4 Temmuz 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Büyük mürşidlerimizden Sadreddîn Konevî Hazretleri, "Rüyasında beni gören muhakkak beni görmüşdür zîrâ Şeytan benim şeklime giremez" meâlindeki hadîs-i şerîfi îzâh ederken, rüyânın sırlarına dâir bir bölüm ayırmış ve kitâblarda bulunması pek mümkün olmayan son derece kıymetli bilgiler vermişdir. Bu bölümde yazılanları herkesin anlaması mümkün olmamakla beraber, tasavvufu bilen ve bu işlerden anlayanların istifâde edeceklerini ümîd ederek, o bölümü olduğu gibi alıp buraya kaydetmek istedim. Buyuruyorlar ki :
Bu bölüm, misâl âleminin sırrının kendisinden öğrenildiği küllî bir kâideyi ihtivâ eder ki bu kâide, insanların birbirlerini rüyâda görmelerinin sebebini ve bu rüyâları gören ile görülen arasındaki münâsebetler itibâriyle çeşitli şekil ve durumları açıklar. Bu münâsebetler bazen gören ile görülenin özellikleri arasındaki ictimâî durumların sonucudur. Bazen de hâl ve fiillerle muhtelif mertebelerde gerçekleşen münâsebetlerdir ki rüyâyı görenin hükmünün zâhirine göre olur. Bu karışık şeyler sıfat, hâl, fiil, mertebe ahkâmı ile rüyâ görenlerin mizâc özellikleri, içinde bulundukları mekân ve zaman ile rüyâ sırasındaki nefs makâmı arasında oluşur.
Ben bu bölümde Allah Resûlü'nün şu sözünün sırrını açıklayacağım : "Rüyâ üç türlüdür. Allah'dan gelen rüyâ, Şeytan'ın aldatmasıyla gerçekleşen rüyâ, kişinin kendi nefsiyle konuşmasından oluşan rüyâ". Yine ben insanlardan bazısının rüyâda Hakk'ı görmelerine dikkat çekeceğim. Aynı şekilde insanların Hazret-i Peygamber'i, diğer nebîleri, melekler ile kemâl ehli ehlullahdan hisler âleminde görmedikleri insanları görmelerine dikkat çekeceğim.
Buna ilâveten rüyâların sahîh olanı ile olmayanını tanımanın ölçüsünü, rüyâ çeşitlerinde zaman, mekân ve gıdânın hükmünü anlatacağım. Bu durumların hükümleri birbirine karıştığı zaman hangisinin tesiri daha güçlüdür, hangisi diğerinde yok olur yâhud da hangisi ayakta kalır hangisinin bazı ahkâmı silinir, bazı ahkâmı silinmez, bunlara işâret edeceğim. Misâl âlemi vâsıtasıyla kevn ve fesâd âleminde faal ruhların ve esmâ-i ilâhîyyenin tesirinin sebebini, insan hayâlinin âlem-i misâle nisbetini, insan rûhunun ahkâmının hayal mertebesine uğradıktan sonra hisler âlemine tesirinin ne şekilde olduğunu anlatacağım.
Bunlara ilâveten Allah'ın izniyle hey'ât-i ictimâiyyelerin aynaları olan hazarât-ı ilâhiyye ve merâtib-i imkâniyyeyi açıklayacağım. Hey'ât-i ictimâiyye, vücûb ahkâmı denilen ilâhî isimlerin eserleriyle, mümkün varlıkların kâbiliyetleri arasında oluşur. Mümkinâtın kâbiliyetleri, gayr-ı mec'ûl isti'dâdları ve mertebeleri yönünden bu ahkâmın mahallidirler. Bu meselelerde söz söylerken inşâallah şerhi kasdedilen meselelerin fazlaca îzâhına sebep olacak fazladan bilgiler sunacağım. Allah'ın murâdı ve desteğiyle derim ki, daha önce mücmel olarak işâret ettiğim, açıklanması istenen konulara giriş sadedinde bir mukaddime sunmak, zarûrî olmuştur.
Bilesin ki Hakk'ın mümkün varlıkları yaratmaya yönelmesi, zât-ı ehadiyyeti itibâriyle değildir. Bu bakımdan yaratma zorunluluğunun Hakk'a nisbeti ve nefyi müsâvîdir. Çünkü bu açıdan zât-ı ilâhiyyenin bir şey ile irtibâtı olmadığı gibi, tesir ve teessürü ve bunları gerektirecek bir münâsebeti de yoktur. Zîrâ ehadiyyet mertebesinde ahkâm ve ibâre yok olur. Eşyânın yaratılmasını gerekli kılan şey sâdece ezelî ve zâtî ilmin hükmüdür; çünkü ilim, ip gibi bağlar ya da ihâtâ eder, hükmü umûmîdir. Hakk’ın zâtı, esmâ ve sıfatları ile mâlûmâtına müteallıktır. İlim hükmü mûcibince, yaratma sebepleri mefâtîhu'l-gayb denilen zâtî isimlerledir. Çünkü o isimler, zâtî gaybın ve bilinenler gaybının anahtarkarıdır.
Ülûhiyet sıfatlarının anası sayılan zât mertebesindeki hayat, ilim, irâde ve kudret, gayb anahtarlarının gölgeleri mesâbesindedir. Nitekim ulûhiyet de zâta nisbetle gölge gibidir. Hakk'ın zâtî tesire teveccühü yönelmesi, şer'î, aklî ve keşfî açıdan her ne kadar bir asıl üzere sâbit ise de, haysiyetler, ibâreler ve özellikle mefâtih diye anılan ana isimler ve onların ülûhiyet sıfatlarının ana esasları için taayyün eden âlemin esaslarına müteallık özellikleri, bu teveccühü çoğaltır. Bu anahtarlar, her ne kadar bunları cem eden tek bir zât ise de dereceleri farklı farklıdır. Çünkü tahkîkî olan keşf şunu ifâde eder: Bu isimlerin ikisi ilk ikisine tâbîdir. İlk ikisinin taayyünü de cem'-i zât-i ehadiyyetindendir.
