8 Şubat 2025 tarihinde yayınlanmıştır.
Meşhûr sahaf Turan Türkmenoğlu, "Sahaflar Çarşısında Görüp İşittiklerim" başlıklı kitabında Efendi Hazretleri hakkında şunları anlatıyor :
1916 doğumlu olan Muzaffer Ozak, 13 Şubat 1985'te vefât ethi ve onun ölümüyle Sahaflar Çarşısı çok şey kaybethi. Kendisiyle 50 yıllık hukûku olan babam, ona "Ağabey" diye hitâb ederdi. İkisi de Gümülcineli Ayaklı Kütübhâne Mustafa Efendi'den ders görmüşlerdi.
Cuma günleri Çadırcılar Caddesindeki Camili Han'daki mescidde vaaz edip cuma namazını kıldırırdı. Cerrâhî Tarîkatının şeyhi olan Hacı Muzaffer Ozak, dükkânına dönerken mürîdleri ve cemâat, kendisine refâkat ederdi ve her gün hareketli olan bu dükkân, cuma günleri dolup taşardı. Hacı Ağabey soluklanıncaya kadar da tepsiyle gelen lahmacunlar, börekler hâzirûna ikrâm edilirdi.
Eski İstanbul'u gâyet iyi bilen, çocukluğu ve gençliği Karagümrük'de geçmiş olan Hacı Muzaffer Ozak'ın genç denecek yaşda vefât eden ağabeyi, merhûm Refii Cevat Ulunay'ın Sayılı Fırtınalar kitabına da konu olmuş, "Yangın Var!" filmi, onun hayâtından esinlenerek çekilmişdi.
Cuma günleri saatlerce süren sohbet, çarşının çaycısı Hüseyin için de büyük bir fırsatdı. Cuma günlerini iple çekerdi. Bir hafta boyunca satdığı çaydan daha fazlasını o gün satdığını söylerdi.
Çaycı Hüseyin, kemikleri sayılacak kadar zayıf, lâkin ayağına çabuk bir askıcıydı. O çatının altında olan hattâ kapının dışında kitâb bakan ya da merak sâikiyle orada dikilen kim varsa, misâfir ya da müşteri hiç fark etmez, Çaycı Hüseyin'in elinden bir bardak çay içerdi. Eline çay bardağını tutuşdurduğunda itiraz eden olursa da, "İç, iç! Avanatdır" derdi.
Hacı Muzaffer Ozak, 1951 yılında kurulup Meliha Avni Sözen'in yönetim kurulu başkanı ve okul müdürlüğü yapdığı Üsküdar Türk Kız Koleji'nin de kurucularındandı.
27 Mayıs 1960 İhtilâlini takîb eden sert rüzgarların esdiği günlerde Hacı Muzaffer Ozak, Ali Bilici, Halil Eser, Selahattin Demirtaş, Hüseyin Çörüş, Mehmet As ile birlikte, "siyâsî veya şahsî nüfûz veya menfaat temîni maksadıyla dînî veya dînî hisleri yâhud dînce mukaddes tanına şeyleri, dînî kitâbları âlet ederek propaganda veya telkîn yapmak" suçu ile ithâm edilip tutuklanmış, Cumhuriyet Gazetesi de, "Sâbıkların Müsâadesiyle Yurda Sokulan Kitâblar" başlığı ile bu ithâmı haberleşdirmişdi.
Amerikalı-Avrupalı Müslümanlar
Hacı Muzaffer Ozak ve mürîdleri, her yıl bir iki defa gelen davet üzerine Avrupa ve Amerika'ya giderlerdi. Gitdikleri ülkelerde âyin ve semâ gösterileri tertîb edip Türk tasavvuf Mûsıkîsi konserleri verirlerdi. Yurt dışında tanışdıkları bir çok gayrimüslimin İslâm'ı seçmelerinde etkili olmuşlardı. Avrupalı ve Amerikalı bu yeni müslümanlar da Türkiye'ye sık sık gelir ve Sahaflar Çarşısına renk katarlardı. Çarşıda cuma günleri rüyâ yorumu yapdıran ve ya fetvâ isteyenden ve hattâ istihbâratçısından tutun da her türlü meşreb ve mezhbeden insan bulunurdu.
