21 Haziran 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Büyük mürşidlerimizden Azîz Mahmûd Hüdâyî Kaddesallahu Sırrahu'l-Fettâhî Efendimiz Hazretlerinin sohbetlerindendir :
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Kitâb-ı Kerîminde buyurur, "Şunlar ki îmân getireler, Hakk'ın vahdâniyyetini ikrâr edeler ve seyyid-i küll olan Hazret-i Peygamber'in sıdk-ı risâletini tasdîk-i kalb ile ve kavl ile ikrâr edeler, "وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ", amel-i sâlih dahi işleyeler. Îmân bi'l-gayb mertebesinde kalmayalar ki yalnız ikrâr ve tasdîk eylemek kifâyet eder demeyeler, dahi 'amel bulunmaya. Bu değil. 'Amelleri dahi muteber olup, a'mâl-i sâliha dahi işleyecek olursa, "طُوبٰى لَهُمْ وَحُسْنُ مَاٰبٍ", şunlar için tûbâ vardır. Yani tîb-i hâl ve hüsn-i meâb, dahi hüsn-i merci' vardır. Tûbâ, tîbden olduğu takdirce aslı tîbâ, bi gayri vâv, sonra vâva kalb olmuş ola. Ol kâideyi malûmu olan bilir. Lafz-ı tashîhi bu kadar olsun, maksûda gelelim. Hüsn-i merci'den murâd cennet demişlerdir. Îmân bi'l-gayb ehline göre vâkı'a cennet, 'âşıklarına az nesne değil. Dâr-ı bekâ ve râhat vasfolunan üzeredir. Sürûr ve dâr-ı ni'metden ne deriz, tûbâ ol kimseler için ola.
Bir dahi bu ola ki, tûbâdan murâd, şu ma'rûf ve meşhûr olan Şecer-i Tûbâ ola. Hazret-i Peygamber'den suâl olundukda, eşcâr-ı cennetden haberdir, dediler ki "Ekber Şecer-i Tûbâ olsa gerekdir. Benim haymem ol şecerin dibindedir. Üzeri dürrdendir ve âsânı zebercedden ve yaprakları altundan ve gümüşden, nihâyeti sâk-ı 'arşa varır. Cennetde bir dâr ve bir kubbe ve bir sofa ve bir gurfe yokdur ki onun âsânından bir gusn ve bir budak olmaya. Cümlesi cenneti ihâta eylemişdir. Cemî elvân ve libâs ve et'ıme ondan çıkar. Ehl-i cennet her ne murâd edinseler ondan zuhûr eder. Diledikleri her ne ise çıkagele, hâzır ola. Hattâ eğerlenmiş, uyanlanmış burak dahi isteseler ondan çıka ve hâzır ve müheyyâ ola. Vâkı'a bunlar 'âlem-i dünyâda iken gayba îmân getireler, Hakk'ın kelâmına i'tikâd edüp bir muhbir-i sâdık lisânından gelen kelâm-ı Hakk'a inanalar, mücerred görmeden i'timâd edeler. Hakk'ı birleyip ve Resûlünü gerçekleyip mü'minlere va'd olunan dâr-ı âhiret dahi kimler için olsa gerekdir? Îmân getirenleredir. Elbette mukarrerdir. Hilâf-ı ihtimâli değil. Ne cennet ve ne tûbâ, enva'-ı na'îm ki gözler görmedik ve kulaklar işitmedik ve beşer hâtırına hutûr etmeyen nesneler va'd olunmuşdur. Bu zâhir ehlinedir.
Asıl va'd-i îmân ki tasdîk-i kalbîden ibâret miydi? Pes, nice nesneler bu zâhir lisândan tekellüm olunur ve havâricden dahi nice sûret 'amelde çok a'mâl sûdûr eder. Ammâ ne fâide tutalım dünyanın 'ameli şundan zâhiren südûr ederse de asıl 'umde olan îmân ve itikad olmayınca hiç fâidesi yokdur. İmdi, mu'teber olan îmân i'tikad imiş ve ona musaddak olur a'mâl-i sâlih dahi işleyeler. Tûbâ ve hüsn-i merci' onlar içindir. Yani yalnız cennet ola, ancak bu değil, ne cennet, kurbet-i vuslat, cennet içre cennet. Hâlıkına vâsıl ola. Sa'adet-i bâkîye dâhi bundan ne ola? Gâyet-i gâyât olan zâtullahdır. Artık nedir? İmân bi'l-gayb olan ehline mev'ûd olan sekiz cennet ki, elân yaradılmışdır, hûr-i 'ıyn ile kusûr ile müzeyyen olunan en taşrası cennetdir. Ehl-i şerî'at, zâhirelerini şerî'atle pâk ve tâhir ede, lokma-i tayyibeden içlerini dahi terbiye edeler. Îmânı onda analar. Şunların varacağı bir cennet vardır ki, dâr-ı Rahmân'dır. Pâk ve tâhir bir evdir. Bunda iken tathîr edebilecek olursa en son varacağı mekânı oldur. Nicelerin ol dahi eline girmez. Bunda iken taşrasın şerî'atla ıslah ede. Lokma-i pâk ile şer'-i mutahhar ruhsat verdikleri helâl olan lokmalarıyla beden tashîh ola. Onun iç yüzünde olan nefs vardır ki, her gâh söyler gezeriz, bâtının tarîkatla tezkiye ve tasfiye ede. Nefsin efâl-i kabîhası çokdur. Usûl yedidir. Yedi cehennem halk olunmuşdur. Yedi sıfat mukâbelesinde bunlardan bunlardan pâk ola. Bu yediden kurtulup, tahâret hâsıl olunca, bunda artık muhâsebe yeri kalmaz. Cennete, kurbete, vuslata lâyık olur.