İşâret edilen farklılıktan kaynaklanan bu nevi isimler, güvenilir, edebli, halîfe sıfatına lâyık ehlullahdan başkasına münkeşif olmamak itibâriyle, her ne kadar gizli iseler de, zâhir esmâya nisbetle gölge mertebesinde sayılan ülûhiyet sıfatlarında taakkul edilirler. Ülûhiyet sıfatlarının zât isimleriyle ilişkisi, ilmin takaddümü ve ihâtasının ziyâdeliği itibâriyle kudret üzerine olan şerefine benzer. Anlattıklarımızdan zâta âid ezelî ilimde müteaddid olarak şekillenen, taayyün eden eşyâda zâhir olan eserleri ve isimlerin teveccühlerinin farklılığının sübûtu gerekli olmuştur. Bütün bunlar ilm-i vahdânînin taallukunun çokluğu sebebiyledir. Çünkü ilim, hüküm ve taallukta malûma tâbîdir. Böylece malûm olan şeyler, Vâhid sâyesinde varlık, çoğalma ve çeşitli zuhûrlar kazanmışlardır. Bunların hepsi öncelikle vukûa müteallik olarak hey’et-i ictimâiyyeden oluşan, ondan zâhir olan keyfiyet, izâfet ve nisbetlerdir. Bu keyfiyet, izâfet ve nisbetler, dikkat çekilen gayb-ı zâtî anahtarı olan zâtî isimlerle âlem-i hakâyık esaslarından sözü edilen ülûhiyyet sıfatlarının temelleri olarak tâlî esaslardan doğan şeyler arasında bulunur. Sonra mevcûdât da önce anlatılan merâtib-i hams üzre bir âlemden öbürüne, bir zümreden diğerine zikredilen usûller itibâriyle zâtî teveccühten zuhûra gelirler, tabaka tabaka gönderilirler. Îcâd mertebelerinin hâtemi, mevcûdun sonu olan ilk insana kadar hâl böyle sürüp gider.
Sonra derim ki, gerçek gayb-ı zâtî anahtarlarının teveccühâtından oluşan hey’ât-i ictimâiyyenin, ulûhiyet sıfatlarının ana hükümlerinin ve daha önce zikri geçtiği gibi Hakk’ın zâtî teveccühüne tâbî Hakk’ın ilminde ezelî olarak taayyün eden âlem hakîkatlerinin asıllarının ilk netîcesi ma'nâlar âlemidir. Bu ilk netîcenin mânâlar âlemi olması, kendilerini Hakk’tan başkasının taakkul etmesi itibâriyledir. Bu taakkul işi onların bâtından zâhire çıkışlarıdır. Bâtın oluşları ise nisbet edildikleri şeye ve Hakk’dan başka her taakkul eden şeye göredir. Değilse onlar Hakk’a nisbetle müşâhede altında oldukları gibi, O’nun ilminde muhtelif mertebelerden ve farklı derecelerden taayyün hâlindedirler. Sonra onlar rûhlar âleminde farklı rûhânî derecelerdeki mertebelerde ve anlatılan usûller itibâriyle Hakk’ın tesiriyle imkân ve vücûb hükümlerinin cümlesinden ve farklı ma'nâların birleşmesinden oluşan ictimâî hey’etlerle Hakk’tan zuhûra gelirler.
Rûhlar, Hakk’a izâfe edilen hakîkat ve isimler demek olan muhtelif ma'nâlardan oluşan ictimâî hey’etlerin sûretleridir. Hakk’a izâfe edilen eserler ancak mefâtîh diye anılan asıllar ve bunların yakın gerekleri açısından çoğalma itibâriyle Hakk’a muzâftırlar. Bunlara bazen vücûb ahkâmı diye tâbir edilir ki bu doğru bir adlandırmadır. Nitekim vücûb hükümlerinin tesir mahalli mesâbesindeki kâbiliyetlerine âid imkân hükümleri diye daha önce geçen ifâde de sahihtir. Her eser, gayb anahtarları ile onları takip eden vücûb ahkâmı arasında vâki hey’et-i ictimâiyye sonucudur. Her varlık mümkün âyândan biriyle taayyün eder ve âyân-ı mümkine ile daha önce işâret edilen mânevî netîcenin sonucu olur. Zât-ı ilâhîye teveccühte zâhir olan varlık taayyünleri, ebelerin derecelerine göre aynadırlar. Bu aynanın zuhûru söz konusu esaslar bakımından gaybî nikah diye adlandırılan ilk ictimâın vukû bulduğu dereceye göredir. Zâtî teveccühteki anahtarlarda erkeklik derecesi vardır. Ebelerle ilgili hükümlere bağlı ictimâî şekillerin ise dişilik derecesi vardır. Her mertebenin, hangi mertebede bulunursa bulunsun yerine göre bir derecesi vardır. O mertebedeki varlığın taayyünü için de bir mertebe vardır. Doğan çocuğun derecesi bu mertebeye bağlıdır.