Atatürkçü Alevî Dedesi Nimrî Dede
Elinde uzun bir asâ, hafîfden kamburu çıkmış, neredeyse bir karış sakalı olan ama hiç yüzü gülmeyen ihtiyar bir adam kapıdan içeri başını uzatıp bir şeyler söyledikden sonra gitdi. Komşum Burhan Tezergil'e soruyorum, "Burhan Ağabey, Alevî Dedesine benzeyen, son günlerde sık sık gelen bu ihtiyar zât kimdir?". "Elazığlı Nimrî Dede. Dayımı pek sever, İstanbul'a geldiğinde mutlakâ uğrar, dâyımı ziyâret eder. Dayım da onu sever ve muhabbetle karşılar. Efendimi bulamadığı için üzülerek ayrıldı, öğlenden sonra gene uğrar".
Nimrî Dede, Aşkî mahlasını kullanan Muzaffer Efendi Hazretlerine olan hayranlığını şu beyitle dile getirmişdir.
Nimrî Dede'yi Bodrum Han'da görüyordum. Meğer oğlunun orada dükkânı varmış, oğlunun yanına geliyormuş. Oğlu da büfe olrak çalışdırdığı o dükkânı bir müddet sonra kapatmış.
Nâzik Müşteri Barış Bey
Sahaflar Çarşısında yeniden yerleşmeye çalışdığımız günlerdeyiz. Ama Çarşı henüz tam düzenlenmemiş. Hâlâ o salaş baraka dükkânlardayız. Yan tarafımdaki barakada Nâdir Onan, onun da yanında Burhan Tezergil'in tezgahı var ve son günlerde nâzik bir adam peydâ olmuş, tezgahın başından ayrılmıyor. Dahası düzenli olarak Çarşı'ya gelmeye başladı.
Bu nâzik adam, Nâdir Ağabey'i kızdırmamak için ucuz kitâblardan alıyor, ertesi gün de fark verip değişdiriyor. Burhan Tezergil'le de sıkı dostluk kurmuş ki geldiği zaman sandalye veriyorlar ve akşam saatlerine kadar Çarşı'da oyalanıyor. O nâzik bey, gün geçdikçe benimle de selâmlaşmaya başladı. Samîmiyyet kurmak istediğini hissetdim. Eski pul ve karpostal topladığını, eski kitâbları çok sevdiğini söylüyor, ama bir yandan da derd yanıyor, "Önce hanım izin verecek, para ve yer sorunun olmayacak, o da kolay değil" diyor.
Giderek samîmiyyetimiz artıyor. Bir süre samîmiyyetimiz böyle devâm etdi ama garîblikler de yok değil. Meselâ dükkânın içine girmeyip, sırtını dükkâna vererek konuşmaya özen gösteriyor. Konuşurken muhâtabının yüzüne bakmıyor ve yerli yersiz sahte tebessümlerde bulunuyor. Bir süre sonra ismini de öğrendik ve kendisine Barış Bey diye hitâb etmeye başladık. Dahası, âcil bir işimiz çıksa, bir yere gitmek îcâb etse, dükkânı, tezgahı ona emânet eder olduk. Nerede ise bir yıl düzenli olarak Çarşı'ya geldi. Şâyet birkaç gün gelmese, "Barış Bey'e bir şey mi oldu, bugün gelmedi" diyorduk. Gözümüz kendisini arar olmuşdu. Geldiğinde de, "Neredesiniz, merâk etdik" diye suâl edecek olsak, cevâbı da hazırdı, "Peder rahatsızlandı, onunla ilgilendik", ya da, "Kızın okulunda toplantı vardı" diyerek bir mazeret uydururdu.
