10 Kasım 2020 tarihinde yayınlanmıştır.
Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri, bir gece kalb-i şerîflerine ilhâm olunan, "اِضْطَرَبَ الْعَالَمُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ ıztarabe'l-'âlemü ve'nşakka'l-kamer" kelâmı hakkında buyuruyorlar ki :
Bu kelâm-ı ma'nîdâr, ki leyle-i ehadde bîdârîden sonra kalb-i kelîle ilkâ olundu, kurb-i kıyâmet-i sugrâya işâretdir, ki mevt-i tabîîdir. Zîrâ inşikâk-ı kamer mu'cizesi eşrât-ı sâ'atdendir. Burada hakîkat-i kelâm ve meâl-i remz-i 'Alîm ü 'Allâm budur ki 'âlemden murâd 'âlem-i enfüsdür. Ya‘nî 'âlem-i enfüs muztarib ve kamer-i kalb münşakk olup kavseyn zuhûr eyledi ki biri kavs-i vücûb ve biri kavs-i imkândır. Ve onun hattı, makâm-ı kurb dedikleridir ki hatt-ı fâsıldır. İki bahrin berzahı gibi ki eğer ol berzah olmasa 'azbün fürât olan bahr-i vücûb ile milhün ücâc olan bahr-i imkân biribirine muhtelit olurdu. Pes, kavseyn ve bahreyn fi'l-hakîka birdir. Eğerçi birinin sûreti semâda ve birinin arzda vâki' olmuşdur. Ve semâ dahi hakîkatde semâ-i rûhdur ki 'âlem-i emre nâzır ve arz dahi arz-ı ceseddir ki 'âlem-i halka dâirdir. Ve arz ve semâ, "كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَاۜ" mazmûnu üzere mertebe-i ehadiyyetde ratk idi. Sonra mertebe-i vâhidiyyetde fetk oldu. Bu cihetden sûret-i fetk, hakîkat-i ratkı münâfî olmadı. Onun için 'âlem-i rûh ve 'âlem-i cism erbâbı hakîkat indinde 'âlem-i emrden 'addolundu. Zîrâ vâhidiyyet ta'ayyünü mürtefi' olıcak ehadiyyet ta'ayyünü kalır ki ta'ayyün-i vâhiddir.
İşte 'ârif basarla bu 'âlemin vâhidiyyetine ve basîretle ehadiyyetine nazar eder. Ve iki bahr biribirine mümtezic ise de yine 'âlem-i sûrete göre miyânını fasl eder ve berzah ve makâm-ı kurb isbât eyler, tâ ki fenâdan sonra bekânın sırrı zuhûr eyleye. Ve bundan fehm olundu ki enhârın bahre ittisâliyle olan ittihâd hakîkat-i temeyyüzü münâfî değildir, belki enhâr başka ve bahr dahi başkadır ki gerçi onu hiss temyîz etmez, velâkin hakîkat-i kevniyye temyîz eder. Zîrâ kevn, vücûb olmak ihtimâli yokdur, belki kevnin sûret-i vücûbda zuhûru insıbâğ iledir. Nühâs zer olmak ve hadîd âteş sûretin bulmak gibi. Maahâzâ nühâs ve hadîdin her biri yine mâdde-i ûlâsı üzerinedir. İşte burası mezâlık-ı akdâmdandır. Pes, "abd Rabb oldu" dememek gerekdir. Ya‘nî mâdem ki madde-i kevn bâkîdir, sûret-i insıbâğa nazar olunmaz. Ve buradan demişlerdir ki, mertebe-i imkân ebedî zâil olmaz. Ve mazhariyyet ki ridâü'l-kibriyâdır, âyîne-i rü'yetdir. Pes, rü'yeti isbât eden âyîneyi ref' edemez. Ve bundan fehm olundu ki kavseynin bekâsı kemâldir. Zîrâ sebeb-i rü'yetdir ve fenâsı mahall-i hatar ve bâis-i da'vâdır. Eğerçi da'vâ eden Hakk'dır ki ona hakîkatde da'vâ demezler. Zîrâ da'vâ bî-ma'nâ olandır. Belki isbât-i vücûd derler. Zîrâ vücûd-i fânî menfî ve hükmü zâil oldukda vücûd-i bâkîden gayrı kalmaz. İşte vahdet-i vücûd dedikleri budur, yoksa inkılâb-ı hakîkat ve ittihâd ve hulûl ve emsâli değildir. Nitekim erbâb-ı zeyg ve dalâl akl-ı kâsırlarıyla muhâlât isbât ederler. Fe-emmâ bu makâma akıl değil belki keşf-i hayâlî bile sığmaz, belki onu idrâk eden keşf-i hakîkî-i ilâhî-i kalbî ile dîde-i sırrdır.