Bu hâl sana ayân olduysa bilesin ki, yüce rûhların teveccühlerinden oluşan ictimâ kendilerine bitişen tesir ve gayb anahtarlarından yine kendilerine sârî olan hüküm gereğidir. Varlık ahkâmının gerisi iki türlüdür :
1. Mazharların ahkâmı dışında zikri geçen hakîkat eserleriyle boyanmış ulvî ruhların bizzat teveccühü. Ancak bu teveccühün tabîat mertebesinde âlem-i misâlde taayyünü de vâcibdir. Çünkü her eserin sûret taayyünü her müessirin hakîkatinin içinde bulunduğu yerdedir. Bu taayyün ancak eserin mahalline göre kevn bulur ve zâhir olur. Mahallin mertebeler gibi mânevî ya da emr-i vücûdî olması müsâvîdir. Bu değişmez bir esastır. Çünkü sünnetullahdır. "وَلَن تَجِدَ لِسُنَّةِ اللَّهِ تَبْدِيلًا" buyurulmuşdur. Âlî rûhlara bağlı gökleri mamûr eden tâlî rûhlar, mazharları açısından değilse bile, rûhları itibâriyle bahsi geçen bu teveccühün ürünlerindendir. Bunu iyi anla!
2. Ulvî ruhların teveccühleri. Bu teveccühler misâl âleminde taayyün eden mazharları açısından o âlemin boyasıyla boyanmış hâldedir. Bu teveccühün hükmü mâkul küllî cisim mertebesi nde ecsâm-ı mahsûse âlemini meydana getirir. Bunların ilki arş-ı muhît ve cism-i basîttir. İşte bu zâhirî doğum nikâh-ı rûhânîden ortaya çıkmıştır. Tesir önceliği sebebiyle rûhlarda erkeklik derecesi, tabîatda da dişilik derecesi vardır. Cism-i küllün mâkûliyetinin mahallîlik mertebesi vardır. Arşî sûrete âid bir çocukluk derecesi vardır. Burada tabîatın derecesi ise analıkdır. Az önce anlattığımız gibi tabîat mahal mertebesinde, misâl âlemi ise doğan çocuk mesâbesindedir. Âlî ruhların birinci nevi teveccühleri küllî nefs mertebesinde gerçekleşir. Bunlardan doğanlar ise daha önce açıklandığı gibi gökleri îmâr edenlerdir. Anlatılan bu iki türün ikisi de bir türe râcîdir. Çünkü bunların ikisi de rûhânî nikâhın hükmünden hâriç değillerdir. Bunu iyi bilesin!
Bütün hey’et âsârından zikri geçen itibârlarla Hakk’a izâfe edilen hükümlerden arş, kürsî, âlem , muhtelif cins, tabaka ve türlerine göre kevn ve fesâd âlemi dışındaki gökler âlemi zâhir olmuştur. Anla! Eğer benim dikkat çektiklerimi anlarsan mümkün olanlardan her mevcûdun vücûb ve imkân ahkâmından bir grubu bizzat müştemil bulunduğunu anlarsın. Bu mevcûd önce hakîkati ve küllî gerekleri, ikinci olarak bazı mertebelerde taayyün eden vücûdu ve tafsîlî gerekleri itibâriyle bu cümle-i ahkâmiyyenin aynasıdır. Her imkân grubunda hükümlerin galibiyet ve mağlûbiyetlerinin vukûu kaçınılmazdır. Bunu gerekli kılan ictimâî heyetlerin ve kabiliyetlerin gerçekleriyle gereklerinin istîdâd ve mertebelerinin farklılığıdır. Gâlibiyet ve mağlûbiyet durumuna göre varlıklarda denge ve sapma dereceleri meydana gelir. Bazı varlıklarda vücûb ve imkân hükümlerinin ictimâı, îtidâle yakın bir derecede gerçekleşirken bazılarında galebe, vücûb ya da imkân tarafında olabilir. Varlıklar arasında şeref ve hısset bu özelliklerden biriyle olur.
Vücûb ahkâmının imkân üzerine galebesi şerefin artmasını gerekli kılar. Aksi ise hısseti arttırır. İki taraf ahkâmının birbirine yakın bir şekilde eşitlenmesi, îtidâl-i cem ’iyy-i mürettebîdir ve insan nev’ine mahsustur. Çünkü insanın maksadı cem‘iyyetin artması oranında farklı ve değişik dereceleri, bütün berzahları vücûb ve imkân ahkâmı nı cem’ eden berzaha mahsus ilâhî hakîkî îtidâle yatkınlığının artmasına göre farklı mertebeleri kuşatır. İnsan nev’inin kâmil olanı, söz konusu berzahın kuşattığı bütün ahkâmı kuşatır ve yüce ruhlar ın varlık meyvesi, ahkâm ve mânâların ictimâında taakkul eden mânevî îtidâl mertebesinde onlarla zuhûr eder. Rûhânî îtidâl ruhların yönelişine ve âlî ruhlar ın varlığının gereklerine taakkul eder. Rûhânî îtidâl ruhların yönelişleriyle taakkul eden ve onların zikri geçen gerekleriyledir. Misâlî îtidâl, kendisine terakkî edilen ictimâdan meydana gelir. Ona bu âlemden gökleri, kürsîyi, arşı aştıktan sonra ya da herhangi bir felekte taayyün eden bir sûreti geçtikten sonra terakkî edilir. Çünkü misâl âleminin her semâda muayyen bir hissesi vardır. Bir başka mânâca her semâ bir ölçüde misâl âleminin aynasıdır. Orada müstekar olan fiil ve hâllerin sûretleri o aynada taayyün eder. Zîrâ bu âlemden yükselen her varlık veya kendisinden sudûr eden her şey, felekî cisimler âlemi ni aşıp mutlak misâl âlemine yükselecek güce sâhip değildir. Hak hazretinin ahkâmından mânâlar ve ruhlar âleminden inmek ve salınmak isteyen için de durum aynıdır. Her varlık misâl âleminden kendilerine taayyün eden hisselere göre yere iner ve göklere yükselir. Anla!
