dünyâda azîz zannetdiklerimiz zelîl olduklarında, o günde Cenâb-ı Hakk bunu tecellî etdirerek Ümmet-i Muhammed'e iltifâtını gösterecek ve cemâliyle müşerref kılacakdır. Zâten âşık-ı sâdıklar, bu âlemde de cemâl-i ilâhîye müştâk olmuşlar ve bu cemâli kendilerinde bulmuşlardır. Geçiyoruz.

Cümle peygamberân-ı izâm hazerâtı yıldızlar gibidir. Sûre-i Yûnus'daki bulunan "هُوَ الَّذ۪ي جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَٓاءً وَالْقَمَرَ نُوراً hüvellezî ce'ale'ş-şemse zıyâan ve'l-kamera nûrâ", oradaki tasavvufî ma'nâ, şems-i hakîkat olan Muhammed Mustafâ'dır, cümle enbiyâ nûrunu Hazret-i Fahr-i Risâlet sallallahu aleyhi vesellemden almışdır. Nasıl güneşden diğer yıldızlar nûrlarını alıyorlarsa, şems-i hakîkat-i Muhammediyye'den de diğer enbiyâ, peygamberler, nûrlarını Cenâb-ı Peygamber'den almışlardır. 

Resûlullah, işin evveli ve âhiridir. Nûru evvel, ba'si sonradır. Fakat evvel ve âhir , zâhir ve bâtın ne varsa, Hazret-i Fahr-ı Risâlet hürmetine halk olunmuşdur ve yaradılmışdır. Cenâb-ı Hakk Celle ve Tekaddes Hazretleri, burada esmâsıyla, Habîbini kendisine tevhîd etdiğini beyân etmişdir. Raûf ve rahîm ve azîz esmâlarıyla. Bir de geçen hafta gene söylemişdim, tevhîd-i efâli vardır ki, Bedir Muhârebesinde Fahr-ı Risâlet sallallahu aleyhi vesellem küffâr-ı hâkisâr çok kalabalık olduğu hâlde, yerden bir avuç toprak almış, küffâr-ı hâkisârın üzerine o toprağı atmış, kâfirlerin gözü kör olmuş, ve zâten kör olan gözleri kör olmuş, hakîkati görmeyen gözleri tekrar kör olmuş ve mağlûb olmuşlardır ki Cenâb-ı Hakk, "وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰىۚ vemâ rameyte iz rameyte velâkinnallahe ramâ, Habîbim Muhammed, atdığın vakitde toprağı sen atdın ama senin elinle ben atdım" diyor Hazret-i Allah Celle Celâluhû Hazretleri. Gene Sûre-i Necm'de, "وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ * اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ vemâ yantıku ani'l-hevâ in hüve illâ vahyun yûhâ, Habîbim Ahmedim Resûlüm Muhammedim, hiç bir işi kendi isteği, kendi arzusuyla yapmaz, ancak benim vahyimle yapar". Bu da tevhîd-i efâlidir. Bir de tevhîd-i zâtı vardır ki o da mi'râcda zâhir olmuş, "فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ fe kâne kâbe kavseyni ev ednâ" sırrı ile. Ve "اِنَّ الَّذ۪ينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّٰهَۜ innellezîne yübâyi'ûneke innemâ yubâyi'ûnallah" âyetleriyle ki, "Habîbim Muhammed, sana bîat eden, bana bîat etdi". 