Bir gün kapının önünde konuşurken, "Bir dakika1 diyerek hızla içeriye daldı ve tezgahın arkasına çömeldi. Ardan dışarıya bakmaya başladı. "Barış Bey, birisinden mi saklanıyorsunuz?". "Hanım geçiyordu, beni görmesini istemedim". "İnsan karısından neden saklansın Barış Bey? Sizde bir iş var, bir yıldır çözemiyorum. Nâdir Ağabey'le ortak olduğunuzu zannedenler de var. Kimden saklanıyorsunuz? Neyle geçiniyorsunuz?" diye sordum. Terledi ve yüzü kızardı, "Turan Bey, ben görevliyim, hanımın benim burada olduğumu bilmesini istemedim". "Bizi kontrolle mi görevlisiniz?". Gülüşüyoruz. "Aramızda kalsın, zor durumda kalırım sonra" . Cebinden bir hüviyet çıkarıp uzatdı. Hiç bakmadan, "Gerek yok" dedim.
Barış Bey, askerliğini istihbâratçı olarak yapdıkdan sonra komutanının referansı ile MİT'de işe başlamış, takîb memuruymuş. Günü gününe rapor veriyormuş. Gelmediği günlerde de Beşiktaş'a gidermiş. "Tamam inandım Barış Bey de kimi gözetliyorsunuz? Bundan Nâdir Ağabey'in, Burhan Tezergil'in haberi var mı? Onlar ne diyorlar?". "Görevli olduğumu söyledim, kimi gözlediğimi Nâdir Ağabey biliyor". "Barış Bey, merakdan çatlatmayın! Kimi gözlediğinizi söyleyin de bilelim". "Hacı Bey'i". "Hangi Hacı Bey'i?". "Hacı Muzaffer Ozak'ı". "Onun neyini gözlüyorsun? Geldiği saat belli, gitdiği saat belli". "Ben sadece kimlerin gelip gitdiğini gözlüyorum, ne konuşuyorlar, ne alıp satıyorlar, benim işim değil".
Barış Bey, 12 Eylül 1980'den sora ortalıkdan kayboldu. 1983 yılı Ağustos ayında Didim'den gelen bir arkadaşımla sohbet ederken Barış bey geldi. İkisi de zoraki bir selamlaşma ile hâl hatır sordular. Barış Bey gitdikden sonra arkadaş sordu, "Nereden tanıyorsun bu beyi?". "Barış Bey'i mi? Turizmcilik yapıyprmuş sizin orada". "Sana adının Barış olduğunu mu söyledi? Bizim pasajda yer açmışdı, sonra kapatdı. İstihbâratçıymış, öyle diyorlar".
Üç Fidan
Hacı Muzaffer Ozak'ı her gün öğlen namazından sonra Lâleli'de Mesih Paşa Mahallesinde, Said Efendi Sokağındaki evinden bir mürîdiotomobiliyle alır, Çarşı'nın Çınaraltı tarafındaki kapısına kadar getirirdi. Daha çok da fotoğrafçı Yusuf diye tanıdığımız bir mürîdi bu işi üstlenirdi. Çarşı'dan içeri girdiğini gören genç esnaf, kendilerine çeki düzen verir, tavla oynayanlar varsa, oyunlarını keserledi.
Evinden dükkâna gelene kadar tesbîh çeken Hacı Ağabey şâyet tesbîhâtı tamamlamamışsa, dükkânına girmez, Çarşı'nın ortasındaki bahçenin çevresinde bir tur atarak, duâsını tamamlardı.