Anlattıklarımızı hissî îtidâl takip edecektir. O da ikiye ayrılır. Birinci kısım kevkebî ittisâller, felekî teşekküller ile bir takım karışımlardan oluşur ki bu karışımlar feleklerin kuvvetleriyle meleklerin o felekleri îmâr edenlerinin kuvvetleri arasında her bir semâya tevdî edilen her bir iş ölçüsünde oluşur. Nitekim Hak Teâlâ şöyle haber verir, "وَاَوْحٰى ف۪ي كُلِّ سَمَٓاءٍ اَمْرَهَاۜ". İkinci kısım ise tabiî îtidâldir ki daha önce zikri geçen îtidâller gereği, onların yükselen müvellidâtından vâkı, îtidâl derecesinde zâhir olan mizâc -ı insânî ye şeklindeki îtidâldir. Bu mizâc-ı insânî zikri geçen îtidâllerin hepsinin mazharı, kendine mahsûs îtidâle doğru yükselerek, az önce dikkat çekilen berzahlar berzahına doğru ulaşır. Anla!
İlâhî birlik hazretine nisbetin yakınlığı sebebiyle kesret ve imkân ahkâmı ndan hâlî olan âlî ruhlar , en şerefli varlıklardır. Bilfiil kâmil olan insân-ı hakîkî daha cem edici, daha kâmil, varlık ve mertebe dâiresinin orta noktasında en iyi yerleşmiş bir hâldedir. Feleklerden her bir felek, âlemlerden her bir âlem , îtidâl türlerinden herhangi birinin mahalli ve mazharıdır. Her nev’i, bir takım dereceler kapsar. Bu dereceler arada sıfat, kuvvet, fiil, teveccüh cem’ olmuş karışımların meyvelerinden oluşan ictimâî hey’etlerden taayyün eder. Nitekim bu süflî âlem ulvî âleme tevdî edilen eserlerin, kuvvetlerin ve özelliklerin aynasıdır. Ulvî âlemin farklı tabakalara ayna oluşu da böyledir.
Bu âlemin farklı tabakalarının her birisinde bazı kuvvet ve tesirlerin sonuçları taayyün eder. Bu kuvvet ve tesirler o âlemden inmiş ve o âlem ehlinin yaratılışıyla yoğrulmuştur. Sonra ayrılmış ve ortaya çıktıkları ilki durumda farklı bir sûrette dönerler. Özellikle insandan sâdır olan teveccüh, fiil ve sıfatların sonuçları böyledir. İnsan hepsinin nüshası, bütün âlemdeki güçlerin, bütün feleklerin eserlerinin, her meleğin teveccühünün kendisine yansıdığı bir aynadır.
İnsanın her felek ve âleme nisbeti, ilk yaratılışında o felekten aldığı özellik ve kuvvetlerden yoğrulduğu şeyin galebesine/baskınlığına; ilmi, ameli, ahlâkı ve yaratılışı vâsıtasıyla müstefâd olan vücûdî isti’dâdı ve teveccühü sırasındaki terakkîleri ile kâmillere hâs îtidâlden nasîbine göredir. Hazret-i Peygamber İsrâ Hadîsindeki beyânâtıyla bu konuya işâret etmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber kamer feleği sayılan dünyâ semâsında Âdem’i, ikinci semâda Îsâ’yı, Zühre feleği sayılan üçüncü semâda Yûsuf ’u, şems feleği sayılan dördüncü semâda İdrîs’i, beşincide Hârun’u altıncıda Mûsâ ’yı, yedincide İbrâhîm'i gördü. Bu hadîs, adı geçen peygamberlerin bu feleklerle münâsebetlerinin sûretini haber vermekte; amel ve ahlâklarından doğan mazharlarının mertebelerini feleklerin kuvvetinden ve meleklerin teveccühünden yoğrularak kazanılmış sıfatları tarif etmektedir. Bu kuvvet ve tesirlerin bazısı bazısına her insanda hâl -i içtimâına ve yaratılış sırasında hâiz oldukları özelliklere göre, galebe hâlindedir. Ancak şu kadarı bellidir ki ruhlar gayr-i mütehayyizdir. Öyleyse nasıl olur da göklerde mesken tutma özelliği ile tavsîf edilebilirler? Bunu iyi bilesin.