İki yüz yirmi dört bin enbiyâ, nebî, Resûlullah'ın gelmesini müjdelemek üzere Allah göndermişdir. Yoksa bir peygamber gönderir, cümlesini kendisine davet etmeye kâdir idi. Resûlullah'ın şerefini bizlere bildirmek için, iki yüz yirmi dört bin peygamber gelmiş, Hazret-i Fahr-ı Risâlet'in gelmesini bizlere müjdelemişdir, beşeriyyete. Nasıl ki bir pâdişah geleceği vakitde, önden öncüler gelirler, haber verirler, "Geliyor! Geliyor! Geliyor! Açılın, savulun, geliyor!", sonra sultan zuhûr eder, işte peygamberler sultanı, Allah'ın sevgilisi, mahbûbu Hazret-i Muhammed Mustafâ'nın gelmesini tebşîrât için semâvât ve ard ve içinde bulunan bulunmayan bütün mahlûkât-ı ilâhiyyeye tebşîrât için, iki yüz yirmi dört bin peygamber gelmiş, bunların içerisinde yüz on üç tânesi ulü'l-azim peygamberdir, cümlesi Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellemenin gelmesini müjdelemişdir. Elhamdülillah, işte biz bu peygamber-i zîşân ki buna kim bîat etdiyse Hakk'a bîat etmişdir, iki cihânda azîz olmuşdur. "Muhammedü'r-Resûlullah" diyen diller, cehennem nârı görmeyeceklerdir. Hattâ mü'minlerden günahkâr olanları Cenâb-ı Hakk Habîbine haber vermeden, adâleti tecellî edecek, nâra koyacakdır. Kâfirlerin elleri bukağıdadır, yani kelepçede ve zincirdedir. Esteîzübillah, "اِنَّٓا اَعْتَدْنَا لِلْكَافِر۪ينَ سَلَاسِلَا۬ وَاَغْلَالًا وَسَع۪يرًا innâ a'tednâ lil kâfirîne selâsile ve ağlâlen ve sağîrâ, biz kâfirler için zincirler, bukağılar, kelepçeler hazırladık". Mü'minlerin elleri kelepçeye vurulmayacak. Her kâfir kendi amelinin şeklinde cehenneme irsâl olunacak, gönderilecek. Şekl-i insanda değil. Ameli domuzsa domuz olarak, maymunsa maymun olarak. Yalnız Ümmet-i Muhammed vech-i âdemiyyet ile girecekler. Melekler soracaklar, "Siz kimsiniz? Siz hangi kavimsiniz böyle?. Diğer küffâr-ı hâkisâr hepsi kendi ameli üzerine nâra girdiler, siz şekl-i insandasınız". O vakit diyecekler ki, Resûlullah'ın ismini unutarak, çünkü Resûlullah'ın ismi anılırsa nâr söner, cehennem, diyecekler ki, "Biz Ramazan'da oruç tutardık, Kur`ân bize nâzil olmuşdu". "Haaa sizler Ümmet-i Muhammed'densiniz. Öyle bir peygamber-i zîşâna ümmet oldunuz da burada sizin işiniz ne!". 

Bunlar zâlimler, çok günahkârlar, şefâate mazhar olmayanlar. Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Habîbine haber vermeden bunları nâra koyacakdır. Çünkü Resûlullah sallallahu aleyhi veselleme şefâat-i kübrâ verilmişdir, Makâm-ı Mahmûd kendisine ihsân olunmuşdur. Cenâb-ı Allah gene Kitâb-ı Kerîminde, "وَلَسَوْفَ يُعْط۪يكَ رَبُّكَ فَتَرْضٰىۜ ve le sevfe yu'tîke rabbüke fe terdâ, Habîbim Muhammed, sallallahu aleyhi vesellem, yeter deyinceye kadar sana vereceğim. Yeter Yâ Rabbi artık tamam, böyle deyinceye kadar sana vereceğim" dediği için, kalblerinde zerre mikdarı îmân olana dahi Cenâb-ı Peygamber şefâat edecekdir. Nârdan kurtaracakdır yani. Bir kısım var ki onlarda hukûk-i ibâd vardır, Ümmet-i Muhammed'den zâlimlerdir, îmânlıdır ama zâlimlerdir, onları Cenâb-ı Hakk Habîb-i Edîbine haber vermeden nâra götürecekdir. Sonra adâlet tecellî edecek, mâşâallah cezâları neyse, cezâlarını görecekler. Sonra Cebrâil aleyhisselâm gelip cennete Peygamber-i Zî-şân Efendimize haber verecekdir. "Yâ Resûlallah, siz burada ıyş u işretdesiniz, ümmetinden bir kısım nârdadır" deyince Cenâb-ı Peygamber ağlayarak cenneti terkedecek ve cehenneme doğru koşacakdır. Ve gözünden perde nihân olacak, kaldırılacak. Ümmet-i Muhammed'in o zâlimleri simsiyah olmuşlar, "Yâ Resûlallah, vaadin bu muydu, hani bize şefâat edecekdin?". Efendimiz ağlayacak, "Yâ Rabbi, şimdi şefâati bana müyesser kıl ki bunlara da şefâat edeyim, kurtarayım". Şefâat izni Cenâb-ı Peygamber'e çıkacak, onlara da şefâat ederek cennete alıp götürecek. 

