Saâdet ve Şekâvet Meselesi

23 Haziran 2023 tarihinde yayınlanmıştır.

İsmail Hakkı Bursevi

Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri buyuruyorlar ki :

Avâmm-ı nâs arasında inkılâbât çok vâkı' olur. Ve böyle müzebzeb olan âdemlerin îmânlarında halel vardır ve bu halel onların ekserini sû-i hâtimeye cerr eder, meğer ki Allâhu Teâlâ'nın tedârükü ola.

Ve bizim asrımızda bu makûlelerden çok müşâhede olundu. Ve her asr dahi öyle münhariflerden hâlî değildir. İşte zahr-ı Âdem'de iken bu inhirâf yok idi, belki mevlûd oldukları hâlde dahi fıtrat-i asliyye üzerine idiler. Ve âhir ba'zı esbâb yüzünden şekâvet-i ezeliyyeleri zuhûra gelip üzerlerine esmâ-i celâliyye havâle oldu ve ol celâlden eşhâs-ı kalîle halâs olup dâire-i cemâle düşdüler.

İşte evveli mahrûm olmak zarar vermez, âhiri merzûk olıcak. Fe-emmâ vây ona ki evveli merzûk ve âhiri mahrûm ola ki bunlar mürtedd olanlardır. Bu cihetden gâh olur ki ashâb-ı yemîn şimâle dönerler ve gâh olur ki ashâbı şimâl yemîne tahavvül eylerler. Hükm-i kazâ budur ki herkesin kendi isti'dâdına tâbi'dir. Ve hadîsde gelir ki, "Sizden biriniz cennete bir şibr karîb oldukda cehenneme tahvîl olunur ve nâra bir şibr kaldıkda cennete tevcîh kılınır" ki  "يَمْحُوا اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ وَيُثْبِتُۚ وَعِنْدَهُٓ اُمُّ الْكِتَابِ" budur. Fe-emmâ ümmü’l-kitâbda tegayyür ve tebeddül olmaz ve batn-ı ümm dahi ona nâzırdır.

İşte sa'âdet ve şekâvet hâli ekser-i nâsa mechûldür. Onun için, "İ'melû fe külli müyesserün mâ hulika leh" (Çalışın, kim ne için yaradıldı ise onu kolayca elde eder) denildi. Ve ba'zılarına ma'lûm oldu ve setr etdiler. Zîrâ zâhir-i şerî'atin nizâmına halel gelir. Ve mazhar-ı sa'âdet-i ezeliyye olup kendi ayn-ı sâbiteleri hakîkatine muttali' olanlar hakkında "لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ" denildi. Ve onların hakkında, "لَهُمُ الْبُشْرٰى فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِۜ" vârid oldu. " لَا تَبْد۪يلَ لِكَلِمَاتِ اللّٰهِۜ". Kabûl edilen illetsiz olarak kabûl edilmiş, reddedilen illetsiz olarak reddedilmiştir. Yani zâhirde olan esbâb-ı kabûl ve redd umûr-i ârızadır, belki kabûl ve reddin hakîkati kazâ-i ezelîdir. Onun için buyurur, "وَمَا تَشَٓاؤُ۫نَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۜ"Yani halkın meşiyyet-i cüz'iyyesi Hakk'ın meşiyyet-i külliyyesine tâbi'dir. Onun için buyurur: "مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَاۜ"Yani her dâbbenin hareket ve meşyi cezb ve cerr-i kâid iledir". Yani bir hâlden bir hâle tahavvül ve ona kuvvet ve kudret Allâhu Teâlâ iledir. "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah". Yani O'dur tahvîl eden ve kuvvet veren.

Pes, hakîkate nazar olunsa insân cemâd ve hayvân-ı mecrûr gibi oldu, velâkîn mahall-i kiyânîsi i'tibâriyle ona dahi "sen" denilip isbât-i vücûd kılındı ve kesbi ma'mûlün-bih oldu veyâ merdûd oldu. Ve bu ma'nâdır ki medâr-ı teklîfdir. Zîrâ emr-i vâhid mutî' ve mutâ‘ ve sâcid ve mescûd olmaz. Pes, 'ayn-ı vâhidenin 'âbid ve ma'bûd olduğu merâtib hasebiyledir. Ve bu şirk tevhîdi münâfî değildir. Nitekim nice kerre takrîr olunmuşdur. Ve Hazret-i Nübüvvet'in, sallallâhu aleyhi ve sellem, ka'dede "esselâmü aleyke eyyühennebiyy" buyurduğu eğer sâbit ise bu bâbdandır. Yani cem'inden farkına ve melekiyyetinden beşeriyyetine ve aslından fer'ine ve velâyetinden nübüvvetinedir. Fefhem cidden.

Ve Kur’ân’da gelir : "وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰىۚ". Yani remyi zâhirde Rasûl'e ve hakîkatde kendine muzâf kıldı. Ve kelâm-ı hûbdur şol söz ki "Bekâ-i resm lâzımdır" derler. Yani fenâ ve bekâda kemâli olanın resmi bâkîdir ve resmin bekâsı medâr-ı nizâm-ı şerî'atdir. İmdi bu netîceye ere gör, tâ ki Hakk ile halkı cem' edesin ve insân-ı kâmil gitdiği yola gidesin.