Ba'dezâ inşikāk kamere nisbet olundu, şemse nisbet olunmadı. Zîrâ şems ki mertebe-i zâtdır, inşikâk kabûl etmez, belki kurb-i kıyâmetde küsûf kabûl eder ki cânib-i mağribden zulmânî vechile tulû'udur. Zîrâ ol vakitde hüküm rûh-i hayvânînindir, rûh-i insânînin değil. Eğer rûh-i insânînin olsa meşrıkdan tulû' ederdi, velâkin tecellî-i ilâhî kahhâriyet sıfatıyla müstetir olmak iktizâ etmekle ehadiyyetde olan gaybûbet şehâdete sârî olup vech-i zâtı setr etmişdir. Kamer ise dâimâ mağribden istitâr üzerine devr eder. Onun için leyle mahsûsdur. Ya'nî leylde istitâr olduğu gibi kamerde dahi vardır. Nitekim Kur'ân'da gelir : "فَمَحَوْنَا آيَةَ اللَّيْلِ وَجَعَلْنَا آيَةَ النَّهَارِ". Ya'nî mertebe-i zâhir ve mazhar mütebeyyin ve derece-i halîfe ve müstahlif müte'ayyin olmakdan ötürü iki âyet sûretde biribirine muhâlif göründü. Ve devr-i kamerî bu ümmete mahsûs oldu. Zîrâ kemâlleri bâtınlarında mestûrdur. Onun için ekâmil-i nâs havârik-ı âdâta iltifât etmediler. Zîrâ havârik-ı âdât ümem-i sâlifede zuhûr eden mu'cizât gibidir. Zamân-ı setrde ise mu'cizât olmaz. Bu cihetden nûr-i kamer nûr-i şemsden müstefâd ve ikisi fi'l-hakîka nûr-i vâhid iken âyet-i leylin sûreti memhuvve oldu, tâ ki onun sûretine nazar edenler ona kamerdir diyeler, şemsdir demeyeler ve mertebe-i ulûhiyyet ve rubûbiyyet biribirinden mütemeyyiz ola, mertebe-i vekâlet-i kübrâ ile mertebe-i saltanat-ı 'uzmâ mütemeyyiz oldukları gibi. İşte insânın ekmeli dâimâ mağrib-i cesedden tulû' edenidir, tâ ki müzâhame-i ulûhiyyet vâki' olmaya ve meşrık ve mağrib ve âyetleri fark ola.
Ve Kur’ân’da gelir : "رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ" Ya'nî meşrık-ı rûh ve mağrib-i cesedin Perverdigârı Hakk'dır. Zîrâ rûh dahi mahlûk olduğu cihetden cesed gibi merbûbdur. Şu kadar vardır ki cesedin merbûbiyyeti ism-i Rabb'in zâhirine ve rûhun merbûbiyyeti ism-i mezkûrun bâtınına ta'alluk eder. Ve vücûdda meşrikayn olmak rûh ile sırra ve mağribeyn olmak kalb ile cesede göredir. Ve meşârık ve meğârib esmâ-i ilâhiyyeye nâzırdır. Zîrâ rûhun bu 'âleme hubûtu bu meşârıkdan tulû' için idi. Ve her meşrık-ı rûhânî için elbet bir mağrib-i cismânî dahi vardır, tâ ki nisbet-i tulû' ve gurûb mütehakkık ola. Çünki esmâ müsemmâya muttasıl ola, lâ-leyl ve lâ-nehâr 'âlemi zuhûr eder ki bu 'âlemde meşrık-ı sırr için bir dahi mağrib olmaz. Nitekim kıyâmet-i kübrâdan sonra yevm için leyl yokdur. Ya'nî mü’minin yevmi yevm-i ebedîdir. Eğerçi eyyâm-ı dünyâ i'tibâriyle her yevm elf sene ile takdîr olunur. Ve kâfirin leyli dahi leyl-i ebedîdir. Ve ehli berzah elli bin sene olan yevm-i meâricde mahbûs olup ba'dehû yine yevm-i ebedîye muttasıl olurlar. Ve umûr-i ârıza hasebiyle miyânda vâki' olan tevakkuf harekete mübeddel olur. Ve ol hareket yevm-i sıfâtın ve nehâr-ı tecellînin âsârındandır. Nitekim muhâlifler sükûnda kalırlar. Leyl-i zât ve istitâr-ı sıfâtın ahkâmındandır. Onun için ehl-i cennete sıfâtî ve ehl-i nâra zâtî derler. Ve bu sırr-ı 'azîm içindir ki dünyâda leyl menâm ve sükûn ve nehâr yakaza ve hareket için halk olunmuşdur.