Bugün İbrâhim Müteferrika büstünün bulunduğu yerdeki üç ağacı eliyle o dikmiş. Sebebini soranlara da, "Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüşdü Zorlu anısına" dermiş. Kuruduğu için sökülen ağaçlardan birinin yerine oğlu Cüneyt Bey, yeni bir fidan dikdirmişdi. Sırası gelmişken belirtmek isterim ki Çarşı'nın tam ortasındaki biri ıhlamur diğeri çınar olan diğer iki heybetli ağaç da babam tarafından 1953 yılında dikildi.
Kitâb Mezadları
Hacı Bey'e, yurdun dört bir yanından satılacak olan şahıs kütübhânelerinin adresleri gelirdi. Bu adreslere, kalkınmasını istediği için, İsmâil Amca'nın dükkânına yeni geçmiş olan İbrâhim Manav'ı gönderirdi. Çocukluk arkadaşı olan Cihat Bey, tereke ve icrâ satışlarını takîb ederdi. Boş vakitlerinde Hacı Bey'in dükkânından ayrılmazdı. Hacı Bey, para kazandırmak için çoğu zaman çocukluk arkadaşını da mal almaya gidenin yanına eklemler, alınan maldan bir hisse de ona çıkartırdı. Gelen kitâbların çuvallardan boşaltılıp tasnîfi ve mezad yoluyla satışı kimi zaman günlerce sürerdi. Genellikle de mezadları Nizamettin Aktuç yönetir, onun inisiyatifi ile satışlar gerçekleşdirilirdi.
Mezad sırasında satılan kitâb, gerçek değerinin altında gidiyorsa, Nizamettin Bey müdâhele ederek, fiyatı yükseltip kendisi için alırdı. Bir defasında en yüksek fiyatı veren alıcıya şöyle bir bakdıkdan sonra, "Eşek! Sen ne anlarsın bu kitâbdan" diyerek adamı refüze etmiş, elindeki kitâbı masanın öbür ucuna fırlatmışdı. Kimseden çıt yok tabii. Hacı Bey bıyık altından gülerken, "Kayserili herkese pastırma satmaz, ya kesmesini bileceksin ya yemesini" demişdi.
Hacı Bey'in Yardımcıları
Hacı Bey'in yardımcısı Yalovalı Mevlid Hoca vardı. Gençliğinde spor yapmış, güler yüzlü, tatlı dilli, kitâbdan anlayan, ilim sâhibi bir amcaydı. Müşterilere hep o muhâtab olurdu. Ancak yaşlılığı dükkândan ayrılıp memleketine dönmesine sebeb oldu.
Daha sonra yerine Nişancalı Hacı Bahaddin diye biri geldi. Ancak tuhaf hâlleri yüzünden dükkândan uzaklaşdırıldı. Hacı Ağabey'in vefâtına kadar da Atatürk Havalimanı Kule Müdürlüğünden emekli İbrâhim Bey dükkânla ilgilendi. İbrâhim Akkökler Bey, yıllarca devlet memurluğu yapmış, devlet terbiyesi ile yetişmiş, çok iyi derecede İngilizce bilen bir beyefendi idi. *****.
Ramazan Geldi Evde Bir Dirhem Rakı Yok
Günlerden Cumartesi. Ramazan ayına birkaç gün kalmış. Turgut Reşâdî Baba, kapıdan selâm verip geçiyor. "Buyursaydınız, bu aceleniz niye?". "Erenler, bendir derisi almaya gidiyoruz". "Gideceğiniz yer Şehzâdebaşı, bir soluklanın" "Lüleburgaz'a gidiyoruz erenler, Turgut Bey köyünde canlar var, bu gece orada kalırız ancak yarın döneriz. Orada iyi deriler buluyorum, tınısı iyi oluyor. Kırk tâne seçeceğim. "Birer çay içelim, gidersiniz, buyurun". "Eyvallah erenler". " İçeriye girerken çaycıya iki işâreti yapıyorum. "Hayırlı olsun, yorgunluğunuza değecek mi bari? Sultânım hele oturun". Cebinden çıkardığı Marlboro sigarasının paketini açıp uzatırken, "Dumansız baca, îmânsız hocaya benzermiş, tüttürelim birer tâne". Sigarasını yakıyorum, sigarasından derin bir nefes çekip, "Hele anlatayım da dinleyin" diyor ve başlıyor anlatmaya.