İki ve daha çok şey arasında meydana gelen ictimâ sırrı, münâsebettir. Münâsebeti sınırlayan beş küllî esas vardır. Eşya arasındaki münâsebet, ya bir ya birçok sıfatlarda ortaklık itibâriyle olur veya bir ya da birçok hâllerdeki ve fiillerdeki ortaklık sebebiyle olur ya da mertebelerdeki iştirak sebebiyle olur veyahut da zât itibâriyle olur. Münâsebet bu şartlara münhasır olduğundan iki ya da daha çok şey arasındaki münâsebet bu beş esâsın dışına çıkamaz. Bunun dışında halk arasındaki münâsebetler, bu usûlün teferruatı kabîlindendir. Aslında münâsebet iki ya da daha çok şeyi cem ’ eden her işten ibârettir. Bu iş infiâl mertebesinde taayyün eden işlerden biriyse o takdîrde ahkâmıyla ittisâf ve eserlerini kabûlde birbiriyle misliyet arz eder. Değilse zikr edilen husûs fâillik mertebesinde vâkî olur. Her iki takdîrde de mümâselet sâbittir. İştirâk iki veya daha fazla şey arasında vâkî olan taadd üd hükmünü ortadan kaldırır. Ancak bu hükmün ortadan kalkması mutlak değildir. Bilakis her birinin iştirâkini gerekli kılan her çeşit farklılığı ortadan kaldıran daha önce söylediğimiz gerçek bir benzerlikle benzemeleri yönündendir. Her şeyde bulunan mânâ ve o cihetten birbirine benzeyen şeyler itibâriyle durum daha önce geçtiği gibi haysiyet ve kendilerini birleştiren ortak özellikten paylarına düşenlere benzerler. Eşyâyı bizzat mertebe ya da hem zât hem de mertebe bakımından cem’ eden durumun aralarındaki hükmü, eşyânın ittihâdını sağlayan; yâni cem’ eden vecihle olur. Eşyânın sâbit olan hükmü ayrılmaz, birisi için sâbit olan diğeri için de sâbit olur. İmtiyâz sebebi olan ahkâm, birliği gerekli kılan ahkâma tedâhül ile karışır. Bunun sonucu bazı mahlûkâtta zât, sıfât, hâl , fiil ve mertebe yönünden bazı özellikler kuvvetlenir, aynı zamanda bu özellikler birbirlerinden farklılaşmaya ve eşyânın ittihâdına sebep olan özelliklerin hükümlerinin ayrışmasına sebep olur. Nitekim daha önce dikkat çekilen vücûb ve imkân ahkâmı bunun gibidir. Bazı ahkâmın bu şekilde rüchânı, farklılık gerektiren özelliklerin kuvvet, asâlet, sayıca çokluk açısından fazla olmasıdır. Bu çokluk galebe sebebidir. Bunun sonucu tezâd, cehâlet, uzaklık ve ayrılık zâhir olur. Bazen de durum bunun aksi olur ve münâsebet hükmü ve ittihâda sebep olan özellik güçlenir. Bu da muhabbeti vukûa getirerek, ilmin etkisini, vuslat, ictimâ ve benzer özellikleri zâhir kılar. Bu cümleden olmak üzere yaratıklar arasında varlıkta farklılığın aslı; ittifak, ictimâ ve iftirâkın mevcûdiyetidir. Bunu bu fasılda söylediklerimi ve onun öncesinde yazdıklarımı anlaman için aklında tut!
Bilesin ki, insanlar arasında uyku ve uyanıklık hâlindeki ictimâın azlık ve çokluğu aralarında sâbit olan farklılıkların kuvvet ve zaafına bağlıdır. Meselâ senden farklı olan bir kişi bir açıdan sana benzeyebilir, bir ya da birçok açıdan sana ters olabilir. İttihâda sebep olan özelliğin hükümleri kuvvet ve adedî kesrette farklılık sebebi olan hükümlere benzerse de durum aynıdır. Adı geçen ahkâm kuvvetlerinin denkliğe yakın ve uzak oluşu, kesret ve kıllette ittifak hükmünü ortaya çıkarır. Yakınlık arttıkça ictimâ ve ittifak artar. Kurb hükmü zaafa uğrayınca, aksi olur. Farklılık ahkâmı ittihad ahkâmına galip olduğu zaman tezad ve çelişki olur. Bazen ittihâda sebep olan taraf güçlenir. Bunun sonucu muhabbet iki kişinin neredeyse birbirinden ayrılmayacağı ve fark edilmeyeceği şekilde güçlenir. Anla!
Yine bilesin ki, bu fasılda zikrettiğim ve bundan önce hadîsin şerhine başlarken söylediğim şeyleri iyice inceler, dikkat çektiğim münâsebet ahkâmı, beş usûl, imkân ve vücûb arasında vâkî ve onlara müteallik oluşan hey’ât-i ictimâiyye sûretleri ile sıfat , fiil, ahkâm ve ahvâle âid hükümler ve diğer konuları aklında tutar ve işâret edilen hey’etlerin farklılıkları itibâriyle hazarât-ı hamsın taayyünlerine bağlı îtidâl dereceleri konusunda söylenenleri hatırlarsan; zikri geçen misâlî hazretlerin şahsiyet mahallerini ve onların tafsîlî âlemlerden tazammun ettiği arş, kürsî, yedi semâ, unsurlar âlemi ve onların ictimâından Allah’ın yarattıklarını tanırsın. Ayrıca şunu da anlarsın. İnsanlar arasında bu âlemde sûretler itibâriyle ya da ulvî âlemler de yakaza ve uyku hâlinde veya böyle bir imkâna nâil kılınanlara nisbetle nefislerinin bedenlerinden ayrılması hâlinde gerçekleşen ictimâların en güçlü sebebi, söz konusu münâsebet eseridir. İctimâın kıllet ya da kesreti, münâsebetlerin tesirinin kuvvet ve zaafına bağlıdır. Çünkü münâsebetin iki şey arasında sıfat ve fiiller açısından gerçekleşmesi, sâdece fiiller yönünden gerçekleşmesinden daha güçlüdür.
Bu anlattığımız sıfat ve fiil münâsebetine hâl cihetinden olan münâsebet inzımâm ederse, tesir daha güçlü olur. Bunlara bir de mertebe ortaklığı eklenirse tesir daha da güçlenir. Bütün bunlarla birlikte bir de zât itibâriyle münâsebet sâbit olursa iş tam olur. Kendisiyle geçmiş nebî ve velîlerin kâmil olanlarının ruhları arasında bu beş açıdan münâsebet sübût bulursa, o kişi dilediği zaman, yakaza hâlinde de uyku hâlinde de bir araya gelebilir. Ben bu durumu Şeyhimizde yıllarca gördüm. Aynı şekilde ondan başkalarında da müşâhede ettim.