Yine en başdan, "اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا" dur. Amel-i sâlih nedir, gelelim. Şol ameldir ki mü'min onu işler, maksûdu ol kimsenin Hakk'ın rızâsın ve vech-i kerîmin taleb ola. Artık bir iğrâz-ı fâside talebinde olmaya ki 'âlem-i âhiretde matlûb edindiği fânî metâ'ı verir ki, maksûdu o idi. "اَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ ف۪ي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا", öyle cevâb vereler. Ya ne ola? Ancak rızâ ola. Bu dahi mertebe-i sıfâtda olanındır. Onun için vech ta'bîr ederiz. Ya dahi bundan öte ne ola? Zâtullah murâd edenler, Hakk'ın o zât-ı bîçûnun dilerler. Ne cennet ve ni'met murâd ediniyorlar. Bir 'amel ki işleyeler, şunun mukâbelesinde ecr-i sevâb veyâhud 'azâb ve 'ikâb havfından ötürü olmaz.
"Bir kulun işi efendisine hizmet" diye Rabb'e 'ibâdet ve tâ'at üzere ola. Kul cânibinden şöyle ki, istikâmet üzere inkıyâd ve istislâmda ola. Efendisine düşen hizmet her ne ise görülür. Cemî'-i ahvâli tedbîr olunur. Mevlâ-yı mecâzîde bir kimse bir kul olur, şöyle ki, hizmet teklîf eder, ol kul hizmetde taksîr etmeyip sadâkat üzere hizmet edecek olursa, elbette mukâbelesinde kötülük olmaz, belki nice ihsân ve bahşîşe mazhar olur. Kul iken âzâd olur. 'Abd-i mecâzî ile mevlâ-yı mecâzî böyle olunca, mevlâ-yı hakîkîye hizmet etdiği takdirce olmaz mı? Elbette olur ve âhiretde hiç gözler görmedik nesneler ta'dâd eder. Hemân tek hizmetde olsun.
'Amel-i sâlih mertebe-i şerî'atde var, mertebe-i tarîkatde var, mertebe-i ma'rifetde var, her mertebenin bir 'ameli var. En taşrası mertebe-i şerî'at ki namaz kılmak gibi, oruç tutmak gibi, hac ve zekât gibi, her ne ise, a'mâl-i sâlihadan işledikleri takdirce mukâbelesinde va'd olunmuş cennet ve ni'met az nesne değil. Nicelerin bu dahi eline girmez. Lâkin tarîkatde 'amel-i sâlih derlerse, tezkiye-i nefs, nefsini sıfat-ı mezmûmeden tathîr etmekdir. Şol kimse ki, bunda iken nefsin ef'âl-i kabîhasından ve sıfat-ı mezmûmesinden kurtulmuş ola, berzahda artık muhâsebeye yer kalmaz. Cennete ve Hakk'a kurbete yetişir, Rabbisini bilir ve anlar, Hakk'a yakîn olur.
"وَمَنْ كَانَ ف۪ي هٰذِه۪ٓ اَعْمٰى فَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى". Bugünde Rabb'ini görmeyen ve bilmeyen ve anlamayan onda ne görse gerekdir. Bunda 'ameli, vukûfu kadar imiş. Âhiretde de mertebesi cemî'-i se'âdâta miftâh olan îmân ve i'tikâd oldu, olmayınca ne keffârete yarar, sözümüz olandadır. Öyle olunca îmân ve i'tikâdı ola ve a'mâl-i sâliha dahi işleye.
Bu nâsın küllîsi mestlerdir, dünyâ humârından, fânî milke aldanıp kalmışlardır, illâ içlerinde 'âlim olanlar değil. 'Âlimûn dahi mestlerdir. Nice? "Yalnız 'ilim kifâyet eder, 'ilm-i mükteseb müncîdir" diyen felâsife mezhebinde olan kimseler, 'ilimleriyle 'amel etmezler. Şunlar, cümlesi, dünyâ humârıyla sekrânlardır, illâ içlerinde 'âmilûn değil. Yani 'ilimleriyle 'amel üzere olanlar. 'Âmilûn dahi mestûrlardır, illâ muhlisûn değil. Şunlar ki a'mâli ihlâsa karîn ola, 'ilimlerinde muhlis olalar, onlar mest değildirler.
Vâkı'a 'amelde ihlâs gerek, 'amellerinde ihlâs üzere olanlar dahi hatar-ı azîmdedir. Nice 'ilim ola, 'amele karîn ola. Ol dahi hâlis 'amel ki hiç bir iğrâz ki olmaya, dahi ne gerek hatar-ı 'azîmdedir demek. Denilir ki, ya nedir, muhlasûndur. Muhlis var, muhlas var. Bu ikisinin farkı budur ki, muhlis heme amellerinin hiç bir arazı yok ise de henüz vücûddan pâk ve tâhir olmaz, elbette 'ameli nefse isnâd eder. Bu kadar 'ameli "eserim" diye niyetden halâs olunmaz. Ya ne gerek? "اِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَص۪ينَ", hâlis 'ibâd oldur ki, her 'amel ki işler, hiç kendi nefsine isnâd etmeye, fenâ gele, tûbâ onlar içindir.
Hazret-i Hakk her hâlde mu'înimiz ola, âmîn.
Niyyet-i hâlis gerekdir her bir ilimde hulûs
Berk ola tâ i'tikâdın ola gönülde hulûs
Kavl ü fi'lin her umûrun Hakk ile olur ise
İbtidâsı hayr olur hem intihâsında hulûs