Onun için ey mü'minler, dünyâda en büyük saâdet ve devlet, Allah'ın en büyük nimet-i uzmâsı, Cenâb-ı Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâma ümmet olmakdır. Bundan daha yüce bir nimeti yokdur Allah'ın bizim için. 

Bir gün Cenâb-ı Fahr-ı Risâlet sallallahu aleyhi vesellem oturmuşlar. Mahzûnmuşlar o gün. Gene buyuruyorlar ki bir hadîs-i şerîflerinde, "Eğer benim bildiğimi siz bilseydiniz, benim gördüğümü siz görseydiniz, gülmez, oynamazdınız, eğlenmezdiniz". Öyle bir gününde Cenâb-ı Sıddîk-ı Ekber yâr-ı gâr-ı refîk, seyyidinâ Ebâbekir Sıddîk Hazretleri ki ashâbın en fazîletlisidir, Huzûr-ı Risâlet'e gelmiş, "Yâ Resûlallah, mahzûniyyetiniz nedir?" diye sormuş. Buyurmuşlar ki, "Ümmetimden endîşe ediyorum. Bir gün gelir ki, ümmetim dînini tutacak olursa, ateşi avucuna almış gibi olacak". Bir adam ateşi avucuna koyar tutar, dînîni tutarsa bu şekilde olacak. Ateşi bırakırsa, dînini bırakırsa, dîninden çıkmış olacak. O günü düşünüyorum. Ve âkıbetlerinden endîşeliyim" deyince, seyyidinâ Ebâbekir Sıddîk, Cenâb-ı Peygamber'e, "Yâ Resûlallah, benim duâm şudur gece gündüz, Allah benim duâmı kabûl eder mi?". "Êlbette eder, ey yâr-ı gâr-ı refîk". "Yâ Rabbi, Ebûbekir kulunu öyle büyüt öyle büyüt ki cehennemi benimle doldur, orada Ümmet-i Muhammed'den yanacak kimse kalmasın. Ben böyle duâ ediyorum Yâ Resûlallah, duâm müstecâb olursa, ben doldururum nârı, onlara ben fedâ olayım". 

Evet, Fahr-ı Risâlet sallallahu aleyhi vesellemin gece gündüz bütün gussası, bütün sıkıntısı bizim hakkımızdaydı. Bazı geceler mübârek gözlerinden yaşlar döker, mübârek sakallarından inci tânesi gibi yaşlar dökülür, yerleri ıslatırdı. Hattâ Hazret-i Âmine diyor ki, râvîlerin rivâyet etdiğine göre, "Benden Resûl doğduğu vakitde, oğlum Muhammedim doğduğu vakitde, onun secde etdiğini gördüm. Gözleri sürmeliydi, göbeği kesilmişdi, sünnetliydi. Ve mübârek dudakları oynuyordu, aldım dinledim, ümmetim, ümmetim, ümmetim diyordu". Bütün ömrü boyunca, gecede gündüzde ümmetinin felâhı ve saâdeti için çalışmış ve beşeriyyeti cehennemin kenarından kurtarmışdır. Allah öyle söylüyor, Celle Celâluhû Hazretleri, Kitâb-ı Kerîminde. Gene âlem-i vuslatda, Hazret-i Ali kerremallahu vecheh buyuruyor ki, "Biz yanında bulunuyorduk kendisinin. Ayaklarından rûh çekildi, dizlerine doğru. Sonra üzerine su dökmemizi istedi. Dedi ki, 'Yahudilerin beni zehirlediği zâhir oldu, zehrin şiddetini görüyorum'".

Çünkü Cenâb-ı Peygamber'e rütbe-i şehâdet de verilmişdir. Hayber vak'asında bir Yahudi karısı, Efendimize zehir yedirmişdir. Fakat sallallahu aleyhi vesellem affetmişdir kendisini, affetmişdir.

"Üzerine su dökdürüyordu. Sonra rûh göbeğine geldi ve göğsüne geldi, mübârek parmağını kaldırdı, 'sümme refîku'l-a'lâ, sümme refîku'l-a'lâ, sümme refîku'l-a'lâ' dedi, rûh-ı pür-futûhları uçdu, çıkdı. Sonra bakdım ki" diyor İmâm-ı Ali kerremallahu vecheh, "dudakları oynadı. Tekrar dudakları oynayınca gitdim kulağımı verdim ne söylüyor diye". 