Hazret-i Şeyh'e gelince o, nebîlerden, velîlerden ve diğer geçmişlerden dilediğinin rûhu ile üç tarzda bir araya gelirdi. Dilerse o kişinin rûhâniyetinin bu âleme inmesini ister şeyh onu misâlî sûreti içinde cesede bürünmüş gibi dünyâ hayâtında iken hiçbir eksikliği bulunmayan hissî, unsurî sûrette idrâk ederdi. Dilerse onu uykuda getirirdi. Dilerse de şeyh kendisi beden kalıbından soyutlanıp nefs mertebesindeki taayyünü içinde onunla bir araya gelirdi. Çünkü bu mertebe, görülen kişinin nefsi ile geri kalan felekler ve âlemler arasındaki münâsebetlerdeki üstünlüğü dolayısıyla ulvî âlemler de bulunur. Zikrettiğim bu hâl şeyhimizin vâris-i nebî oluşunun sıhhatinin temekkün ettiğine burhandır. Allah Teâlâ’nın şu sözünde buna delîl vardır : "وَسْـَٔلْ مَنْ اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رُسُلِنَاۗ". Şâyet Allah Resûlü'nün kendisinden önceki peygamberlerle ictimâı temekkün etmemiş olsaydı, böyle bir hitâbın herhangi bir faydası olmazdı. Böyle bir şeyi uzak görürsen zayıf bir te’vîle düşersin! Senin ve başkalarının hâli ve fehmi tahkîke ermedi diye böyle bir şey yapma! Allah’a andolsun ki bu ve benzeri hâller pek çok kere birçok insanda görülmüştür.
Misâl Âleminin Hakîkati Hakkında Fasıl
Bu fasıl, misâl âleminin hakîkati, ahkâmının ulvî ve süflî âlemlerdeki, özellikle insan nev’i üzere zuhûr mahalleri ile rüyâ ahkâm ve mertebelerinin geri kalan özelliklerinin açıklanmasını ve insanların bütün bu konulardaki farklı derecelerini şâmildir. Garîb bilgiler ihtivâ eden bu hadîsin şerhi konusunda söz böyle hitâma erecektir.
Biz deriz ki, bilesin ki rûhlar âlemi varlık ve mertebe yönünden cisimler âleminden öncedir. Cisimlere vâsıl olan imdâd-ı ilâhî ruhlar ile Hakk arasında rûhların vâsıta olmasına mevkuftur. Yâni cisimlerin yönetimi rûhlara tefvîz edilmiştir. Rûhlarla cisimler arasında irtibâtın imkânsız oluşu basît ile mürekkep arasında sâbit olan zâtî mübâyenet/çelişki sebebiyledir. Çünkü aralarında bir münâsebet ve irtibât yoktur. İrtibât olmayınca da tesir, teessür, imdâd, istimdâd olmaz. Bu yüzden Allah Teâlâ misâl âlemini ruhlar ve cisimler âlemi arasında câmî bir berzah olarak yaratmıştır ki iki âlemden birinin diğeriyle irtibâtı sağlıklı olsun. Tesir ve teessür gerçekleşsin, imdâd ve tedbîr vusûl bulsun.
Misâl âlemi ve özellikleri sâyesinde rûhlar, misâlî mazharlarında cesede bürünürler. Nitekim şu âyette buna işâret edilmektedir : "فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا”. Hadîsde de, "Melek bana bazen insan sûretinde temessül eder" buyurularak bu konuya işâret edilmişdir. Yine bir başka hadîsde "Cennet ve cehennem bana biraz önce şu duvarda arz edildi" buyrulmuşdur. Zekât vermeyenin durumu hakkında hadîsde şöyle buyrulur, "Ona malı zehirli bir yılan olarak temessül eder". Yine sahîh bir rivâyetde şöyle gelir, "Bu mallar zekât vermeyen için bir yılan olur". Bu ve benzeri şerîatın haber verdiği rivâyetlerde, misâlî sûretlerle cesede bürünme vardır. Riyâzat ehli kimseler, tabiî-unsurî sûretlerinden insilâh ile hâsıl olan rûhânî mîraclarında rûhlarının rûhânî mazharlarını giyerek misâl âleminde terakkî ederler. İnsanın rûhunun, yönettiği tabiî-unsurî cismine göre durumu böyledir; onu ilim ve amel açısından kuşatır. Ruh ile beden arasında işâret edilen sâbit bir mübâyenet olduğunda ve rûhun bedeni tedbîrinin ve yardım ulaştırmasının kendisine bağlı bulunduğu irtibât imkânsız olunca Allah, bedenle ayrılan ruh arasında hayvânî nefsi, berzah olarak yaratır. İnsandaki hayvânî nefs, mâkûl bir güç oluşu itibâriyle ayrılan rûha münâsib basitliktedir. Rûhun bizzat bedenin birimlerine yayılmış pek çok değişik kuvvetleri kuşatması; göğüs boşluğunun sol tarafında bulunan, kalb-i sanevberî buharıyla taşınması sûretiyledir. Kalb-i sanevberî bedende muhtelif tasarruflarda bulunur ve unsurlardan mürekkep mizâcına mütenâsip özelliği sâyesinde ruh için bedenle irtibâtı, tesir ve teessürü meydana getirir ve böylece dediğimiz yardım ve tedbîr gerçekleşir.
Bu mesele vuzûha kavuştuktan sonra bilesin ki insandaki kuvve-i hayâliye âlemin bir nüshası olması itibâriyle mutlak misâl âlemine nisbeti cüz’ün külle, nehrin kollarının, çıkış yeri olan nehre nisbeti gibidir. Nitekim nehre akan kol ona bitişik olduğu gibi, insanın hâyal âlemi de yukarı tarafından âlem -i misâle bitişiktir. Fakat insanlar bu konuda iki kısımdır. Bir kısmı bu irtibâtı bilmez, bunun farkında olmaz ve bunu araştırmazlar. Bunlar insanların çoğunluğudur. İkinci kısım azınlıktır. Bu irtibâtı bilir, araştırır ve ona ilgi duyarlar. Onlar rûhlar âlemini de aşıp, inşâallah sana bazı sırlarını açıklayacağım, daha yukarılara ulaşırlar.
