22 Nisan 2020 tarihinde yayınlanmıştır.
Bazı kimseler muhabbet, hizmeti gerektirir derler. Halbuki öyle değildir. Hizmeti îcâb ettiren şey, sevilenin isteğidir. Eğer sevilen, sevenin hizmetle meşgûl olmasını isterse, seven hep hizmet eder. Eğer sevilen hizmet istemezse, sevenin hizmeti terk etmesi muhabbeti yok etmez. Eğer o hizmet etmezse, muhabbet ona hizmet eder. Yani asl olan muhabbetdir, hizmet onun bir dalıdır.
Elbisenin yeni hareket ederse, bu hareketin sebebi, elin hareketidir ama elin her hareketi ile, yenin de hareket etmesi lâzım gelmez. Mesela bir kimsenin büyük bir cübbesi olsa da içinde hareket etse, cübbe hareket etmeyebilir. Yani cübbeyi hareket ettiren olmadıkça, cübbe hareket etmez. Bazıları cübbeyi insan, yeni el, mesti de ayak zanneder. Halbuki bu el, bu ayak, bu yen ve bu mest, başkasının eli, başkasının ayağı, başkasının yeni, başkasının mestidir. "Filan filanın elinin altındadır", "Filanın eli bu kadar şeye erişir", "Filana söz el verir" derler. O el ve ayakdan garaz katiyyen bu el ve ayak değildir.
Nasıl ki arı, balmumu ile balı birleştirip gitti ise, o emir de geldi bizi birleştirip gitti. Zira onun varlığı şartdı, bekâsı değil. Ana babalarımız da tıpkı balmumu ile balı bir araya getiren o arılar gibidir ki, tâlib ile matlûbu, âşık ile maş'ûku bir araya getirdikden sonra uçup giderler. Hakk Teâlâ, onları balmumu ile balı birleştirmeye vâsıta kılmışdır. Onlar uçup giderler, mum ve bal kalır. Onlar da bağın hâricine gitmezler, bağın bir köşesinden bir köşesine giderler. Çünkü bu bağ, hâricine çıkılması mümkün olmayan bir bağdır.
Bizim tenimiz, tıpkı büyük bir kovan gibidir. İçindeki mum ve bal da aşk-ı ilâhîdir. Arılar gibi olan vâlide ve pederlerimiz vâsıtadırlar, onları bağban yetiştirir, terbiyeyi ondan görürler. Kovanı da bahçıvan yapar. Hakk Teâlâ, o arılara bu vazîfeyi verince onlara başka bir sûret verir, bu âleme göre bir elbise giydirir. Öteki âleme gittikleri vakit, oradaki işe münasib bir elbise giyerler. Zîrâ orada da onlardan başka işler husûle gelir. Ancak şahıs, aynı şahısdır, değişen sâdece elbisesidir. Mesela bir kimse cenge giderken, ceng elbisesi giyer, silah kuşanır çünkü vakit ceng vaktidir. Aynı kişi meclise gelirken o elbiselerini çıkarır, başka bir kıyâfete bürünür çünkü artık başka bir işle meşgûl olacakdır. Hattâ aynı zâtın her mevkide başka bir elbisesi vardır. Yani şahıs aynı şahısdır ama sen onu farklı elbiseler içinde görmüş olduğun için, her ne vakit onu hatırına getirsen, onu o şekilde tasavvur edersin.
Meselâ birisi bir yerde yüzüğünü kaybeder, o yüzüğü oradan alıp götürdükleri halde, hep o yerin etrafında dolaşır durur. Bunun manâsı, "Ben yüzüğü burada kaybettim" demekdir. Nitekim sevdiğini kaybeden bir kimse de onun mezarının etrafını dolaşır ve taşını toprağını öper durur. Bu da tıpkı "Ben yüzüğü burada kaybettim" demek gibidir. Halbuki hiç o insanı orada bırakırlar mı?
Hakk Teâlâ hikmeti gereği rûhu cesedle bir iki gün bir araya getirmiş ve böylece yüce kudretini izhâr etmiş, büyük sanatını göstermişdir. Eğer insan bu bedeniyle bir an karanlık bir mezarın içinde otursa aklını kaybedebilir. Hâl böyleyken, şekil tuzağından ve kokmuş bedeninden kurtulan insan nasıl olur da orada kalır? Hakk Teâlâ, insanların kalbinde kabrin vahşetinden ve toprağın karanlığından bir korku peydâ olmasını murâd ettiği için kabri bir alâmet kıldı. Hani yolda bir kervanı vururlar da, kervandakiler orasının tehlikeli bir yer olduğu belli olsun diye oraya birkaç taşla işâret koyarlar ya işte bu mezarlar da böyledir. Zîra korku insanlara te'sîr eder, eserin fiilen husûlü icâb etmez. Meselâ "Filan kimse senden korkuyor" derler ama o kimse sana karşı bir suç işlememişdir. Bu söz yüzünden sende o kişiye karşı bir merhamet ve muhabbet meydana gelir. Eğer bunun aksi olarak, "Filan kimse sana hiç hürmet etmiyor, sana hiç kıymet vermiyor" deseler, sırf bu sözle bile o kimseye kızar, hiddetlenirsin.
Şu koşmak var ya, korkudandır. Bütün âlem koşmakdadır. Ancak her birinin koşması, kendi hâline münâsib bir tarzdadır. İnsanın koşması başka türlü, bitkinin başka, rûhun koşması başka türlüdür. Rûhun koşması, adımsız ve nişânsızdır. Koruğun nasıl koştuğuna bir bak! Koşdu koşdu da sonuda tatlı üzüm oldu. Ama bu mertebeye hemen ulaşmadı. Üstelik onun koşması gözle görünmez duyularla anlaşılmaz ve ancak o makâma geldiği vakit, oraya gelinceye kadar ne çok koştuğu anlaşılır. Hani bir kimse, kimse göremeden suya dalıp da suyun altından yüzer de sonra ansızın başını sudan çıkarınca, oraya varıncaya kadar su altından yüzüp gittiği anlaşılır ya.