Çünkü Resûlullah Efendimizin her şeyi tesbit edilmişdir. Yalnız kapuzu nasıl kesdiği tesbit edilmemişdir, onu rivâyet eden yokdur, karpuzu nasıl kesdi. Ondan gayrı ne varsa yani habbeden kubbeye kadar, zerreden kubbeye kadar hepsi tesbit edilmişdir Cenâb-ı Peygamber'in efâl u harekâtı. Bir karpuzu nasıl kesdiğini rivâyet etmiyorlar, ondan dolayı da İmâm-ı Mâlik karpuz yememişdir, sünnet-i Resûlullah'a muhâlefet yaparım diye. 

"Bakdım mübârek dudakları oynuyordu, gitdim kulağımı verdim ağzına. Gene o hâldeyken, yanirûh çıkmışdı...". Malûm ya, enbiyâya ölüm yok, onlar ölmezler, enbiyâ, evliyâullah. Hattâ mü'minler de ölmez, olurlar. Ölen havan imiş. Kulağımı verdim ağzına, gene Cenâb-ı Fahr-ı Risâlet, 'ümmetî ümmetî' yani 'ümmetim ümmetim' diyor. 

Bu kadar şefkatli ve merhametliydi. İşte Cenâb-ı Hakk Kur`ân-ı Kerîm'de rahîmiyyet sıfatını peygamberine verdiğini söylemekdedir. Elhamdülillah ki O'na ümmet olduk ve O'na bende olduk ve bu nimete erdik. 

Ey âşık-ı sâdıklar! Ey râh-ı Hakk gözetenler! Bir nimet verilir, o nimetin şükrü ed3a edilmezse, o nimet geri alınır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bize ihsân olunmuş, bu bir nimet-i uzmâdır ve bize bundan soru ve suâl olunacakdır. Bu nimetin şükrünü edâ etmezsek elimizden alınır. Onun için O'nun çizdiği yol, O'nun getirdiği kitâb, Allah'a varan yoldur. Ve birinci bâbı, bâbullahdır. Bâb-ı Muhammed'den geçilir, rızâya ve rıdvâna, cennete, "fî mak'adi sıdk"a o yoldan erişilir. Bu yolu terkedenler helâk olurlar. Kim ki bu nimetin kıymetini bilmez, o nimet onun elinden çıkar, o kimse zelîl olur. Muhammed'siz bir gönül, hayvan kalbinden bir farkı yokdur, hayvan yüreğinden, bir gönül ki Muhammed'sizdir, bir gönül ki muhabbetsizdir. Bir gönül ki Allah Resûlünü her şeyinden ziyâde sevmez, o gönülün sâhibi, îmânı kemâle ermez. 

Ey âşık-ı sâdıklar! Fırsat elinizdeyken, fırsat elimizdeyken, rûh kuşları beden kafesinden uçmadan, elimizden bu mülk-i fânî gitmeden, âhiretin tarlası olan bu dünyâ elimizden çıkmadan, buranın kadr u kıymetini bilelim, çizdiği yoldan yürüyelim, getirdiği kitâbın emirlerine sarılalım, nehiylerinden ictinâb edelim, O'nu, O'nun evlâdını, Ehl-i Beytini, ashâbını, velîlerini, âlimlerini her şeyimizden ziyâde sevelim ki O'nun velîlerini sevmek, O'nun âlimlerini sevmek O'nu sevmek gibidir. Çünkü buyuruyor ki, "Bana itâat, Allah'a itâatdır. Bana isyân, Allah'a isyândır". Resûlullah'ın emirleri, Resûlullah'ın kitâbına hâmil olan, esrâr-ı ilâhîye vâkıfolan evliyâullah ve ulemâ-i benâm hazerâtıdır. Ve Kitâb-ı Kerîm'e sıkı sarılalım. Ve Sünnet-i Resûl'ü yerli yerine getirelim. O'na salât ü selâmı çok okuyalım. Bu salât ü selâm, gönlümüze muhabbet-i Muhammediyye tohumunu ekmek demekdir ki, o tohum günlerden sonra, gözyaşıyla sulanırsa, mutlakâ meyvasını verecek, mutlakâ bu âlemde Resûlullah ile görüşeceksin ve buluşacaksın.

Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm, ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtın müstakîm.

www.muzafferozak.com

Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 8 Şubat 1980 (21 Rebîulevvel 1400) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.
Listeye geri dön