Ben derim ki, bilesin ki misâl âleminin Zâhir isminin mazharı olan âlemin sûreti ne nisbeti, insan zihninin ve hayâlinin sûretine nisbeti mesâbesindedir. Âlemin sûretinin rûhu bir vecihten Bâtın isminin mazharıdır. Mâkûl şeylerden sûreti olmayanlara cesed giydiren Bâtın ve Müdebbir isimleridir. Burada ilimde ve insanın âlem -i misâlin nüshası olan musavvire gücünde bir noksanlık yoktur. Çünkü Hak, kuvvet sâhibi ve metîndir. Cesede bürünen her şey bilinen kadar cesedlenir. Bu ilmin kapısını çalabilecek bir cehl yoktur. Bu yüzden arada bir mutâbakat ve sıhhat gereklidir. Akıllara, yüksek nefslere nisbetle de durum aynıdır. İnsanda ise durum böyle değildir. Çünkü insanın musavvire gücü, rûhunun nûrâniyetine ve daha önce ıttılâ kesbettiklerine tâbîdir. İnsan bizzat bu bilgileri musavvire gücüne imlâ ettirir ve ona benzemeye başlar. Fakat bu durum, dimağ hey’etinin cömerdliğine, mizâcın istikâmet ya da bozukluğuna, mekân ve zaman husûsiyetlerine bağlıdır. Misâl âleminde cesede bürünen ilk Bâtın ismi ile onun ardından ikinci olarak gelen akıl ve nefsler bunun hilâfınadır. Nitekim buna daha önce dikkat çekmiştik.
İnsanların mukayyed misâl âlemine nisbeti, nehir kollarının nehre ve ana kaynağa nisbeti gibidir. İnsanın hayal gücünü ve rüyâlarını etkileyen bazısı mizâca bağlı bazısı mizâc dışı sayısız âmiller vardır. Bu âmillerden mizâca bağlı bulunan, dimağ heyetinin sıhhati ve daha önce zikri geçenlerdir. Mizâcın dışındaki âmiller insanın hayâli ile âlem -i misâl arasındaki ilim ve münâsebetten oluşan ittisâl hükmünün bulunmasıdır. İnsan hayâliyle misâl âlemi arasındaki bu gerçek münâsebet, insanın iki cihetinden biri ile misâl âlemiyle ittihâdını gerektirir. Bu, gördüğüm kadarıyla pek az kimsenin müşâhede ettiği yüksek bir keşf hâlidir. Ben bu müşâhedenin bazı mazharlarına dâhil oldum; mukayyed hayal âleminden misâl âlemine, işâret edilen ittisâl kapısından girdim. Misâl âleminin âhirine kadar ulaştım. Oradan çıkıp rûhlar âlemine geçtim, sonra da nûrların çıkış yerine ulaştım. Allah’ın ihsânına hamdolsun.
Şu bilinsin ki insanlar farklı mertebelerdedir. Bunlar da üç sınıfdır. Birincisi düşük sınıfdır. Allah Teâlâ’nın kalblerini mühürlemesi sebebiyle bunların nefislerinden kalblerine, nâdiren geç gelip çabuk giden hâller dışında, daha önce nefslerine nakşedilen ya da yenilenen herhangi bir şey ulaşmaz. Aksine nefsi sâfiyetten, îtidâl noktasından, Hak mertebesi ya da rûhlar mertebesi için muvâcehe, muhâzât hazreti nde sağlam bir yerden uzak oluşu sebebiyle ulvî gayb âleminden ve daha yukarıdan bir şey onun nefsine nakşolunmaz. İkincisi, kalbleri bazen meşgûliyetlerden ferağ bulup safâ hâliyle mutlak misâl âlemine ittisâl hâsıl eden sınıf. Bunların nefislerinin bu vakitte idrâk ettikleri her şey şuaî bir in’ikâs ile yansır ve bu yansıma kalbten dimâğa akseder ve oraya kazınır. Şâyet böyle biri gördüğü şeyde hadîs-i nefs eseri bulursa musavvire gücünün bu işte âlet, mizâc ve zikrettiğimiz türde bir dahli var demektir. Üçüncüsü, rüyâ; hadîs-i nefsten hâlî, dimâğın yapısı sağlıklı, mizâc da müstakîm ise Allah’tandır. Çoğu kere böyle rüyâları tâbire gerek de yoktur. Çünkü aksin yansıması, aslın sûretiyle zâhir olmuştur. Nebîlerin çoğunun rüyâsı böyledir. Halîl İbrâhîm'in rüyâsını yorumlamayıp zâhirine göre davranmasının sebebi budur. Gönlü Hakk’ın müstevâsı hâline gelenin kalbine galibiyetle bir şey etki edemez. Aksine o kişinin kalbi menbâ ve ilk yansıması dimağda olur. Halîl İbrâhîm ilk hâle alışıp Allah Teâlâ kendisini “kalblerini genişlettiği kimseler” makâmına nakletmek dileyince, onun kalb-i ilâhîsinden dimâğına yansıyan şey, bu sefer asıl sûretiyle zâhir olmamış ve bu yüzden rüyâsı te’vîle muhtâc olmuştur. Te’vîl, rüyâdaki tasvîr ile murâd olunan işi açıklar. Bu tasvîrin yüce âlemdeki akıl ve nefis sâhipleri içindeki rûhânî taayyün ünü ya da ahadiyyetü’l-cem’ sıfatıyla kalbte kesreti birleyen yansımayı yorumlar.