İki gün önce Tire'den canlar gelmişdi, onlara sofra açmak lâzım. Bakkala gidiyorum diye evden çıkıp minibüse atladım, Kapalıçarşı'ya geldim, alyansımı bozdurup alışveriş yapdım. Dem göreceğiz, pastırma, sucuk bir şeyler aldım, elde avuçda pek bir şey kalmadı. Bugün onları uğurladım, Hacı Bey'e de bir uğrayayım, belki bir siparişi olur diye umutlandım. Dükkânın kapısından başımı uzatdım. İçeride biris var ama tanıyamadım. "Hû erenler" diyerek selâm verdim. "Buyrun birisine mi bakdınız?". "Evet, Efendi Hazretleri teşrîf etdiler mi?". Bir tarafdan masanın tozunu alıyor bir yandan da bana cevâb veriyor, "Hayır efendim, daha teşrîf etmediler, ne varsa bana söyleyiniz". "Şey diyecekdim, mâh-ı mübârek geldi, evde bir dirhem rakı yok, mangır Hakk'da". "Bak zındığa! Ramazan geldi, evde bir dirhem rakı yok diyerek rakı parası istiyor. Utanmıyor musun! Yürü git haydi! Mübârek gün insanı günaha sokma!"
Boynumu büküp fakîrhânenin yolunu tutdum. Gerçekden de cebde metelik yok. Kara kara düşünerek fakîrhâneye girdim. İçeriye gireli 5-10 dakîka olmuş, daha terim soğumamışdı ki telefon çaldı. Hacı Bey teşrîf etmişler, beni bekliyorlarmış. Hiç zaman kaybetmeden gerisin geri Beyazıt'a döndüm. Dükkânın kapısında beni gören Hacı Bey kıs kıs gülüyordu. "Selâmünaleyküm". "Aleykümselam". Musâfaha ediyoruz, selâm, hoşbeşden sonra, "Baba erenler, İbrâhim Bey sizi tanıyamamış, bir densizlik etmiş, onun kusuruna bakmayınız. Kendisine söyledim, bir Bektâşî işlerin kesat gitdiğini böyle fıkra gibi anlatır". "Estağfirullah efendim". Bana bu zarfı uzatdı, iki paket de Amerikan sigarası verdi. "Bugünlerde dışarıdan gelen misâfirlerimiz çok olur, siz bize kırk tâne bendir yapınız, peyderpey getirirsiniz". Erenler! Hacı Bey yol yordam görmüş adam, sâyesinde hâne halkı Ramazan ayını da bayramı da sıkıntı çekmeden karşılayacağız. Destûr erenler!" diyerek Lüleburgaz'a gütmek üzereTopkapı'ya otogarın yolunu tutdu.
Abdülhamid'in Portresi
Sahaflar Çarşısında bugün litografi baskı taşları ve matbaa gereçlerinin teşhir edildiği vitrinin bulunduğu yerde Burhan Tezergil'in sergi açdığı barakası vardı. Bu sergide her dilden ve konudan kitâb, dergi, risâle bulunurdu. Hülâsâ Burhan Tezergil ne bulursa alır ve satardı. Eline geçen kartpostalları bir demet hâlinde bağlar, meraklısı için ayırırdı.
