Rüyâdaki Ziyâfetin Sırrı

17 Haziran 2016 tarihinde yayınlanmıştır.

İftar
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri genç yaşlarından itibaren, uzun yıllar boyunca, İstanbul'un birçok camilerinde va'z ü nasîhatda bulunmuş, müezzinlik ve imâmet yapmış ve Süleymâniye Cami-i Şerîf'i gibi bir büyük ma'bedimizde 23 yıl Enderûn Usûlü ile terâvih namazı kıldırmışdır. Kendisinin ve cemaatının gayretleri ile ihyâ edilen Kapalıçarşı'daki Camili Han Mescidi olarak bilinen mescidde 1950 senesinden irtihâline kadar 30 yıldan ziyâde Cuma Namazı kıldırmış ve Hutbe okumuşdur. Bu hizmetleri maaş karşılığında değil sırf Allah rızâsı için îfâ etmiş, geçimini Sahaflar Çarşısı'ndaki meşhûr dükkânından te'mîn etmişdir.


Ramazân-ı Şerîf vesîlesi ile Efendi Hazretlerinin gençlik yıllarına âit çok ibretli bir hâtırâsını sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu mühim hâtırayı nakletmekden murâdımın ne olduğunu yazının sonunda arzedeceğim. Önce şunu belirtmeliyim ki, Efendi Hazretleri, Ramazân-ı Şerîf geldiğinde şevke gelir ve bir günde dört ayrı camide vaaz verirmiş. Üstelik vaaz verdiği camiler o gün için şehrin oldukça dışında sayılan ve birbirinden uzak semtlerde imiş. Meselâ biri Beşiktaş'da biri Beykoz'da biri Emirgân'da biri İstinye'de olurmuş. Efendi Hazretlerinin bundan maksadı da şu imiş. Nasıl olsa şehrin merkezinde yaşayanlar için birçok camilerde bir çok hocaefendiler va'z u nasîhatda bulunuyor, halk da rahatlıkla istifâde ediyor ancak şehrin merkezinden uzakda bulunan müslümânlar buralara gelemedikleri için mahrûm kalmasınlar. Bizzat onların ayağına giderek dîn-i İslâm'ı anlatmak ve onları da irşâd etmek lâzım. Ulaşım imkânlarının kısıtlı olduğu o günlerde ve uzun yaz günlerinde bunun ne kadar büyük bir gayret ve sabır gerektirdiğini takdîr edersiniz.

Ramazân-ı Şerîf'in uzun yaz günlerine tesadüf ettiği, 40'lı yılların başında, bir Ramazan günü yaşadıklarını şöyle hikâye etmişlerdi :

Bundan kırk sene evveldi. Çok sıcak bir gündü. O vakitler, boğazda sâhil yolu yokdu, her yere vapurla gidilirdi. Sabah on gibi yürüye yürüye köprüye gittim, vapura bindim. Emirgan'da indim. Bir de bakdım adamın biri karşımda "faş faş" diye ağzından suları akıtarak armut yiyiyor. Emirgan Câmiinde vaaz ettim. Oradan İstinye Câmiine gidip iki satta kadar vaaz ettim. Vaazdan çıkınca Beykoz'a gitmek için iskeleye geldim. Orada da adamın bir karşımda şapırdata şapırdata armut yiyiyor. Sanki Allah beni imtihân ediyor. Neyse vapura binip Beykoz'a geçtim. Harâretden mahvolmuşum, dudaklarım kurumuş, kabarmış. Beykoz'da on çeşmeler var. Orada ayaklarımı suyun içine sokdum, abdest aldım. Kıyâmet gününün dehşetini düşündüm. O derece susamışım ki, aradan kırk sene geçmesine rağmen hâlâ o susuzluğu unutmadım.

Allah bana bir sabır verdi, Beykoz'daki vaazdan sonra, vapura binip Sarıyer'e geçtim. Sarıyer'de iki saat vaaz verdim. Oradan da vapura binip Beşiktaş'a indim. Tam o sırada top patladı. Hemen oradan biraz incir aldım, iki şişe de maden suyu aldım. İnciri yedim, maden sularını içtim. Başka da bir şey yemedim. Zâten açlık umûrumda değil, nasıl olsa susuzlukdan kurtuldum ya. Hemen câmiye koşdum. Yatsıya Süleymâniye'ye yetişmem lâzım çünkü orada terâvih kıldıracağım...Aç karnına terâvihi kıldırdım. Terâvihden sonra ihvân kahvede toplanıyor, sohbet için beni bekliyorlar. Ben de namazdan sonra gidip kahveye oturdum. İmsâka 45 dakîka kala kahveden kalkdım, eve gitdim. Merhûme hanıma, "Çok yorgunum, sahura kadar ben biraz uzanayım, sen sofrayı hazırlayınca beni kaldır" diyerek uzandım. Bir de gözümü açtım bakdım ki gün ışımış. Meğer hanım da uyuya kalmış.

Bir düşündüm. Orucu yiyeyim mi yemeyeyim mi? diye çünkü ertesi gün de dört yerde vaazım var. Sonra Cenâb-ı Hakk'a niyâz etdim. "Yâ Rabbi, ben karnımı taş gibi doyursam da sen murâd etmezsen ben oruca dayanamam, ama sen murâd eder de bana sabır ve metânet verirsen aç-susuz da oruç tutsam dayanırım. Bana sabır ver Allahım" dedim ve sabah namazını kılıp hemen yatdım.

Rüyâmda bir ziyâfet. Ama öyle bir ziyâfet ki turnanın yoğurdundan kuşun sütüne varasıya kadar her şey var. Kebablar, baklavalar, börekler, iç pilavlar, saray burmaları, cendereler, kaymaklı güllaç baklavaları, çeşit çeşit reçeller, şerbetler. Yedim, içdim, kahve de içdim, iki-üç bardak da çay içdim, üstüne birkaç da cigara tellendirdim. Bir de uyandım ki meğerse rüyâ imiş. Gördüklerim rüyâymış ama aç yatdığım hâlde karnım tok. O gün dört yerde vaaza gitdim, akşam oldu karnım acıkmadı. Ne susadım ne de acıkdım. Bu işin sırrını anladım, Cenâb-ı Hakk bana öyle bir ikrâmda bulundu ki eğer orucu bozmasam bir daha acıkmayacakdım, yemek-içmekden de paçayı kurtaracakdım ama orucu bozmamak şerî'ata uymaz, acıkmadığım halde mecbûren akşam iftar etdim.

Efendi Hazretleri bu hâtırasını anlatdıkdan sonra latîfe olarak buyururlardı ki :
Keşke o akşam orucu bozmasaydım, bir daha bir şey yemeyecekdim, yemek-içmek derdinden kurtulmuş olacakdım. O zaman helâya gitmekden de kurtulurdum.
Gelelim kıssadan hisseye. En başda levha olarak gördüğünüz âyet-i celîlede Cenâb-ı Hakk takvâ ve tevekkül sâhibleri hakkında şöyle buyuruyor :
Ve onu hâtır u hayâle gelmez cihetden merzûk eder ve her kim Allah'a tevekkül kılarsa O ona yetişir, her halde Allah emrini yerine getirir, Allah her şey için bir mikdâr ta'yîn etmişdir.

İşte Hakk yolunda bulunup, Allah'a tam bir teslîmiyyetle bağlanan ve dâimâ O'na tevekkül edenlere Cenâb-ı Hakk âyet-i kerîmede buyurduğu gibi hâtıra ve hayâle gelmeyecek ikrâmlarda bulunur. Hem bu dünyâda hem âhiretde.

www.muzafferozak.com

Listeye geri dön