Riyâzatın Sırları

4 Ocak 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

İsmail Hakkı Bursevi

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Kitâbü'n-Netîcesinde buyuruyorlar ki :

Seher-i a'lâda bana şu Türkçe ibâre ile denildi ki, "Nûr-i irfân ebedî zâil olmaz, velâkin hicâb-ı beşeriyyet ile müstetir olur".

Yani 'ârif-i billâh olan ebedî câhil olmaz, velâkin gâh olur ki ekl ve şürb ve emsâli ile, şems ve kamer sehâb ile müstetir olduğu gibi ol dahi müstetir olur. Bu cihetden 'ârif, câhil sûretinde görünür. Pes, ol nûrun devâmın isteyen kimse esbâbı yüzünden onu muhâfaza eder. Ve a'zam-ı esbâbı, terk-i meşâgil-i dünyâ ve devâm-ı halvet ve inzivâ ve ekser-i şebi ihyâ ve taklîl-i gıdâdır. Zîrâ tab'-ı beşerî mağlûb oldukça rûhâniyyet gâlib olur ve küdûret zevâl bulur ve kalbe cilâ-i tâmm gelir ki 'aks-i envâr-ı ilâhiyyeye bâ'is budur. Velâkin taklîl-i gıdâda i'tidâl lâzımdır ki ifrât ve tefrîti muzırrdır. Zîrâ heykel-i insân, zahr-ı âyînede üsrüb gibidir ki filcümle hicâbiyyeti olmasa kalbe mün'akis olan nûr-i ilâhî münzabıt olmaz. 

Pes, bu makâmda nâs üç tabaka oldu. Evvelkisi tefrît ehlidir ki aslâ riyâzatları yokdur. Bunlar mahcûblardır, keşfleri olsa dahi mu'teber değildir, belki mecânîne mülhakdır. Ve bi'l-farz mecnûn olmayıp meczûb olsalar dahi caddeden hâriclerdir ki delâlet ve irşâda kâdir değillerdir ki sülûkleri sünnet-i ilâhiyye üzerine değildir. Kâlallahu Teâlâ : "لَا يَسْتَو۪ي مِنْكُمْ مَنْ اَنْفَقَ مِنْ قَبْلِ الْفَتْحِ وَقَاتَلَۜ"Yani infâk ve mukâtele ve mücâhede tarîki üzerine vârid olanlar sâirler gibi değillerdir, belki sâirlerin fevkindedir. 

Ve ikincisi riyâzatda ifrât ehlidir ki bunların dimâğlarında yübûset gâlib olmakla hezeyânları ve hayâlleri çokdur ve tâife-i cinn bunlara ta'arruzdan hâlî değildir. Ve zamânımızda ba'zı riyâzat ehline musâdefe vâki' oldu ki hadd-i şer' üzerine değildir. Meselâ cemâ'atle namaz kılmaz ve me'mûriyyet da'vâ eder. Ma'a-hâzâ hadîsde gelir : "Sallû halfe külle berrin ve fâcir". (İyinin de kötünün de arkasında namaz kılınız). Pes, elde bu emr-i şer'î var iken sonradan olan hayâl onu nesh etmez. Ve kemâl odur ki nâkısı kâmil yerinde bulasın. Nitekim ba'zı mükâşifîn, Harem-i Mekke'de imâma iktidâ etdikde imâmın tilâvetini lisân-ı Nebevî'den, sallallâhu aleyhi ve sellem, istimâ' eyledi. Yani muktedî-i mükâşifin kuvvet-i hâli, imâmı, eyyen men kân, sûret-i Resûl'e tahvîl etdi. Pes, bu âlem Hakk ile olana sûret-i Hakk ve halk ile olana sûret-i halkdır. İmdi her neye tâlib isen kendi vücûdunda ara ve hâlin âyînesine arz eyle, bak ne sûret görünür.

Üçüncü tabakası riyâzatda mu'tedil olanlardır. İ'tidâl odur ki ne rûha za'f ve ne bedene kuvvet vere. Belki eğer her gece iftâr iktizâ ederse iftâr eyleye ve i'tidâli gözleye. Ve eğer visâl edip iki üç günde bir iftâr etmeğe kudreti var ise öyle ede. Ve kudret odur ki ol esnâda ona süstlük gelmeye ve vücûdunda fütûr-i zâyid bulmaya ve illâ ferâiz ve sünenden veyâ huzûr-i kalbden kalmakla hadd-i şer'i tecâvüz ile tarîkati dahi bâtıl olur. İşte bu ma'nâ, kable't-tekmîl olan hâldir ve ba'de't-tekmîl i'tidâl yine eldedir.

Ve ba'zı meşâyihden mahkîdir ki mürîd-i sâdıkın halveti zamânında kendileri dahi filcümle riyâzat ederlermiş, tâ ki müstahzır bulunup kuvvet ve temkîn-i mezîd ile rütbe-i irşâd 'âlî ola. Ve kâmilin nâkıs yüzünden istifâdesi hod meşhûrdur. Yani gâh olur ki mürîd kendi hâlini takrîr esnâsında şeyhe ba'zı 'ulûm-i ledünniyye münkeşif olur ve hâlinde terakkî bulur.

Ve bu takrîrden mefhûm oldu ki ehl-i tefrîtın netîce-i hâli hicâb-ı galîzdır ve ehl-i ifrâtın netîce-i hâli hezeyânât ve hayâlâtdır ve ehl-i i'tidâlin netîce-i hâli küşûf-i gaybiyye ve ma'ârif-i ilâhiyyedir.