Gözlüğünün camları şişe dibi gibi kalın olan şişman tiz sesli bir Ermeni vatandaşımız vardı. İsminin Herman Boyacıoğlu olduğunu sonradan öğrenmişdim. Mahmutpaşa'da kumaş ticâreti yaparken işlerini tasfiye etmiş, oul ve kartpostal alıp satarak daha çok kazanıyormuş. Haftada bir bazen iki defa Çarşı'ya geldiği olur, tezgaha yaklaşırken alayacı bir tavırla, "Burhaaaan! Burhaaaan Bey!" diye seslenirdi. Burhan Tezergil, küçük sandalyelerden uzatır, "Otur" diye işâret eder, o da koltuğunun altındaki siyah fermuarlı vinileks çantadan bir tomar fotoğraf çıkarır, "Bunları sana getirdim bak" derdi. O çayını içerken Burhan Tezergil de yeni getirdiklerine göz atar, beğendiklerini ayırırdı.
Ne yalan söyleyeyim, o adamdan ve alaycı tavrından hiç hoşlanmamışdım. Yüksek sesle konuşduğu için herkes ne konuşduğunu duyabiliyordu. Bu geliş gidişler sırasında bir gün, "Bak Burhan Bey, sana ne getirdim. Satabilirsen arkası var, ben çoğaltdım" dedi. Fotoğrafa bakan Burhan Tezergil, sanki heyecanlanmış biraz da telaşlanmışdı. "Bir dakîka, bunu Efendi'ye bir göstereyim" diyerek hızla Hacı Bey'in dükkânına gitdi, Herman arkasından söyleniyordu, "O da kim?". On dakîka olmamışdı, geri geldi. "Efendim, bu fotoğrafı imhâ etsin, çoğaltıp satmaya kalkmasın, Abdülhamid Hân'ın hışmına uğrar, iki gözü de kör olur" dedi. Burhan Tezergil, "Boşver, bu işle uğraşma" diyordu ama kendisinin de bayağı etkilendiği gözden kaçmıyordu. Hiç oralı olmayan Herman, "Haydi Burhan Bey, iyi işler" diyerek çekip gitdi.
Hâdiseyi başdan sonuna kadar izlemiş ve kulak misâfiri olmuşdum. Bu fotoğrafın özelliği ne idi ki Hacı Bey izin vermemişdi? "Burhan Ağabey, neydi o fotoğraf, neden telaşlandın?". "Adam nereden bulmuşsa bulmuş, Fransızların Abdülhamid'e Kızıl Sultan dedikleri zamanlarda çıplak kadın pozları ile Abdülhamid portresini yapmışlar. Onu çoğaltmış, piyasa arıyor. Dayıma gösterdim, fenâ hâlde kızdı ve îkâz et dedi, gözleri kör olur, nereden geldiğini anlayamaz dedi.
Aradan iki ya da üç gün geçmişdi, saat 10 civarı idi, Burhan Tezergil tezgahını yeni açmış, poğaça yiyordu. Herman Boyacıoğlu bir hanımın kolunda geldi, tezgaha 10-15 adım kala seslendi. Adamda bir garîblik vardı. "Gel gel, hoşgeldiniz buyrun". "Burhan Bey, gözlerim görmüyor, kör oldum. Dayın benim kör olacağımı bildi, açarsa gözlerimi o açar, beni ona götür". "Geçmiş olsun. Hele siz oturun, biraz dinlenin, gelmiş mi bakayım". "Ben ona söylemişdim" dedi.
Biraz sonra Burhan Ağabey geldi. "Perşembe günü fanilanı getir, dayıma vereceğim. Cuma günü namazdan sonra gelir alırsınız". Perşembe günü çamaşırı getirmişler, Cuma günü de Burhan Tezergil, Herman'a okunmuş fanilası ile beraber bir şişe de su verdi. "Ne var bu şişede? Ne suyu bu?". "Efendi gönderdi, dergâhın kuyusunun suyu, okunmuş sudur. Bu su ile gözlerini pansuman edecekmişsin". 15-20 gün sonra yine karısının kolunda gelen Herman, ışığı fark etdiğini söylüyordu. Bir iki ay sonra ise tamamen açılan gözleri için tek başına Hacı Bey'e teşekkür etmeye gitdiğini gördüm.