Pes, mü'minin nehârı ism-i Zâhir'de ve leyli ism-i Bâtın'dadır. Ve kâfirin 'aks üzerinedir ki leyli ism-i Zâhir'de ve nehârı ism-i Bâtın'dadır. Ve mü'min ve kâfirin leyl ve nehârda dünyâda iştirâki sûretdedir, âhiretde biribirinden mütemeyyiz olurlar. Ya'nî gerçi dünyâda dahi hükmen temeyyüz vardır, velâkin hissen temeyyüz âhiretde hâsıldır. Ve mü'minin bi-hasebi'z-zât ism-i Bâtın'da olduğu tecellî-i zâtî i'tibâriyledir ve bi-hasebi's-sıfât ismi Zâhir'de olduğu na'îm-i cennet hasebiyledir ki ekl ve şürb ve nikâh ve emsâlidir. Ve on beş bin seneden sonra sıfat-i melekiyyet ile ittisâfı onu madde-i beşeriyyetden ihrâc etmez ve illâ na'îm-i mezkûr zâil olmak lazım gelir. Ve hakîkat-i beşeriyye hakîkat-i melekiyyeye inkılâb iktizâ eder. Bu ise sahîh değildir. Belki na'îm-i mezkûr ebedî bâkîdir. Eğerçi mütena''imin cesedinde melek kadar letâfet-i zâyidesi vardır. Ve burası mezâlik-ı akdâmdandır ki herkese fehm ve zevki müyesser olmamışdır. Ve Tevrât'da "Ehl-i cennete ekl ve şürb yokdur" denildiğini dahi istiğrâb-ı 'azîm ederler, maahâzâ bi'l-külliyye ekl ve şürb yokdur demek değildir ve illâ nusûs-ı zâhireyi bilâ-zarûretin te'vîl lâzım gelir. Bu ise 'inde ehli's-sünne memnû'dur. Belki murâd "cû' ve ataşdan nâşî olan ekl ve şürb yokdur” demekdir. Zîrâ anâsır telattuf etmişdir. Bir vechile ki min-ba'd heyûlâları ve terkîbleri gıdâ ve şarâb iktizâ etmez. Fe-emmâ bi-tarîkı’t-telezzüz ekl ve şürb ederler, zikr etdikleri gibi. Onun için onlarda fazalât-i bedeniyye olmaz. Zîrâ fazalât kesâfet-i terkîbin istihâlâtındandır.
Ey sâlik, çünki kamer-i kalbin münşakk ve hâlin hâl-i kudsiyâna mülhak ola, netîce-i hakâikden haberdâr oldun ve bu netîcede sırr-ı 'azîm buldun. Pes, bundan sonra mevt-i tabîî ile vücûdun münhall olursa onu kayırma. Zîrâ hayâtın hayât-i ebediyye, 'ıyşın 'ıyş-ı tayyibdir ve dünyâ ve âhiret sana yek-sândır. Zîrâ âhiret dünyânın kalbidir. Ve senin oraya kudûmun ile kalb kâleb olur ve 'âlem-i gaybın şehâdet rütbesin bulur. Pes, yine hâlin tavran ba'de tavrin şuhûd ve 'ıyâna ve belki terakkîye gelir.