Ve savm-ı visâl herkesin mesleği değildir. Zîrâ hadîsde gelir : "eyyüküm müslâ" (hanginiz benim gibidir?). Yani savm-ı visâlden nehy olunduğu şefkat tarîkıyladır. Pes, her kimin ki vücûdunda ol kuvvet buluna savm-ı visâl ona ruhsatdır, velâkin yalnız kuvvet- i bedeniyye dahi kifâyet etmez, belki "übîtü inde rabbî yutımünî yeskîn" vefkince indallâh beytûtet dahi lâzımdır. Bu ma'nâ ise Cenâb-ı Nübüvvet'de, sallallâhu aleyhi ve sellem, ekmeliyyet vechi üzerine idi. Nitekim "Lî maallahu vaktün" onu iş'âr eder. Zîrâ bilâ-vâsıta yani vech-i hâssdan, Hakk'dan istifâzaya değme bir kâmil kâdir değildir, meğer ki tecellî-i berkî ola. Ve bu makûleler hükmen meczûblar gibidir. Yani ba'zı behâlîl ve mecâzîb vardır ki tenâvül-i ta'âm etmez. Zîrâ cezbesi bedel-i mâ-yetehallel yerine geçer. Nitekim ağır hastalığından yatanlarda dahi müşâheddir ki mağlûbu'l-mizâc ve mefkûdü'l-hiss olduklarından beş on gün şöyle kalırlar ve ekl-i ta'âm etmezler ve helâk dahi olmazlar. Ve ba'zı mecâzîb vardır ki ilâ-âhiri'l-ömr tenâvül-i ta'âm etmez. Ebû Ukâl-i Mağribî gibi ki Mekke-i Mükerreme'de dört sene mücâvir olup bilâ-iftâr intikâl eyledi. Zîrâ İdrîs aleyhisselâm gibi rûhânîlere mülhak idi. Ve şeyhim seyyidü'l-aktâb Seyyid Fazlî-i İlâhî kuddise sirruh, her mezâkdan zevk ve her türlü riyâzat ve mücâhedeyi der-kâr etdikden sonra zamânı sahvında, husûsan leyâlî-i Ramazânda, bir yumurta üzerine iftâr ederdi fakat. Ve böyle iken dört menkûhası ve on sekiz sürriyye câriyeleri var idi.

Ve bu fakîr, Bursa'da evâilimde cânib-i gaybdan me'mûr olduğum üzere bir zîr-i zemînde iki sene kadar riyâzat edip bir gece iftârım bir pâre hubz-i yâbis idi fakat. Ve haftada bir kerre bir mikdâr su içerdim. Ve her şeb esmâ-i müfrededen yüz yirmi bin isim ihsâ olunurdu, tâ ki müddet-i ma'lûme tamâm olup halvet-bîrûn olduğumda ba'zı evlâdım vefâtıyla dahi teşdîd-i mihnet vâki' ve hâl ne yüzden olduğu ma'lûm oldu. Nitekim bakıyye-i tıynet-i Âdem'den 'âlem-i misâlde bir şehr-i 'azîm halk olunmuş ki her kim ol şehrin temâşâsına dâhil olmak müyesser olursa oradan 'avdetde ve insilâhından hisse rucû'unda evlâdından birini muhtezar bulur ve eğer evlâdı yok ise bir müddet kendisi marîz olur.

İşte ahvâl-i vücûddan haberdâr olmak sadedinde olanlar bu tarîkın meşâkkını bu vech ile çekerler ve derd ile gelip ve derd ile giderler. Ve onun ki dimâğında zevk-i muhabbet ve 'aşkdan çâşnî yokdur, mürûr eden evkâtı zâyi' ve ibtilâ ve terakkî-i Âdem'den nâ-âgâhdır. Ve bu makûleye ibn-i Âdem denilmek i'tibârîdir. Zîrâ pederinin mîrâsından nasîb almamışdır. Mîrâs-ı peder ise derd-i 'aşk üzerine mevkûf olan 'ilm-i ilâhîdir. 

İşte erbâb-ı kemâlin gâliben hicretle ibtilâsı bu makâmdandır. Zîrâ Âdem aleyhisselâm cennetden vech-i arza hubût ve hicret etmişdir. Ve enbiyâyı kavmi tekzîb edip şehirlerinden ihrâc etdikleri budur. Velâkin ihrâcın netîcesi onlara göre necât ve kavmine göre helâkdir. Onun için hiçbir mükezzib ve münkirin çengâl-i kahr-ı ilâhîden halâs olduğu yokdur. Zîrâ ism-i Cebbâr ve Kahhâr ve Mürîd ve Kâdir ve Müntakim elindedir, yani kabza-i şimâldedir. Zîrâ o makûleler ehl-i mülkdür, ehl-i melekût değil. Ve onların ecsâdı gerçi sûretâ mu'cibdir ammâ fi'l-hakîka huşub-i müsennede gibidir. Ve Cenâb-ı Risâlet'e aleyhi's-salâtü ve's-selâm, ezâ ve cefâ-yı ehl-i nifâk ma'lûm ve meşhûrdur. Ve her nebînin muhâlifi olduğu gibi her vârisin dahi hâli budur. Nitekim eserde gelir : "Eş-şeyhü fî kavmihî ken-nebiyyü fî ümmetihî". 

֎

Listeye geri dön