Bu lisâna âşinâ olmayanlar için kısaca îzâh edelim Hazret'in sözlerini :
Halk arasında iyi iken kötü olan, îmânlı iken küfre düşen, pek çok kimseye rastlarız. Bunlar îmânları sakatolan kimselerdir. Îmândaki sakatlık onların çoğunun îmânsız olarak ölmesine sebeb olur. Allah'ın kayırdıkları müstesnâ.

Bu asırda da bu gibi kimseler çok görüldü. Ve her asırda îmândan dönenler hep olacakdır. Halbuki bunlar Âdem'in zahrında iken, îmânlı idiler, nitekim Allah rûhlar âleminde sordu, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dedi, "Evet, Rabbimizsin" dediler. Bu dünyâya geldiklerinde de îmânlı idiler, Çünkü aslî fıtratları üzere geldiler dünyâya. Fakat sonra türlü sebeblerden dolayı Allah'ın celâline mazhar oldular ve îmândan çıkdılar, dalâlete düşdüler. Pek azı kurtulabildi.

Başda îmânsız olup, sonradan îmân edenler kurtuldular ama başda îmânlı olup sonradan dalâlete düşenlerin işi felâket oldu. Kimi zaman îmân ehlinden küfre düşenler olduğu gibi kimi zaman da küfür ehlinden îmâna gelenler olur. Kaderullah herkesin istidâdına göre tecellî eder. Nitekim bir hadîs-i şerîfde şöyle buyrulmuşdur : "Sizden biri kendisiyle cennet arasında bir karış mesâfe kaldığı hâlde, cehenneme gider. Yine sizden biri, kendisiyle cehennem arasında bir karış mesâfe kaldığı hâlde, cennete sevk edilir". Çünkü ümmü'l-kitâbda değişim olmaz. "يَمْحُوا اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ وَيُثْبِتُۚ وَعِنْدَهُٓ اُمُّ الْكِتَابِ" âyet-i celîlesi buna işâret eder.

Îmân ve küfür hâli insanların çoğu için mechûldür. Onun için, "Çalışın, kim ne için yaradıldı ise onu kolayca elde eder" denildi. Bazıları da buna vâkıf oldular ama gizlediler. Çünkü bunu açıklamak şerîatın nizâmını bozar. Ezelî hüküm gereği îmâna mazhar olduklarını bilenler hakkında, "لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ" denildi. Ve onlar hakkında, "لَهُمُ الْبُشْرٰى فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِۜ" vârid oldu. " لَا تَبْد۪يلَ لِكَلِمَاتِ اللّٰهِۜ". Yani Allah'ın hükmü değişmez. Kabûl edilen illetsiz olarak kabûl edilmiş, reddedilen illetsiz olarak reddedilmişdir. Yani zâhirde olan kabûl ve redd sebebleri, ârızîdir. Kabûl ve reddin hakîkati ezelî takdîrdir. وَمَا تَشَٓاؤُ۫نَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۜ" âyet-i celîlesi bu hakîkate işâret eder. Yani insanların irâde-i cüziyyesi, Allah'ın irâde-i külliyesine tâbidir. Nitekim Hakk Teâlâ buyurdu : "مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَاۜ". Yani her canlının hareketi Allah'ın yed-i kudretindedir, Allah istediği yere çeker, iletir onları. Bir hâlden başka bir hâle geçiş de Allah'ın irâdesi, kuvveti ve kudretiyledir. Nitekim hep okuyoruz, "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" diyoruz. Demek ki, hâlleri değiştiren de, buna kuvvet veren de Allah'dır.

Demek ki, hakîkat cihetinden bakıldığında insan da cansız varlıklar yâhud hayvanlar gibidir, Allah nereye çekerse oraya gider. Fakat insana üstünlük verildi ve "sen" diye hitâb edilerek varlık verildi, irâde verildi ve mükellef kılındı insan. Zîrâ kendisine itâat edilen olduğuna göre, itâat edenin de olması lâzım gelir. Kendisine secde edilen olduğuna göre secde eden de olmalıdır. Buradaki ikilik tevhîde aykırı değildir. Nitekim defalarca izâh edilmişdir. Peygamberimizin namazın kadesinde, "esselâmu aleyke eyyühennebiyy" buyurduğu doğru ise, bu bâbdandır. Yani cem'inden farkına, melekiyyetindne beşeriyyetine, aslından fer'ine, velâyetinden nübüvvetinedir.

"وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰىۚ" âyetinde Allah remyi zâhirde Rasûl'e ve hakîkatde kendine izâfe etmişdir. Güzel bir söz vardır, "Bekâ-i resm lâzımdır" derler. Yani fenâ ve bekâda kemâli olanın sûreti bâkîdir ve sûretin bekâsı şerîatın nizâmını devâm ettirmek içindir. O hâlde, sen de bu netîceye ermeye çalış, tâ ki Hakk ile halkı cem' edesin ve insân-ı kâmilin gitdiği yola gidesin.

Listeye geri dön