Sâliklerin Hızır ile Mûsâ Kıssasından Alacağı Dersler

6 Nisan 2022 tarihinde yayınlanmıştır.

Şeriat

Büyük mürşidlerimizden Niyâzî Mısrî Hazretleri Mevâidü'l-İrfân nâmındaki eserinde buyuruyorlar ki :

Allahu Teâlâ, Sûre-i Kehf'de şöyle buyurmuşdur : "وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِفَتٰيهُ لَٓا اَبْرَحُ حَتّٰٓى اَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ اَوْ اَمْضِيَ حُقُبًا".

İki denizden murâd, peygamberlik ahlâkı olan şerîat ilmiyle, Cenâb-ı Hakk'ın hakîkat ilmidir. Hızır'ın "mecmau'l-bahreyn"de olması, O'nun her iki ilme de sâhib bulunmasına, Allah'ın Mûsâ aleyhisselamı Hızır'a göndermesi, insanın kemâlinin ancak ledünnî ilimle tamâm olacağına, birinci ilim her ne kadar ulü'l-azm peygamberlerde, ikinci ilim mertebe itibariyle onlardan aşağıda olanlarda ise de ikincisinin arandığına, ledünnî ilim sâhibine Allah'a ibadet edecek kadar şerîat öğrenmesinin kâfî olduğuna işâretdir. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz amel edeceğini söyleyen kişiye, "Adam tefakkuh etdi" buyurmuşlardır. Zîrâ adam Zilzal Sûresini görünce talîmi terk etmişdi. Avârif'de ve diğer eserlerde de böyle yazılıdır.

Hızır aleyhisselamın Mûsâ'ya, "قَالَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا * وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلٰى مَا لَمْ تُحِطْ بِه۪ خُبْرًا " yani "Sen benimle sabredemezsin, haberin olmayan bir şeye nasıl sabredebilirsin ki?" demesi, ilk çarpışmada hakîkat ilminin şerîat ilmine mukâvemet edeceğine işâretdir. Velev ki bu şerîat ilminin sâhibi zamanında insanların en âlimi olsa da. Hattâ Mûsâ aleyhisselam dahi olsa. Mûsâ'nın ilk itirazı, ilmi îcâbı, dînî gayretinden ileri gelmişdi. Sonra özür dilemesi, ledünnî ilmi kabûle istidadlı olduğuna işâretdir. Kardeşim, ilminle hakîkat erbâbına karşı geliyorsan, kusûrunu itiraf edip özür dilemede Mûsâ gibi ol, münkir ve muannid olma ki onların ilminin bereketinden mahrûm kalmayasın. 
Sefîneyi delmek, halka şerîatle amel etmede dâimâ noksan yapdıklarını düşünmeğe işâretdir. Tâ ki kendini beğenme meliki gemiyi zabt etmesin. Bil ki, âlim, her şeyden önce ilminde ve amelinde ve ahlâkında, halkın sevgisini ve bağlılığını kazanmalıdır. Sonra şerîat ve hakîkat denizlerini kendinde toplamış bir mürşid aramalıdır. Böyle bir mürşidin alâmeti, o âlimin başına toplanmış bulunan halkı usulüyle kaçırmasıdır. Kendini beğenme melikinin zabtından kurtulmak için emir ve nehiyleri çok sık yapmaz. İrşâdı o âlimin arzusuna muvâfık olan kimse, mürşid-i kâmil değildir. Öyle bir kimsenin zararı, faydasından çokdur. Çünkü eğer o şekilde irşâd mümkün olsaydı, Hızır, Mûsâ aleyhisselamı irşâd ederdi. Öyle bir gemi lâzım ki Hızır'la Mûsâ o gemide bulunsun ve Hızır o gemiyi yaralasın. Yara olmayan gemide Hızır'ın bulunması umulmaz. Hızır'ın çocuğu öldürmesi, pek çok sûretlerde görünen cüz'î rûh makâmından sûretlerin birleşdiği küllî rûh makâmına yükseltmesine işâretdir. Hızır'ın duvarı yıkıp sonra yapması, Mûsâ'nın tabiî vücûdunu yok edip, Hakk'ın varlığı ile bâkî kılmasıdır. Gemiyi delmekle tevhîd-i efâle eriştirdi, çocuğu öldürmekle tevhîd-i sıfata vâsıl eyledi, duvarı yapmakla da tevhîd zâta kavuşturdu. Bu sûretle Mûsâ aleyhisselamın irşâdı tamâm oldu. Bu husûsda çok şeyler söylemişlerdir ama hakîkat budur.