Bunu bil ve üzerinde derinlemesine düşün ki bu fasıl, nefislerin mertebe ve dereceleri ile sakat ve sağlam idrâk sebeplerinin bilinmesini sağlayan gizli bir takım bilgileri kapsar. Yine bu sâyede sınırlı hayâl ile mutlak misâl arasındaki fark, hayâl ile misâlden her birinin diğerine ve Hakk’a nisbeti anlaşılır. Zîrâ her mukayyed hayâl Bâtın isminin ahkâmındandır. Bu hükümler mutlak misâl âleminde sağlıklı bir biçimde, ilmin ve kuvvetlerin gücüne göre cesede bürünür. Burada her mukayyed hayal, musavvire gücü ne, mahalline, idrâk hâlinin durumuna ve idrâk sırasında kendisine gelen özelliklere göre bir cesede bürünür. Bu ifâdelerden te’vîl gerektirmeyen rüyâların gerekleri de bilinmiş olur. Çünkü te’vîle muhtaç olan rüyâ düşük tâifelerin rüyâsıdır. Halkın ekmeli sayılanların rüyâsı, yorum gerekmeyen rüyâların aksinedir. Bunlar mütevassıt insanların rüyâsıdır. Burada başka anlatılması uzun gidecek bazı şeyler de bu sâyede bilinir ki bu konuya ben dikkat çekmiş ve icmâlen onları anlatmıştım ki, îtidâl mukâbili inhırâf derecelerinin asıllarıyla ilgili şeylerdir. Özellikle rüyâ sâhibinin mîzac bozukluğuna, dimağ heyetinin ve sîret kötülüğü inzimâm eden kimselerin rüyâsı Hazret-i Peygamber'in işâret buyurduğu gibi Şeytan'dandır. Anla!
Bu tasnîf, rüyâ mertebelerini, rüyâ görenlerin asıllarına, derecelerinin farklı olma sebeplerine, bu konudaki hâllerinin değişik oluş sebeplerine hasredilmiştir. Bu bâbda anlattıklarımızı düşünen bu usûl ve derecelerin sonuçlarını anlar ve görenin rüyâsından kendisine anlatılan şeyden görülenin ne olduğunu, görüldüğü zannedilen şeyin filân peygamber mi ya da filân velî mi, yâhut Zeyd ya da Amr mı olduğunu anlar. Bu durumda rüyâyı görenin zannınca görülenin falan ölü zât ya da filân diri zât olması müsâvîdir. Veya görülenin aynı durumda bir başkası olması eşittir. Rüyâ görenle görülen arasında hâl , sıfat, fiil, mertebe ve geçtiği gibi, zât itibâriyle sâbit bir münâsebetin misâli midir? Ya da rüyâ görenin inandığı ve zannettiği gibi o kişi nebî, velî, Zeyd ve Amr mıdır? Anlattıklarımız tahkîk ile bilinmedikçe kişinin rüyâsı tahkîkî bilgi ifâde etmez. Onun zannına, inancına ve sözünün kesinliğine güvenilmez. Hattâ onun: “Falanı rüyâmda gördüm, bana şöyle dedi. Ben de ona şöyle cevap verdim…” diye söylediklerine itibâr edilmez. İnsan bazen uykusunda ölü sandığı birini görüp ona âhiret ahvâline dâir meseleler sorabilir. Ölü ona cevap vermez ve ondan yüz çevirebilir. Eğer cevap verirse tam olmayan ya da sağlıklı bulunmayan bir cevap verebilir. Bundaki sır şudur. Görülen rüyâ ile gören arasında hâl , fiil ve sıfat itibâriyle münâsebet şekli var ise bu durum sorulan sorulara muttalî olmayı gerektirmez. Bu yüzden tahkîkî bir bilgi ve yararlı bir birliktelik hâsıl olmaz. Çünkü bütün bunlar sâbit olmayan ve güvenilmeyen ârızî, bir bakıma farklı durumların sûretleridir. Eğer rüyâ gören rüyâsında bir nebînin ya da velînin ya da berzahta misâlî bir mazhar ile bir başkasının veya gören ile görülenin rûhu arasında ulvî âlemler in sûretlerinden bir münâsebet ya da aralarında mertebe makâm ve zât açısından topluca ve tek tek münâsebet varsa bu durumda verilen cevaplar, görenle görülen arasında vâkî olaylar sahîh olur. Bütün bunlar rüyâda görülen şahsın kendisine sorulan şeylere ölmeden önce bu âlemde ittilâ hâsıl etmiş olmasına ya da sorulan konuda rüyâ görenin îtikâdının işin gerçeğine mutâbık bulunmasına bağlıdır. Durum bu şartlara uygun olmadığı zaman cevap, sorulduğundan mes’ul olan, rüyâ görenin îtikâdının ürünü olur. Bu cevap bazen doğru, bazen doğruya yakın olur. Bazen doğru olmaz. Bütün bunlar rüyâyı gören ve rüyâda görülenin îtikâdının sağlamlık ve fesâdına bağlıdır. Bunu bilesin!
Bütün bunlar sayamayacağım kadar çok tecrübe ile tekerrür eden işlerdir. Aynı zamanda Allah’ın bana tahkîkî bir ittilâ ile bu işlere dâir lütfettikleridir. Bu lütuf, hakikatleri bilmek ve aslî mertebelerini şeklin dedir. Bu ve benzeri konularda bizi hidâyet eden Allah’a hamd olsun. Eğer o hidâyet etmeseydi, doğruyu bulamazdık. O münezzehtir, O’ndan başka tanrı yoktur. Alîm, Kadîr, Mun’im ve Muhsin O’dur.