Bil ki, Hızır iki denizin birleşdiği yerde olduğundan onu bulan da "mecmau'l-bahreyn"de buldu. Mûsâ aleyhisselamın "mecmau'l-bahreyn" olduğuna delîl, kadının ona zinâ iftirâsında bulunması hâdisesidir. Eğer Mûsâ, mucizelerle suçsuzluğunu isbât etmeseydi, hakîkatde suçsuz olduğu hâlde, o töhmet, kıyâmete kadar üzerinde kalırdı. Kezâ Peygamber Efendimizin, Zeyd'in boşadığı karısını alması üzerine çok şeyler söylediler. Hazret-i Âişe'ye de iftirâ etdiler. Cenâb-ı Hakk müteaddid âyetlerle onları temize çıkardı ve müdafaa eyledi. İki denizi kendisinde toplayan her peygamber ve velî de böyledir. Elbette onun gemisi delinmiş, çocuğu öldürülmüş, duvarı yıkılıp yapılmış olmalıdır. Artık sen anla.

Allahu Teâlâ, kimisinin berâatini vahy ile, kimisininkini mucizelerle, kimisinin de kerâmetlerle göstermiş, kimini de suçsuz olduğu hâlde, hâli üzerinde bırakmışdır. Halbuki suçsuzlukda hepsi de müsâvîdir. 
Şâyân-ı hayretdir ki, Hızır'ın Mûsâ'ya hitâben , "سَاُنَبِّئُكَ بِتَأْو۪يلِ مَا لَمْ تَسْتَطِعْ عَلَيْهِ صَبْرًا" yani "Sana sabredemedğin şeylerin tevilini söyleyeceğim" demesi de  tıpkı iki denizin birleşdiği yer gibi Kur`ân'ın tam ortasında bulunmuş ve iki yarısını birleştirmişdir. Hele de nazm-ı şerîfin şu güzel tertîbine ve bu kıssanın iki ayrı denizinin birleşdiği yerde bulunmasına bir bak.

Ey halkın hoşnûdluğunu kazanmış mürşid! Eğer sen, bir cihetden halkın sevgilisi, bir cihetden de onların nefret etdiği isen, bil ki sen, "mecmau'l-bahreyn"sin. Vaktin Hızırını arayan, seni Hızır bulur. Yani kendisinden tamâmen nefret edilen de, kendisinden tamâmen hoşnûd olunan da irşâda lâyık değildir. Zîrâ birincisi mülhid, ikincisi câhil ve mürâîdir. "Mecmau'l-bahreyn" olup her iki tarafı birleştirenlerde, her iki tarafın hükmü zuhûra gelir. Yani hem Allah'ın emri hem de irâdesi. Nitekim Allahu Teâlâ Hazretleri, Hûd aleyhisselamdan naklen, "مَّا مِن دَآبَّةٍ إِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا" buyurmuşdur. Yani hiç bir canlı yokdur ki Allah, onun alnından yakalamış olmasın. Bunu iyi anla çünkü bu, kılın kırkda birinden daha incedir.

Ben Mısır'da Nil ile Akdeniz'in birleşdiği yerde bu söylediğime münâsib bir şeye şâhid olmuşdum. Nil, denizin tuzluluğundan yarım mil kadar ya da biraz daha fazla içine almışdı. Deniz de Nil'in tatlılığından kapmış ve yarım mil kadar yâhud biraz daha fazla içine çekmişdi. Öyle ki ikisinin mecmaı, sanki Nil'di, deniz değildi ve sanki denizdi, Nil değildi. Bu hâl, "مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ يَلْتَقِيَانِۙ * بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ لَا يَبْغِيَانِۚ" hakîkatine ne tamâmen aykırı, ne de tamâmen uygundu.

Ey sâlik! Mürşid yanında, denizin yanındaki Nil gibi ol. Deniz kenarında bulunan taşlar gibi olma ki o taşlar uzun müddet denizle beraber oldukları hâlde, sertliklerinden dolayı, denizin letâfetinden ve rikkatinden bir şey alamazlar. Nehirlerin tatlılığı ve denizlerin tuzluluğu ehillerine göredir. Yani deniz, içinde bulunan hayvanlar için tuzludur. Nehir de karada yaşayanlar için tatlıdır. Ama birleşdikleri yerde her ikisi de tatlıdır.

Bil ki, bu iki ilmin misâli ve birbirine ihtiyâcı Âdem ile Havvâ gibidir. Çünkü eğer bunlar birbirine muhâlif kalsalardı çocukları olmaz, dünya insanlarla dolmazdı. Kezâ eğer cem olup biri diğerinde tamâmen yok olsaydı Âdem'in kalbinde, "قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّ۪ي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّ۪ي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِه۪ مَدَدًا" âyetiyle beyân olunan, kelimetullaha dâir ilimler hâsıl olmazdı. Ama bunların bir araya gelmesi, irşâd için ve bilhassa peygamberler için çok mühim olduğundan Allah Mûsâ'yı Hızır aleyhisselama gönderdi.

Bil ki, Havvâ nasıl âdem aleyhisselamın kaburga kemiğinden yaradıldı ise şerîat ilmi de hakîkat ilminden doğmuşdur, onun aksidir. Ona zıd görünür ama hakîkatde onun aynıdır. Çünkü bir şeyin yankısı, onun aynısıdır.

Listeye geri dön